GEÇ KALMIŞ BİR 29 MAYIS YAZISI..."Titre Güneş! Yeryüzü ağla!Çünkü, Şehir fethedildi!"Kimler denemedi ki?Darius'lar, İskender'ler, Sezar'lar?...Tüm antik kavimler, Medler, Partlar????Sonra, Osmanlı'dan önceki devletler, Araplar???Beceremediler... "Dünyanın Gülü"nü dalından koparamadılar. Öylesine koparamadılar ki, Bizanslılar, kendi düşüşlerini kıyametin kopması ile eş düşünmeye başladılar.Oysa, bu dünya neler görmedi ki... Haşmeti kelimelere sığmaz medeniyetler bile yok edilebildikten, akıl almaz zirveleri gerçekleştiren, o şahikaları yaşayan insanların adı sanı bilinemez olduktan sonra...Bizans'ın başaşağı gidişi, gündelik hayhuyun içinde mi kaynadı, nedir. Kolektif bilinç, "Bu gidiş, iyi bir gidiş değil"i kavrayamadı. Birkaç istisna hariç...Tıpkı, Avrupa'nın tüm aklı evvel aydınlarının "Savaş kapımızda. Avrupa yıkılacak. Milyonlar ölecek" diye seneler ve seneler boyu "felaket çığırtkanlığı" yaptığı (zira, o zaman böyle nitelendirilmiş ve düpedüz sinir bozucu addedilmişlerdi) halde, son cihan harbinin önlenemeyişi gibi...Skholarios da Bizans'ın istisnalarından biriydi:"Gidişata bakılırsa, son yakındır... Dünyanın sonu. Ve, bütün dünyanın değilse bile, en azından bizim milletimizin son nefesini vermekte olduğunu söylemek zorundayız. Tabii ki, eğer Tanrı, esirgeyen elini uzatmazsa bize."Tanrı, Bizans'ın fethi yoluna baş koyan Sultan Mehmed II'yi esirgedi.COGİTO... Yapı Kredi Kültür Yayınları'nın üç aylık düşünce dergisi. Kış 1999 (Sayı: 17) nüshası, "BİZANS" başlığını taşıyor. Konuyla ilgili uzmanların, Bizans etüdlerine nüfuz eden makaleleri, yetkin mütercimlerin çalışmalarıyla Türkçe'ye kazandırılmış.Başlıca ana bölüm başlıklarına şöyle bir göz atmak, çok az tanıdığımız Bizans üzerine neler öğrenebileceğimize dair fazlasıyla fikir veriyor:Yunan Edebiyatı'nın nasıl okunacağından tutun da, harita dünyasında Bizans'ın yeri, Bizans'ı bir coğrafya bütünlüğü içinde kavramanın önemi; Bizans'ın toplumsal hayatı, yoksulları, aşk hayatı, manastırları, entellektüel eğilimleri, 15. Yüzyıl'ın ilk yarısında Bizans'ta Osmanlı tacirleri,
Fetih günleri ve çöküş...Dahası, Bizans ve Osmanlı karşılıklı olarak biribirlerini nasıl görüyorlar? Ve, Bizans nasıl okundu ve nasıl okunmalı?COGİTO'yu -kitap tanıtımı çerçevesinde- ele almayı tasarlamıştım. Hem de, Bizans'ta aşk, arzu, delililk ,cinsel ilişkiler ve zina üzerine eğlenceli ayrıntılar vererek..Lakin, Fetih haftasının "mana ve ehemmiyeti" münasebetiyle Yeorgios Francis'in fetih sürecini yansıtan kayıtları, ister istemez, öne çıktı.Osmanlılar'ın özellikle ilk devirleri daha çok efsaneye dayanıyor. Oysa, Roma medeniyetinin devamı olan Bizans, yazan bir kültür. Kendi özgün kayıtlarından hareketle Bizans halkının fetih sürecini nasıl kavradığını öğrenebilmek çok heyecan verici.Malum, tarih yazıyla başlar...Yeorgios Francis de, Bizans'ın düşüşüne beş kala, "tarihin görgü tanığı!