Anlatacaklarım 30 yıldır tatillerimde, hemen her fırsatta birlikte olup, tanıdığım,
daha doğrusu tanıdığımı sandığım, son 8 ayda ise tanımakta çok zorlandığım Balıkesir’in taa Altınoluk’undan,
Çanakkale’nin tee Geyikli’sine değin benim gıdışlarımın (arkadaşlarımın), benim dadalarımın (çocuklarımın) benim gençlerimin, benim dostlarımın, yani benim insanlarımın trajikomik öyküsüdür.
İLK MÜLTECİLER NİSANDA GELDİSiyahından beyazına, kadınından erkeğine, yaşlısından gencine, kömür karası, boncuk gözlü çocuklarıyla mülteci denen insanlar Kuruoba’ya (Çanakkale Ayvacık’ın köyü) geldiklerinde ilkten kimse pek birşey anlamadı. Kuruoba diyorsam, taa Altınoluk’tan Küçükkuyu’ya, Behramkale’den Babakale’ye, oradan da tee Geyikli’ye hep aynı be ya...
Aylardan nisandı ve devlet yoktu.
Suriyelisinden Filistinlisine, Afganından Kürdüne, Asyalısından Afrikalısına bizim oralara gelenler yüzleri, binleri bulunca, benim ‘Eyvah Eyvah’ filmlerinden çıkma hemşerilerimde gıpırdanmalar başladı. Çünkü ‘Son umut’ yolcularını traktör, taksi, minübüs, otobüs, kamyon ve hatta kapalı dorse TIR’larla getirten ‘insan taciri’ dediğimiz kötü adamlar işlerini daha kolay görmek için köylerden banknot banknot lojistik arıyorlardı.
Yıllardır bayılarak izledikleri ‘Kurtlar Vadisi’nden çıkma adamları filmlerde değil de, gözünün önünde gören o saftirik dadalar, çarşıda pazarda kızları süzerken yüzleri kızaran taş plak yörük gençleri, babalar, amcalar, dayılar birkaç günde ‘mafyöz’ oluverdiler.
MAFYÖZ OLUVERDİLERa) Erketeler: Kimileri erketelik (bildiğimiz argoda yasa dışı gözetleyip, ‘tehlikeyi’
haber veren) yaptı. Oysa ne gelen, ne giden vardı devletten yana. Sadece deniz ortasında batanları kurtarmaya gidiyordu devlet. Gözler, uzaklara keskin bıçak gümüş parıltılar çakarak, “Abi... Reis” diye başlayıp, “Tamamdır”la biten cep telefonu fiskoslarına odaklanıyorlardı. Evlerinden çıkıp, konu komşunun önünden geçerken bile belde tabanca, dizden hafif kıvrık yürüyorlardı.
b) Taşıyıcılar: Kimileri bota çıkma heyecanından tir tir bekleyenlere, belde tabanca, 5 litrelik plastik su bidonlarıyla Midilli yakıtı taşıyordu. İçlerinden bazıları ise sahilde cep telefonlarıyla mültecileri çekenlere, yanlarından geçerken hafiften omuzlayarak, “Ne çekiyon dayı” diye dayılanıyordu. Dayılananlardan parmak arası terlikli, diz altı şortlu, dal gibi uzun boylu, sarışın çakır gözlü olanı, dayı, “Sana ne ülen” diye efelenince, -ki, Gargaş (Karakaş) Necati şahittir- “Eee... Beni de çekive deyom” diyerek, efelenen dayıyı hâlâ daha içinden çıkamadığı bir şaşkınlık kuyusuna atıverdi.
c) Paketleyiciler: Kimileri de paketleme yaptı. 20 kişilik botla Midilli’ye 20 kişi geçirmek, kişi başı 8-10 bin euroları bulsa da insan taciri abilere yetmiyordu. Paketleme şimşek gibi çakan gözlerle başlayıp, bağıra çağıra küfürle devam ediyor, ardından tekme tokat geliyordu. Yetmediğinde de balyoz sopaları gibi odunlar devreye giriyordu. Kadın, çocuk, yaşlı, hasta tanımıyordu bu odunlar. Böylece botun ön tarafı iki saniyede hınca hınç doluveriyordu. Botun ortası da kıskıvrak, milim geçmez bir hale gelince, kıç tarafı kendiliğinden aynı vaziyeti alıyordu. Şişkolara, hatta hafif kilolu olanlara daha kötü gözle bakıldığından fatura ona göre çıkıyordu. Mevcut 50’yi bulunca sadece botu adaya (yerine göre 8-9 deniz mil) geçirecek olana motoru rahat kullansın diye birkaç santim fazlalık bırakılıyordu. Son kontrolde de gereksiz görülen çanta ve bavullar ile can yelekleri, tekerlek şambrelleri şişkinlik yapmasın diye denize atılınca, paketleyicilerden biri botu çalıştırıp, 40-50 metre sürüyor, veriyor dümeni belki de hayatında hiç deniz görmemiş birine. Böylece paketleme görevini sona erdirip, atlıyor denize, çıkıyor sahile. Suya çıkmış yeni kaptan, botu birkaç kez kendi etrafında döndürdükten sonra ancak tutturuyor dümeni. Artık ya Midilli, ya Aylan bebek...
