Güncelleme Tarihi:
Yenibir takipçilerinden Özlem, geçen hafta yazımı okuduktan sonra bana bir mail atmıştı. Başına geleceklerden habersiz masum bir mail’di. Özetle, otuz yaş bunalımında olduğunu anlatıyordu. Herhalde “Hadi arkadaşlar. Harekete geçelim. Şöyle yapın böyle yapın. Hadi hadi!” tarzı yazılarıma bakıp benden aktif, dinamik, heyecanlı bir yanıt bekliyordu. Verdiğim yanıtla dumura uğradı:
Otuz yaş bunalımlarının en kralı bende!
buRAK
Zavallı Özlem, bu cevap üzerine kendi derdini unuttu ve beni teselli etmeye çalıştı. Ama nafile!
Gerçekten, düşmanıma vermesin dedikleri türden birşey bu. Berbat bir durum. İnsanın “Yahu ben ne zaman büyüdüm de otuz yaşında bir insan oldum? demeye kalmadan kendini buluverdiği berbat bir durum. Boyunun iki karış olduğu günleri çok net olarak hatırladığım kuzenimin geçtiğimiz günlerde nişanlanması ve düğün hazırlıklarına başlaması da bu bunalıma tuz bastı doğrusu. Aslına bakarsanız resmi olarak otuz olmadım. Ama içimden bir ses 31 Ağustos’ta olacağımı söylüyor. Neden bilmiyorum!
Anlaşılacağı üzere bam telime basıldı. Ses veriyorum ben de: Baaaam! Senelerdir gençlik-kariyer çelişkisi üzerine yazmak istediğim şeyler vardı. Bu hafta, gençliğimin son haftalarından biri olan bu hafta, bunları yazmaya karar verdim. Bu yazıyı Ağustos’tan önce yazmanın avantajı şu: Gençlerden bahsederken “biz gençler” diyebiliyorsunuz. Eylül ayı ise “siz gençler” ayı”
Bundan yıllar önce, patronumun kapısını çalmıştım.
- Ben aldığım bütün görevlerde mucizeler yaratıyorum. Ve de bugün hakkım olan birşeyi istiyorum sizden. Terfi etmek istiyorum.
demiştim hiç unutamadığım o gün.
Patron ise kafatasımın içinde halen yankılanan o veciz cümleyi patlatmıştı:
- buRAK, sen çok yeteneklisin. İstediğin pozisyonun hakkını verebileceğine dair hiç şüphem yok. Sen, tek birşey hariç dört dörtlüksün.
- Nedir o?
- buRAK sen henüz çok gençsin!
Şoka girdiğim için cevap verememiştim. O ise kendinden emin bir biçimde devam etmişti:
- 24 yaşında birini bu göreve getirirsem, 30 küsür yaşlarındaki filanca ve falancalara bu durumu nasıl açıklarım? Ortalık ayağa kalkar. Herhalde sen de şirketin dengelerini bozmak istemezsin. Ne yapsak acaba? Sen bıyık falan mı bıraksan??
Bu diyalog bana çok dokunmuştu. Kendime has bir tarzım vardı. Aldığım işlere kendi tarzımla damga vurur hale gelmiştim. Üstüne üstlük gece, gündüz, bayram, seyran hep ama hep çalışıyordum. Yakıştığım pozisyona yakıştırılamayışımın tek nedeni ise “büyükten küçüğe hiyerarşisi”ydi.
Galiba ben o gün erdim! Muhtemelen filozoflar katına yükseldim. O kadar çok düşündüm ki çünkü bu konuyu. “Zaman” kavramına taktım kafayı. Sevgilinle birlikte saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyorsan, sıkıldığın bir toplantıda ise dakikalar geçmek bilmiyorsa bu işte bir iş var dedim. Tabi ya! Einstein zamanın göreceli olduğunu söylememiş miydi? Kişiden kişiye, ortamdan ortama değişen birşey değil miydi zaman? Aslolan görüp geçirdiklerimse, ben 30 yaşındaki filancadan daha büyük olamaz mıydım? 15 yaşındaki birinden daha küçük olabileceğim gibi. Peki, biz yüksek tahsil insanları bu çok basit “izafiyet” konseptini neden fizik derslerinde bırakmış bir biçimde yaşıyorduk iş hayatında?