* Kimilerine göre "kutsal bir şehir", kimi başkalarına göre ise "zehirli ve lezzetli bir meyve" olan İstanbul'da, tam tamına 1143 sene, 10 ay ve 4 gün süren Bizans hükümranlığının nasıl yıkıldığını, birinci elden okumak istemez miydiniz?Tercümanı Dr. Kriton Dinçmen'in üslubuyla izleyelim."İnsan boğazın bir yakasından diğerine geçerken, şehrin tuhaf ve sarsıcı güzelliğini hissetmese, Francis'in bu kitabının neredeyse bir uzun hikâye olduğunu sanabilir. Oysa yazdıkları, bize şimdi bir masal gibi gelen gerçekler. Yeorgios Francis iyi bir devlet adamı olduğu kadar, romantik bir yazar da olmalı ki, şehrinin düşüşünü anlatmaya en başından, adeta bir hikâye kurgusuyla başlamış. Başlangıcı biraz karışık yazmış olmakla beraber, bu yaşanmış hikâyeye sıcak ve insani dokunuşlar yapmış ve tarihin karşısına kendilerini ve bizi mümkün olan en saf halimizle çıkarmış.Bu hikâyede payına mutlu son düşenlerin torunu olmakla beraber, Francis'i okurken içimde bir burukluk hissettim. Çünkü o, kaybedenlerin tarafındaydı ve şehrini çok seviyordu. Bu yüzden ben, bu yazı boyunca Francis'in yalancısıyım.Fethinden 546 yıl sonra kusurlarını ve çirkinliklerini acımasızca sayıp döktüğümüz bu şehrin hikâyesi, Francis'in önemli bir dünürlük işine aracı olmasıyla başlıyor. Bizans'ın tahta geçen son kralı evlenmek istiyormuş. Tabiidir ki, şimdi mümkün olduğunca örtük, o zamanlar ise son derece açık biçimde hükümdarlar arasındaki evliliklerin, insani olmaktan çok siyasi bir boyutu var. Kral, Francis'i, Trabzon veya Gürcistan kraliyet soylarından birinin kızını seçmesi için serbest bırakmış. Francis de her iki kral soyunun olumlu taraflarını tespit etmiş ve son kararı vermeyi krala bırakmış. Bu arada Francis Gürcistan'a geldiğinde, Gürcistan Kralı, Sultan Murat'ın öldüğünü ve yerine tahta oğlu Mehmet'in çıktığı haberini bir müjde olarak vermiş. Francis krala şöyle demiş:Mehmed'in tahta çıkışı, kötü
haber"Kudretli efendim. Bu haber hiç de iyi değildir; hatta tersine çok kötüdür. (...) Çünkü, ölen padişah yaşlı olduğu için her ne kadar birkaç kez şehri bizden almaya kalkışmışsa da başarılı olamadı. Bu başarısızlıklardan sonra bizi rahatsız etmediği gibi, tek isteği, bizimle barış içinde yaşamaktı. Yeni padişaha gelince, genç olduğu gibi çocukluğundan beri Hıristiyanların bağnaz düşmanıdır. Ve, kendisine fırsat verilip devleti ele aldığında, tüm olanakları ile Romalılar devletini ve genelde tüm Hıristiyanları ortadan kaldırmaya çalışacağını söyleyip tehdit etmektedir. Ve bilhassa şu sıralarda, efendim kralımın iktidarı henüz ele almış olması nedeni ile, şehir çok güç durumdadır. Ayrıca tahta çıkışı nedeni ile (...) devletin çoğunu borçlara yatırmış durumdadır."Gürcistan Kralı, bu sözleri üzerine Francis'i muhtemelen "paranoyak" zannetmiştir, ama tarih Francis'i endişelerinde haklı çıkarmış. Francis bu arada boş durmamış ve kralının iyi bir "siyasi" evlilik yapabilmesi durumunda, konumunu sağlama alabileceğini düşünmüş. Bunun için de ölmüş bulunan Sultan Murat'ın karısı -ama Mehmet'in annesi değil- Sırbistan kral ve kraliçesinin kızıyla evlenmesinin iyi olacağını düşünüyormuş. Sultan Murat ölünce karısı şan ve