d) Yatakçılar: Sahilden köye (5 km.) çıkarken yolda zeytinden dönen Ağadayı işaret etti. Durdum arabaya aldım. Pek dertliydi... Buz kesip, çene titreten gecelerde zeytinliğine giren mülteciler Ağadayı’nın ‘dizem’lik zeytinlerini (sıkılınca şahane zeytinyağı veren ağaçları kastediyor) dal, gövde demeden ‘gırıp gırıp’ yakıp da ısınıvermişler. Zeytinliği Ağadayı’nın her şeyi. Fena canı yanmış. “Adı batasıcalar” diye de verip veriştirecek ama o kara boncuk gözlü çocuklar geliyor gözlerinin önüne herhal, iki “Cık cık”ta kalıyor. Zeytinliğinde adaya geçiş gününü, belki de saatini bekleyenlerden yakaladıklarına patlatmış öfkesi: “Niye yaktınız len zeytinciklerimi nankör kedile... Kolumu ganadımı açtımdı ben size.” Artık hangi dilde söylediyse Ağadayı onu bilemem ama fırçayı yiyen mülteciler şöyle deyivermiş: “Kara kara yemişler gördük. Tatlarına baktık acıydı. (Zeytin dalında acı olur tabii...) Bu yemiş nasıl olsa yenmez diye ve de başka ağaçlara zarar vermeyelim diye onları kesip kesip yaktık da ısınmaya çalıştık bu ayaz gecelerde.” Ağadayı dizlerini döve döve köyde de anlatınca kahvedekilerin bazıları, “Onlar Suriyeli değildir. Suriyeliler zeytini bilir” demişler. Böylece, “Acaba hangi milletten bu zeytin yakanlar” diye derin bir tartışma başlamış. Çünkü ta Altınoluk’tan tee Geyikli’ye, mültecikler barınsın, konaklasın diye zeytinliklerini insan taciri kötü adamlara kiralayanlar varmış meğer. Bazı iftiracılara göre Ağadayı da onlardan biriymiş...
DENİZ ÜSTÜNDE MAFYA VURANLARErketecisini, paketçisini, yatakçısını, bir somon ekmeği 10 liraya, 1.5 litre suyu 5 liraya satan fırsatçısını bile gördüm ama bu türü hiç görmemiştim vallahi. Onlar deniz üstünde vicdanen dibe, yaratıcılık olarak hem çaresiz insanlara hem de mafyaya vuranlar. Teknelerle denize açılıp, “Falanca mevkideki mülteci botu batıyor” diye Sahil Güvenlik’e ihbarda bulunuyor. Konu can pazarı olunca Sahil Güvenlik iki dakkada orada. Ama batan matan yok. Eee gelmişken görmemek olmaz. Mülteciler güverteye, botları denize... Sahil Güvenlik hareket eder etmez 50-60 metrede bekleyen ihbarcılar botun başında bitip, alıp götürüyor. Bir müddet sonra “ihbar” işi patlayınca, karayla irtibatlı dönem başlıyor. Sahildeki paketleyiciler gözlerine kestirdikleri botların benzinlerini bizim karasuları geçemeyecek şekilde koyuyor, denizdekilere de bir “Alo” çakıyorlardı. 10-15 dakika sonra denizin ortasında rüzgarın insafına kalan bot sürüklenmeye başlayınca Sahil Güvenlik bu kez ihbara gerek kalmadan yine geliyor ve mültecileri alıyordu. Botları da teknede bekleyenler... Bu dibe vurmuş adamlar fiyatları tavan yapmış o botları tekrar tekrar insan taciri kötü adamlara, yani mafyaya sattılar. Pes.