“İnsan sosyal bir hayvandır” konseptinin ders kitaplarında kalmayışındaydı sorunun cevabı. Milyonlarca insanın yaşayabileceği ortak bir düzen oluşturmak için insanlar zamanın matematiğini geliştirmişlerdi. Boyumuzu ölçmek için metre birimi kullanıyorduk. Ağırlığımız için kilogram. Yaşımızı ölçmek için de güneş yılını. İnsanoğlu birinin kâmil (olgun) bir insan olduğunu diğerinin henüz olmadığını ayırdecek bir teknoloji bulamadığı için, temelini ilkçağda Mısırlıların attığı güneş yılı takviminden yararlanıyorduk.
Takvim sistemine kaldıramayacağı anlamlar yüklemek ve hayatı mezurayla ölçmek gerçekten dahiyane bir buluştu! “Kafa kağıdını getir bakayım. Hmmm sen yedi bin altıyüz gün uzunluğundasın. Hey sen, 11 bin gün uzunluğunda olan! Buraya gel ve yedibinliği sen yönet.”
Komik değil mi? Oysa biz buna hayatın gerçekleri diyoruz. Hayatımıza, geleceğimize bu mezuraların tırtıklarıyla karar veriliyor bu ülkede. “Bu ülke”yi de biraz açmak lazım. Söze “Ey Türk Gençliği” diye başlayıp “Gençler, bu vatanın sahibi sizsiniz” mesajını en bariz biçimde veren Atatürk’ün ülkesinde oluyor bütün bunlar. Vizyon farkına bakar mısınız? Biri, kurduğu koca ülkeyi gençlere emanet etmekte sakınca görmüyor. Diğeri ise kurduğu bir şirketin gençlerin yönetiminde olmasından büyük çekinceler duyuyor.
Bütün bunları düşündükten sonra, geri adım atmamaya karar verdim. Etrafımdaki insanların gençlik önyargısını kırabildim. O gün talep ettiğim pozisyonun üstüne de çıkabildim. Şirkete ortak bile yapılmıştım. İstediklerimi elde etsem de bu sözleri kafamdan asla silemedim.
Geçen hafta, yaratıcılığınız sizin en büyük sermayeniz. Yaratıcılığınız sizin en büyük sermayeniz... demiştim hatırlarsanız. İşte bu gençlik çağı, bu sermayenin tavana vurduğu, üretimin zirveye çıktığı bir çağ. Ve kilitlendiğimiz zindanın duvarlarına, bu güzel günler bir an önce geçsin diye çentikler atmak zorunda bırakılıyoruz. Yeteneklerimizin, ürettiklerimizin karşılığını almamızın önüne konan “matematiksel” engelleri aşmaya harcıyoruz bu eşsiz enerjiyi.
Büyüklerimiz ne kadar da çok ilgileniyorlar bizimle oysa... Uyuşturucu kullanımının neden bu kadar hızlı arttığına çok kafa yoruyorlar örneğin. 18 yaşında bir gencin, hayatını yaşamak varken neden kendini uyuşturma yolunu seçtiğiyle ilgili hiçbir fikirleri yok. Ona “hayat” olarak ne sunduğuna dönüp bakmıyorlar ama olsun çok düşünüyorlar bizi.
Bazen düşünüyorum da galiba dünyada delirmekten daha kolay birşey yok. Sizin de bazen mantığınızın yetmediği anlarda çıldırma noktasına geldiğinizden adım gibi eminim. Size önerim, marka olma hedefinize doğru yürürken önünüze çıkan “abuk” engeller sonucu tırlatma noktasına geldiğiniz anlarda, şimdi anlatacağım şeyi aklınıza getmeniz. Bende işe yarıyor. Umarım sizde de yarar.