şerefle babasının evine dönmüş bulunuyormuş. Dolayısıyla evlenebilecek durumdaymış. Ve Francis bu evliliğin Bizans kralına siyasi olarak çok yararlı olacağı kanaatindeymiş.Ancak, babasının evine dönmüş olan "sabık kadın sultan"ın çok büyük bir kral soyundan gelmemesi, ilk kocasının bir Türk olması, kralın gelin adayıyla akraba olması nedeniyle Kilise'nin bu evliliği kutsamakta pek gönüllü davranmayacağı ve en önemlisi, gelin adayının gebe kalması durumunda -elli yaşında olduğu için- doğumda hayati tehlikeyle karşılaşacağı gibi sakıncaları da bildirmiş.Kral, Francis'in mektubunu alınca bu evliliğin siyasi yararlarını derhal hesap ederek girişimde bulunmuş. Ama ne yazık ki sabık sultanla evlenememiş. Çünkü Sultan Murat'ın karısı, Murat ile hiç yatmamış olduğundan ve bir bakire olarak Allah'ın ve İsa'nın hizmetinde kalacağına dair kendine söz verdiği için bu evliliği kabul etmemiş. Kral da Gürcistan kralının kızıyla evlenmek durumunda kalmış.Francis; herkes krallarının evlilik haberiyle mutluluktan neredeyse uçarken, dikkatli bir devlet adamı olarak, Sultan Mehmet'i takip etmekteymiş. Bu arada Mehmet'in Boğaz'a doğru ilerleyip Asomata'nın üst taraflarında bir kale yaptıracağı haberleri yayılmaya başlamış. (Bu arada Francis yazdıklarına, -kitabın sonunda Sultan Mehmet'e yaltaklanmalarına da tanık olacağımız ve üslubundan çıkan ifadeye göre Türklerden bile daha çok nefret ettiği- Notaras'ın unvan dağıtma konusunda küçük çıkarları için çevirdiği dolapları da eklemiş.)Sultan Mehmet de 1452 yılının Mart ayının 26'sında kale inşasına ve Osomata köyünü silahlandırmaya başlamış. Mehmet'in niyetinin ciddi olduğu açığa çıkıyormuş. Bunun üzerine kral, Mehmet'in "kötü" niyetini engelleyebilmek amacıyla, ondan önce davranıp saldırmayı düşünmüş. Ancak konsüller ve birkaç rahip "Niyetinin ne olduğu açıkça belli olana kadar harbi sen başlatma, silahlandırdığı köyü de bize daha yakın olduğu için, kolaylıkla elinden alırız" diyerek, kralı bu arzusundan vazgeçirmişler. Daha sonra hisarın ne kadar mükemmel yapılmış olduğunu görünce şiddetle yanıldıklarını anlamışlar, ama çok geç kalmışlar.Bu arada Sultan Mehmet civarı teftiş etmekte, hazırlıklarını büyük bir hızla sürdürmekte ve kralın yardıma gelebilme ihtimali olan kardeşlerine de saldırarak, Bizans kralını yapayalnız bırakmaktaymış. Tabii bu arada saldıran Türk ordularından birçoğu da kıyıma uğruyor, her iki taraftan da çok sayıda ölü veriliyormuş.İlkbahar geldiğinde Sultan Mehmet'in orduları şehri muhasara etmişler. Bizim mancınık olarak bildiğimiz, Francis'in büyük kuşatma ve savaş makineleri olarak tanımladığı silahlar gerekli yerlere yerleştirilmiş ve şehrin etrafındaki bütün koruganlar ele geçirilmiş, bu koruganlara sığınmış olanlar tutsak alınmış. Mehmet'in orduları çok sayıda top da getirmişler. Bunların çoğu öylesine büyükmüş ki, her birini kırk veya elli çift öküz veya iki bin kişi zorlukla çekebiliyormuş.Ve Nisan'ın 2'sinde süvari ve piyadeden oluşan çok sayıda asker ile birlikte padişah da gelmiş, çadırını