DEVLET GELİVERDİ
Yıllarca çalışıp da sahip olamayacakları cipler vardı altlarında artık. Evler, araziler alıyorlardı. Bellerde silahları, alına kalkık kaşlarıyla havaları 1500’dü... Derken... Devlet geldi. Kimine göre 25, kimine göre 30 gün önce. Kimine göre de Almanya’nın Şansölyesi Angela Merkel ve AB’ye görüşüp, anlaşmanın hemen sonrası bizim oraların organize işleri bütün ısrarlı gayretlere rağmen bıçakla kesilir gibi kesiliverdi. Tek tük istisnalar olmuyor değil ama iş bitti. Tabii devlet istediği sürece.
PEKİ O GÜNLERDEN GERİYE NE KALDI!
1) Yaklaşık 8 ay devam eden bu vicdanı mahşerde Sırat Köprüsü’nü geçemeyenler kaldı. Yani erketede, pakette, yatakçılıkta, taşımada durup da, televizyonların akşam haberlerinde boğulan çocukları izleyip, gazetelerde Aylan bebeleri görüp, “Ben ne yapıyorum” diyemeyenler kaldı. Ve de maalesef hep içimizde kalacaklar.
2) Denizde, karada en az zamanda en haramından vuranlar kaldı. Maalesef hep içimizde kalacaklar.
3) Ne olduğunu pek anlamadan bu işlere bulaşıp, günde 50-60 liraya zeytine, balığa, işçiliğe burun kıvıranlar kaldı. Balı yalayıp da parmağı tutamayan beceriksizler... Onlar da aramızda kalacaklar.
4) Bir de bildiğim bizim ora insanı kaldı. Banknotların çürütüp, bozamadığı yörüklerim... Ama artık onlar da eskisi gibi değil. Ses ve zorluk çıkarmasınlar diye insan taciri mafyadan, yıllardır tanıdıkları kendi ‘mafyöz’lerinden tehditler aldılar. Aşağılandılar. Hatta dövülenler, bahçesi bağı dağıtılanlar oldu. Ki, o zaman devlet yoktu. Üç kuruşluk balıkçı, köylü, emekli gelirleriyle susuzlara su, açlara aş-ekmek verdiler. Soğuktan donanlara evlerini, samanlıklarını, arabalarını açtılar. Kuruş almadılar. Hastalara ilaç oldular. 8 ay yaşayıp, 80 yılda çıkaramayacakları bir travmaya yakalandılar. Onlar da aramızda kalacaklar.
5) Haa... Bir de bütün bu yükü taşıyan poşetler kaldı. O güzelim cennet doğada onbinlerce metrekareye dağılan her renkten milyonlarca poşet... Mültecilerin bıraktıkları mont, kazak, can yeleği (adaya geçmeyi başaramayıp da Türkiye’ye dönenlerin bıraktıkları) pantolon, çanta, şapka, boş cüzdan ve cep telefonlarını toplayanlar oldu da bu poşetleri alan olmadı. Şimdi rüzgarın etkisiyle kah denizde kah bir ağacın dalında kah bir çalıya gevene takılarak durup duruyorlar. Onları da, kimseler toplamayacağından ve kendiliklerinden yok olmayacağından en az 400 yıl bizimle kalacaklar.
PEKİ YA LÜFTÜ’NÜN DÜŞÜK YAPAN İNEKLERİ?
Lütfü’nün (Kostak) ineklerini de unutmayalım bu arada. Bu zavallıcıklar mültecilerden kalan poşetlerdeki ekmekleri, bol baharatlı çürümüş artıkları Lütfü’yle Cihan’ın (Lütfü’nün eşi) ara sıra kendilerine getirdikleri yem dışı ödül sanmışlar. Yemişler de yemişle... Bazıları düşük yapmış. Bazıları ölmüş. Lütfü’yle Cihan pek akıl erdirememiş bu işe... Taki Lütfü, ineklerinden birinin küçücük bir poşet parçacığına yapışmış küflü ekmeği yuttuğunu görünce duruma uyanmış... O inek son gördüğümde içinde öğütemediği poşeten midir nedir, yemiyor içmiyor melül melül, yolcu yolcu bakıyordu.
Bademli destanıTaa Altınoluk’tan tee Geyikli’ye bizim buraların destanı ise Bademli Köyü’nde yazıldı. Bademli’nin sakinleri değil,
aslan yürekli yörükleri bir gece ‘insan taciri’ mafyanın kötü adamlarını işte böyle kıskıvrak yakalayıp, direklere bağlayıverdi. Sonra da gazetecileri çağırıp, o bıçkın karizmaları görmeyenlerin gözüne soka soka çiziverdiler. Hem ölüme gönderdikleri insanların, hem de ezilen gıdışlarının, dostlarının, kötü yollara düşürülmüş dadalarının, hısım akrabanın intikamı aldılar. Mafya mafya olalı böyle zulüm görmedi gayrı...