Başrolünde (güzeller güzeli) Sandra Bullock’ın olduğu 28 gün isimli bir filmde izlemiştim bu sahneyi. Sandra, çaldığı limuzinle bir eve dalmıştı. (Ben, olayı aşırı güzelliğine verdiğim için herhangi bir yanlış görememiştim bu hareketinde) Sonra, mahkeme, hapis yatmamasına karşılık 28 gün boyunca alkol ve uyuşturucu bağımlılarına rehabilitasyon hizmeti veren bir merkezde kalmasını şart koşmuştu. Kabul etmezse, hapse girecekti. (Tabi hem çok güzel hem de çok akıllı olduğu için :) Akıl-fikir hastanesi ortamına girmeyi kabul etmişti Sandra. Orada uçuk kaçık, gerçekten cozutmuş tiplerle beraber bir sürü terapiye katılıyordu. İşte ben o terapilerin başında edilen duaya takılmış ve “bunu asıl delirmeden önce kullanmak lazım” demiştim. Elele tutuşup hep bir ağızdan şunu söylüyorlardı:
“Tanrım,
Bana değiştirebileceğim şeyler için cesaret,
Değiştiremeyeceğim şeyler için sabır,
Ve her iki şey arasındaki farkı anlayabilmek için bilgelik ver.”
Formülü unutmayın:
Cesaret + Sabır + Bilgelik = Gençliğimizin hayrı!
Büyükler konuşurken küçüklerin dinlediği bu ülkede, bu formüle ihtiyacınız olacak. Nedenini anlamak çok basit. Bu ülkenin sosyolojik olarak yüzde ellisinin genç olduğu gerçeğini hatırlayarak dilediğiniz ortama şöyle bir bakın. Edebiyat dünyasında yazarların yarısı genç mi örneğin? İşdünyasında yöneticilerin yarısı genç mi? Ya siyaset? Milletvekili olma konusunda ancak üst yaş sınırı koymaya ihtiyaç duymayan, alt-yaş sınırları çizilmiş siyaset... 100 yaşıma geldiğimde benim adaylığıma sınır getirmeyen, genç bir milletvekili olmam için ise bana nedenini açıklayamayacağı sınırlar koyan, bunu göstermelik olarak 25’e indiren ancak, 25 yaşında aday olabilmek için belirlediği diğer şartlarla bunu pratikte olanaksız hale getiren siyasetten bahsediyorum. (Yanlış anlaşılmasın, rüyalarımın arasında meclis salonunda günde 12 saat toplantı yapmak bulunmuyor)
Bu ülkenin ufku en açık yazarlarından Bekir Coşkun bile, Ali Babacan ekonomi bakanı olarak atandığında “Ekonomiyi çoluğa çocuğa teslim ettiler” demişti. Gerisini siz düşünün artık...
Genç bir ruh, Türk Demokrasi Vakfı Genel Başkanı Sayın Emre Kocaoğlu ile yaptığımız sohbette söylediği birşey beni şok etti: “buRAK, Avrupa gençliğinin resmi örgütlenmesi C.E.Y.N.C.’de temsil edilmeyen tek bir ülke var. O da Türkiye!” Bu örgüt ve ona bağlı ulusal örgütlerin fonksiyonu, yetişmiş insanların rejimi demokrasiye nitelikli insanlar yetiştirmekmiş. Gelin görün ki, yarısı genç bir ulusun sandalyesi nedeni anlaşılamaz biçimde boş duruyormuş.
Dışarıda bunlar olurken, diğer yanda zamanların en güzeli, biricik gençlik çağı önyargılarla örülmüş zindanlarda geçiyor. Biz evet evet biz gençlerin yerinde olmak için can atan, “kemale ermişleri” aşmak zorundayız hepimiz. Genç ruhlarımızı, yaşlı olanlarıyla değiştirmemizi teklif edenleri dinlememek zorundayız. Yaşlıymış gibi yapmak zorunda değilsin genç ruh.
Ve de Ey genç ruh!
Buradaysan masaya yumruğunu vurmak zorundasın...
buRAK özDEMİR'in yenibir.com'da yayınlanan diğer yazıları: Kızarmış Kreatif Tavuk! En zengin 100 dünyalının başarı sırrı
Alaturka iletişim prensipleri
Deja-vu Kültürü!