Aziz Romanos'un kapısının karşısına kurdurmuş. Elbette Bizanslılar da boş durmamışlar, onlar da kendi çaplarında önlem almaya başlamışlar. Fetih tarihinin en iyi bilinen ayrıntılarından biri olan kalın bir zincir ile limanın ağzını kapamışlar, çok sayıda gemi ile kendilerini savunmaya hazırlanmışlar. Mehmet'in ordusu Bizans surlarını dövmeye başlamış.Francis, bu savaşa dair verdiği ayrıntılar arasında en çok şiddetli gürültünün üstünde durmuş. Osmanlı ordusu davullar, kösler, borular "La ilahe illallah" sesleri ve ürkütücü naralarla korkunç bir gürültü çıkarıyormuş. Francis kulakları sağır eden bu gürültünün kendi halkını ümitsizliğe ve korkuya sevk ettiğini, ama kısa süre içinde buna alıştıklarını da belirtmiş.Bir uzun hikâye gibi yazdığı bu kitabında Francis, adeta bir yazar yaklaşımıyla Sultan Mehmet'in komutanlarıyla arasındaki muhtemel diyalogları da sanki kulaklarıyla dinlemiş gibi kaleme almış. Mehmet'in, özellikle savaşın sonlarına doğru şiddetlenen hiddetini ve öfkesini de betimlemeyi unutmamış. Savaş tekniklerinden de bahsetmiş, Mehmet'in nasıl tünel açarak şehre girmek istediğini, ancak bu durumu haber alarak tüneli "mayi ateş" ile doldurduklarını, Mehmet'in inip çıkan kuleleri ve öküz derisinden örtüsüyle çok tuhaf görünüşü olan bir makineyi savaşta kullandırdığını da anlatmış.Bütün bu çabalar uzun zaman sonuç vermemiş. Bizanslılar, surlarında açılan gedikleri gece boyunca çalışıp kapatıyorlar, ertesi gün Osmanlı ordusunu ümitsizliğe düşürüyorlarmış.Francis'in, bizim tarafımızdan yazılan tarihin en şanlı ve hayranlık verici ayrıntılarından biri olan "gemileri karadan yürütmek" vakasını unutmuş olması elbette mümkün değil. Francis bu olaya kitabında şöyle yer vermiş:Roma hilesiyle karadan indirilen kayıklar"... Dünanmasının bir bölümünü limana sokabilecek bir çare bulmaya çalışıyordu. Bu düşüncesini de hemen gerçekleştirdi. Galata'nın arkasındaki tepeden limana kadar bir yol yaptırarak, onu öküz ve koyunlardan elde ettiği yağlarla kayganlaştırdığı kalas ve odunlarla döşedi. Gene değişik bazı makineler yaptırarak, bunlarla üç ve iki kürek sıralı gemilerini kolaylıkla tepeden geçirterek limana indirtti. Gerçekten de, bu, insanı hayran bırakan bir deniz savaşı örneği idi. Ben ise Antonius ve Kleopatra'ya karşı savaşında Augustus Julius Cesar'ın yaptıklarını taklit ettiği kanısındayım. (...) İşte bu suretle padişah, bir gece içinde üç kürek sıralı gemilerini getirterek sabaha doğru limanda karşımıza çıkarttı. Sonra, bu şekilde bir de köprü yaptı: Birkaç küçük sandal ile büyük tahta fıçı ve sandıkları bir araya toplayarak, (...) onları kuvvetli ve büyük çivilerle sabitleştirdi; böylece limanın ortasında, üstünde insanın karada imiş gibi rahatça yürüyebileceği (...) önemli bir köprü kurulmuş oldu. Sonra bu köprünün üstüne bir top yerleştirerek, (...) şehrin o tarafındaki surları dövmeye başladı. Kral ve şehrin tüm halkı bunları gördüğünde büyük endişeye kapıldı."Francis kitabında karşılıklı ağır kayıpların verildiği birçok saldırıya ve kendi halkı içindeki bölünmelere, anarşiye ve umutsuzluğa değindikten sonra, Osmanlıların mistik bir yaklaşım sergiledikleri -ancak Francis'in nasıl öğrendiğini belemediğimiz- tuhaf bir olay anlatmış. Olay şöyle gelişmiş: Türkler, geceleri surlara baktıklarında gökten çok kuvvetli bir ışığın inip, tüm gece boyunca şehrin üstünde kaldığını görüyorlarmış. Bu ışığı ilk gördüklerinde Allah'ın Hıristiyanlara kızgın olduğu ve onları ortadan kaldırmayı Müslümanlara nasip edeceğini düşünmüşler. Ama bütün çabalarına rağmen şehri ele geçirmeyi başaramadıklarını görünce, ışığı yanlış yorumladıklarını, Allah'ın Hıristiyanların tarafında olduğunu düşünmeye başlayarak, kuşatmayı çözüp gitmeyi tasarlamışlar. Padişah ve ordusu neşesiz ve üzgünmüş. Tam gitmeyi düşündükleri gece, aynı ışığın yine şehrin üstüne inmekte olduğunu görmüşler. Ancak ışık bütün şehre yayılmayıp, uzaktan görünmüş ve hemen dağılarak kaybolmuş. Bunun üzerine padişah ve ordusu bunu İstanbul'u alacaklarına dair bir işaret olarak yorumlamışlar.Kendi halkı arasındaki kişisel çekişmelere ve ihanetlere tanık olan Yeorgios Francis, Osmanlı ordusundaki ihanet ve çekişmeleri de gözden kaçırmamış elbette. İstanbul fethedildikten sonra padişahın bir kuleye kapattırıp öldürttüğü Çandarlı Halil Paşa hakkında da düşündüklerini yazmış.Çandarlı Halil Paşa tedirgin"Sultanın müşavirleri arasında ilk sırayı tutan ve diğerlerinden zekâ ve de etkinliği fazla olan Ali Paşa (Çandarlı Halil Paşa), sultanı böylesine düşünceli ve diğerlerini korku ve ürkeklik içinde görünce, o da üzülüyormuş gibi yaptı ise de, içinden sevinçli idi. Nedeni de, tüm toplantılarda, kendisinin Batılı hükümdarların (olayı) duyup aralarında birleşerek sonuçta Türkleri Avrupa'dan kovmalarına neden olacak bu harbe başlamamasını savunmuş olmasıydı. (...) İkinci veziri Soğan (Zağanos) Paşa padişahı bu acı durumda görünce, Ali (Halil) Paşa'dan nefret ettiği için, padişaha, aleyhimizdeki bu savaşı sürdürmeyi öğütledi. Bu sözlerle padişaha cesaret verdi. Sultanım, neden böylesine çekingen ve üzgünsün? (...) Sayılamayacak kadar büyük ordunun kusursuzluğunu (...) görmüyor musun? Makedonyalı İskender'in ordusu da ne seninki kadar büyük, ne de hazırlıkları böylesine kusursuzdu; buna rağmen dünyayı fethetmişti. Ben kardeşim Ali (Halil) Paşa'nın dediği (...) gibi İtalyan donanmasının buraya geleceğini sanmıyorum. Çünkü sen de çok iyi bilirsin ki, İtalyan hükümdarlar ile diğer batılılar arasında beraberlik olmayıp anarşi mevcuttur. Ve şayet bazen, (...) aralarında birleşseler dahi, bu ittifak uzun süremeyip bir süre sonra dağılmaktadır. (...) Toplantı yaparlar, düşünürler ve çok şey söylerlerse de, gerçekleştirdikleri çok azdır; akşamleyin almış oldukları kararı ertesi sabah beğenmezler. Bir karar aldıklarında da tatbikatta gecikirler. (...) Ve şayet bir işe başlarlarsa da, arada anlaşmazlığa düştüklerinden onu neticelendiremezler, ve özellikle şimdi, bildiğin gibi, bazıları arasında yeni anlaşmazlıklar ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu öğütler ve sözler padişahın çok hoşuna gitti; çok sevindi, cesaret ve güç kazandı. (...) Ali (Halil) Paşa bunu öğrendiğinde çok üzüldü. Padişahın Soğan (Zağanos) Paşa'nın öğütlerini dinlemiş olması onu çok utandırmış olmakla (...) duyduğu hasetten, şehre karşı yapılacak girişimlerin başarısızlığa uğramasını sağlayacak bir şeyleri ayarlamaya çalıştı. Bütün olup bitenleri krala haber vererek, savaşta talihin çok kez belirsiz olması nedeni ile korkmamasını ve bunun için de nöbetçilerin çok dikkatli olmaları gerektiğini öğütledi."Ancak, bu öğütler Çandarlı Halil Paşa'nın sonu olmuş.Padişah ertesi gün için askerlerine bütün fenerlerin ve ateşlerin yakılmasını emretmiş, "ve de gün boyunca aç kalmalarını ve yedi kez yıkanmalarını, bu şekilde oruçlu ve temiz olarak zaferleri ve şehrin fethi için Allah'a dua etmelerini" buyurmuş. Sonra, askerlerini karşısına alıp onlara, şehrin üç gün boyunca yağmalanması da dahil, türlü vaatlerde bulunmuş. Askerler bu vaatlerden sonra "La ilahe illallah!" diye bağırmaya başlamışlar. Francis ve şehir halkı bu seslerden çok etkilenmişler.Her birimize 500 düşman düşüyordu"Fırtınalı bir denizin uğuldamasını andıran bu sesleri şehrin içinde olan bizler duyduğumuzda, olup bitenleri anlamaya çalışıyorduk. Doğaldır, biraz sonra gerçeği, yani padişahın ertesi gün, tüm gücü ile karadan ve denizden saldırıya hazırlandığını öğrendik. Biz ise, dinimizin düşmanlarının kalabalığını görünce, tüm umutlarımızı İlahi Yardım'a bağladık, zira, kanaatime göre, her birimize beş yüz, hatta daha fazla düşman düşüyordu."Güneş daha doğmadan Türklerin şiddetli saldırısı başlamış. Güneş doğduğunda Francis, Türklerin şehrin bir ucundan diğerine uzanan sonsuz bir sırayı oluşturduğunu görmüş. Mehmet'in askerleri, en tecrübesizleri, yararsızları ve en yaşlıları en ön safta olmak üzere surlara tırmanmaya çalışıyorlar, ama Bizans askerleri tarafından püskürtülüyorlarmış. Savaş bütün şiddetiyle sürüyormuş.Sırası gelmişken burada bir parantez açmakta yarar var. İstanbul'un fethine dair, özellikle küçük yaştaki öğrencilere anlatılan tarihin içinde; Bizanslıların, surlara tırmanmaya çalışan askerlerin üzerine kazanlarla kızgın yağlar boşalttıkları ve askerlerin bir kısmının yanarak öldüğü bilgisi yer alır. Francis kitabına böyle bir kayıt düşmemiş. Türklere ve kendilerine dair her türlü ayrıntıya yer veren Francis'in bunu atlamış olması pek mantıklı görünmüyor. Acaba bu "kızgın yağ" ayrıntısı sadece bizim yazdığımız tarihte mi var?Ulubatlı Hasan'ın, fetih tarihinin önemli bir kahramanı olduğu Francis'in tanıklığı ile de bir kez daha kanıtlanıyor. Francis, Ulubatlı Hasan'ın burçlara bayrak dikmesini şöyle anlatmış:Ulubatlı Hasan surlarda: Kale düştü!"İşte o sıralarda, Hasan adlı bir yeniçeri (memleketi Ulubat olup, koca bir vücuda sahipti), sol eli ile başının üstüne kalkanı tutup sağ eli ile kılıcını çekti, ve, bizimkilerin şaşkınlık içinde geri çekildikleri o bölgede surun tepesine doğru atıldı. Onunla aynı cesareti göstermek isteyen otuz kadar diğeri de kendisini takip etti. Bizimkilerden hâlâ surlarda kalanlar ise, üzerlerine ok ve mızrakları fırlatıyor, kayaları yuvarlıyorlardı. (...) Ne var ki Hasan kendisine özgü şiddeti ile surun üzerine çıkmayı ve bizimkileri kaçırmayı başardı. Bu başarı ile birlikte diğerleri de onu takip ederek surlara tırmanma fırsatını buldular. Bizimkiler, sayılarının pek az olması ile, sura tırmananlara mani olamadılar. (...) Sonra, surun üstüne öylesine çok düşman çıktı ki, dış surları terk ettikten sonra kapıdan (şehrin içlerine doğru) kaçışan bizimkileri dağıttılar. Tüm bunlar olup biterken hem içeriden, hem dışarıdan ve hem de liman tarafından bir ses yükseldi: 'Kale (şehir) düştü; kulelerde bayraklar ve de askeri işaretler yükseldi.' Bu ses bizimkileri tamamen kaçırttı ve düşmanlarımıza daha çok cesaret verdi. (...) Böylece Salı günü 6961 (1453) yılının Mayıs ayının 29'unda, saat günün iki buçuğunda düşmanlar şehre tamamen hâkim oldular."Francis sevgili şehrinin düşmanın eline nasıl geçtiğini işte böyle anlatmış. Hikâyenin bundan sonrası Francis için adeta bir kırıklıklar manzumesi. Kralı ölmüş, şehir halkı esir alınmış. Ancak, Francis'in artık bir fatih olan Sultan Mehmet'e dair anlatacakları bitmemiş. Yazının başında da sözünü ettiğimiz Notaras ile Fatih Sultan Mehmet'in konuşmalarını da büyük bir öfke ve nefret ile kaleme almış.Lukas Notaras'ın başarısız hazine rüşveti"Büyük dük Lukas Notaras huzuruna çıkarak, önünde diz çöktü ve saklamış olduğu krallara layık değerli taş, inci ve diğer ganimetlerden oluşan çok büyük bir hazineyi gösterdi ki, padişah ve erkânı onları gördüğünde hayran kaldı. Notaras sultana dedi: "Tüm bunları zat-ı şahanelerine sakladım ve şimdi de armağan olarak sunuyorum; ve kölenin bu yakarışlarını kabul etmene dua ediyorum.' O bunlarla kendisinin ve ailesinin özgürlüğünü kazanacağını umuyordu. Sultan kendisini sözlerle yanıtladı: 'Sen insan değil, köpeksin! Kurnaz ve müzevirsin; böylesine hazinelerin vardı da, neden kral ve efendine, şehir ve vatanına yardım etmedin? Şimdi de, gençliğinden beri yapmaya alıştığın kurnazlık ve ayak oyunları ile beni de aldatmaya ve hak ettiğinden kaçınmaya çalışıyorsun. Söyle bana, imansız, ellerime bu hazinelerle bu şehri teslim etmiş olan kimdir?' 'Allah' diye Notaras yanıtladı. Padişah ise ona, 'Allah tüm bunları ve de seni ve de herkesi bana köle olarak verdiğine göre, sen kurnaz (adam), ne biçim aptal ve boş laflar ediyorsun? Şimdi bana sunduğun her şeyi neden sizlere savaş etmemden veya şehri fethetmemden önce göndermedin ki, sana karşı kendimi vefa borçlu hissedeyim. Böyle olunca da tüm bunları bana hediye eden, sen değil, Allah oluyor.' (...) 'Böylesine sayılamayacak kadar çok hazinen ile kralına ve vatanına yardım etmeyi istemediğine göre, neden hiç olmazsa, kralına, her iki taraftan böylesine kan dökülmemesi için, bana barış ve sevgi ile şehri teslim etmesi ve benim de buna mukabil sevgi ve dostluk ile kendisine başka bir yeri vermem hususunda kendisine yapmış olduğum teklifi kabul etmesini öğütlemedin?' O da onu yanıtladı. 'Bu konuda sorumlu olan ben değilim; fakat, krala, kendisine yardım etmek üzere donanma ve ordu göndereceklerini vaat eden Venedikliler'le Galata'dakilerdir.' Padişah da: 'Çok yalan bulmayı ve söylemeyi beceriyorsun; ne var ki şimdi sana yardımı dokunacak yalan söylenecek zaman değildir.' Ve, ertesi gün Ksiros tepesindeki Pazar yerinde önce gözlerinin önünde (...) iki oğlunu, sonra da kendisini öldürmelerini emretti ki, bu (emir) yerine getirildi."Francis, Çandarlı Halil Paşa'nın ölümüne çok üzülmüş ve bunu saklamamış. Hatta buna Türk ordusunun da üzüldüğünü yazmış. Fatih Sultan Mehmet, şehri ele geçirdiğinin üçüncü günü..."... şehrin muhtelif yerlerinde saklı bulunan herkesin, en ufak bir rahatsızlığa uğramadan serbestçe dolaşmalarını emretti. Gene 8...) savaş korkusu ile şehirden kaçmış olanların evlerine dönmelerini ve herkesin önceden olduğu gibi, kendi evinde kendi örf ve âdetleri ve de kendi dinlerine uygun olarak yaşamasını emretti. Aynı şekilde örflerine göre patrik seçmelerini de emretti; zira patrik önceden ölmüştü."Francis, yeni patriğin seçimini bütün ayrıntıları dikkate alarak yazmış. Ancak Osmanlı tarihinin gurur verici bir sayfası olarak bilinen patrik-Fatih Sultan Mehmet ilişkisine pek öyle yaklaşmamış. Fatih'in bu davranışında kendilerini aşağılayan, küçümseyen bir eda bulmuş olmalı ki, şöyle yazmış:"Kötü niyetli bu adam da, şehrin kralı gibi davranarak, Hıristiyan krallarının yaptıkları gibi,
yemek yemek ve konuÅŸmak üzere patriÄŸi davet etti. Patrik geldiÄŸinde, hükümdar onu ÅŸan ve ÅŸerefle kabul etti, beraberce uzun süre konuÅŸtular ve patriÄŸe pek çok vaatte bulundu. PatriÄŸin saraydan gitme saati geldiÄŸinde, padiÅŸah, hediye olarak o çok deÄŸerli âsâyı verdi ve kabul etmesini rica etti," (Bu âsânın Hıristiyanlara ait olduÄŸunu ve Fatih'in zaten onlara ait olan bir ÅŸeyi hediye ettiÄŸini hatırlatmak gerek.) "sonra da patriÄŸin isteyip istemediÄŸine bakmadan patrikle, bir atın hazırlanmış olduÄŸu avluya kadar indi ve binmesine yardım etti. Tüm saray erkânına da, patriÄŸe refakat etmesini emretti; ve böylece, bazıları önden, bazıları arkadan giderek, ona kutsal ikametgâhına kadar refakat ettiler. PadiÅŸah Agii Apostoli Kilisesi'ni patrikhane olarak tahsis etti. (...) yeryüzündeki sema olan o ışıldayan Kutsal Agia Sofia Kilisesi'ni ise, kendi inancının mabedi haline getirdi.""Fetih", Bizans'ın ruhunda, güneÅŸi titretecek, yeryüzünü aÄŸlatacak kadar dayanılmaz bir yıkımdı. Yeorgios Francis, yüreÄŸindeki dinmez sızıyı, Konstantinopolis'i "mutsuzlar mutsuzu" diye adlandırarak dile getirmiÅŸ.Çünkü, ÅŸehrini çok sevmiÅŸ...Åžehrin yeni sahipleri olan bizler, Bizans'ı nasıl sevdik?Çok ama çok sevdiysek bile, ona yeterince sahip çıkabildik mi? Ä°lkokulların eÄŸreti müsamere mizansenlerini mumla aratan "fetih" gösterilerine gülüp geçmek dışında, ne yaptık?"Dünya güzeli"mizin böylesine çirkinleÅŸtirilmesine dur diyebildik mi?Jülide ERGÃœDER - 16 Haziran 2000, Cuma Â
button