Güncelleme Tarihi:
Prof. Dr. Naci Görür, “Elazığ’da, Nailbey Mahallesi’nde küçük, kerpiç, tek katlı bir evde meydana gelmişim” diye başlıyor anlatmaya... Sene 1947’ydi. İkinci Dünya Savaşı henüz bitmişti. Türkiye harbe girmemişti ama yokluk vardı… Görür ailesi de zor koşullardan payını almıştı. Marangoz babası, Naci Görür henüz dört yaşındayken hayatını kaybetti. Naci Hoca, “Babamla ilgili iki şey hatırlıyorum, biri hastayken ona su vermiştim. Diğeri bir gün eve geldim ve dayımın kızının ağladığını gördüm. Bana ‘Baban öldü’ dedi...” diye devam ediyor: “Babamdan sonra ben ve annem kaldık. Bir ağabeyim vardı ama o seneler önce aileyi terk edip İstanbul’a gitmiş. Ablam da evlenip Adana’ya yerleşmiş. Bana ‘dede’ dediğim ama aslında dedemin talebesi olan bir zat bakıp büyüttü… ‘Mustafa Naci Hazretleri’ denen asıl dedem Harput’ta bir türbede yatar. Adana’dan Malatya’ya pek çok yerden seveni varmış. İsminin biri ağabeyime biri bana verilmiş. Dedemin talebesi Kazım Efendi’den insan sevgisini, en önemli şeyin insana hizmet olduğunu öğrendim.”
‘HERKESİN HAYALİ MÜHENDİSLİKTİ’
Annesi okuma-yazma bilmiyordu. Tıpkı o dönem Elazığ’daki pek çok kişi gibi… Naci Hoca tam da bu sebeple ailelerin çocukları için en önem verdikleri şeyin eğitim olduğunu vurgulayarak bizi o dönemin Elazığ’ında bir gezintiye çıkarıyor: “Çevremiz de çok okumuş değildi. Buna rağmen Elazığ’da inanılmaz bir aile kültürü, okumaya ve okumuş insana sevgi ve saygı vardı. Ailemiz bizlere ‘Oku, adam ol’ derdi. Herkes çok tutumluydu. En zenginle en fakir arasında görünürde fark olmazdı. Rahmetli annem üzerime titrerdi. Başka işe koşmamı istemez, sadece ders çalışmamı isterdi. Ben de çok okumayı, yazmayı severdim. Şiirler, hikayeler yazardım. Okulda hep iftiharla geçerdim. O yıllar Cumhuriyet’in atılım dönemleriydi. Mühendislik çok kıymetliydi. Ülkeyi kalkındırmak, yol, köprü, baraj, fabrika, havaalanları yapabilmek için mühendislere büyük ihtiyaç vardı. O nedenle fen bölümünde hepimizin idealiydi mühendislik ve devamlı İTÜ’ye çalışırdık…”
HARPUT’TA İLK KAZI TECRÜBESİ
Çok çalışıyordu ama hayal kurmayı da ihmal etmiyordu! Kızılderili filmlerini seyretmekten, Tommiks okumaktan büyük keyif alıyordu. Jules Verne kitaplarıyla dünyayı gezmeyi, maceradan maceraya atılmayı hayal ediyordu. Bunların etkisiyle arkeolog olmaya hevesleniyordu. İlk jeolojik çalışmasını bir biyoloji ödeviyle gerçekleştirmiş Naci Hoca… Şöyle anlatıyor: “Hocamız Fatma Sayın bize ‘Harput’a gidin. Çekiçle kayalardan değişik taşları kırarak farklı özellikleri nedir bakın’ dedi. Ben zaten Harput’a çok giderdim. Değişik taşları kırdım getirdim. Hocamız diğer çocuklara dönerek espriyle ‘Naci, jeolog olacak!’ dedi. Allah söyletti demek gerçekten!” Nitekim Görür, hayalini kurduğu İstanbul Teknik Üniversitesi’nin sınavını kazandı. Üç arkadaşıyla kara trene atladıkları gibi İstanbul’un yolunu tuttular. Onları orada yeni maceralar bekliyordu...
‘TAŞLARLA KONUŞUP ZAMANDA YOLCULUK YAPIYORDUM’
Yalnız İstanbullu değil, İstanbul Teknik Üniversiteli de olmuşlardı! Naci Hoca, “Mutluluktan ayağımız yere basmıyordu!” diye devam ediyor: “Göğüste İTÜ rozeti takmak bir ayrıcalık işareti gibiydi. O rozeti görenler bize sevgiyle bakardı. Bakkaldan bir şey alırken ‘Delikanlı teknik üniversiteli misin? Aferin…” derlerdi. Peki İTÜ’de neler oluyordu? Maden Fakültesi’ne devam eden Görür ikinci sınıftan sonra ana dal olarak jeoloji bölümünü seçti. Bunda özellikle bir hocasının çok etkisi vardı; Türkiye’de ‘jeolojinin babası’ diye anılan, 1948 yılında Kuzey Anadolu Fay Hattı’nı keşfeden Prof. Dr. İhsan Ketin. Ayrıca zamanda yolculuk yapabilmeyi öğrenmişti! Nasıl mı? Şöyle yanıtlıyor Naci Hoca: “Taşlarla konuşmayı öğrendim. Jeoloji öyle bir şey ki taşlar sana o bölgenin ne zaman ve nasıl oluştuğunu, eğer denizdeyse hangi denizde oluştuğunu, o denizin sıcaklığını, tuzluluğunu, içinde hangi canlıların yaşadığı, nelerin cereyan ettiğini söylüyor. Yeter ki okumayı bil! Ben taşlarla konuşmak suretiyle geçmişe seyahat etmeye başladım. Bir yerde 60 milyon sene önceye gittim, başka yerde 300 milyon sene öncesinde buldum kendimi…”
‘USTA-ÇIRAK USULÜ YETİŞTİM’
Ondaki bu azim ve tutkuyu hocası Prof. Dr. İhsan Ketin de fark etmişti… İkinci sınıfın sonunda parlak öğrencisini yanına çağırdı ve üniversitede kalmak isteyip istemediğimi sordu. Görür devam ediyor: “O zamanlar mühendisler için hiç işsizlik sorunu yoktu. Hatta kurumlardan burs teklifleri gelirdi, biz beğendiklerimizi seçerdik; Maden Tetkik ve Arama Kurumu (MTA), Türkiye Kömür İşletmeleri, Devlet Su İşleri, Karayolları, Köy işleri, özel sektör… Ama üniversitede kalmak da benim için inanılmaz bir şeydi, tabii isterdim! Orada İhsan Hocayla ‘usta-çırak’ usulü yetiştim. Sonra İhsan Hoca yanındaki asistanların yurtdışında okuyup yetişmelerini istedi. Beni de İngiltere’ye yolladı. Doktora bittikten sonra da aynı şevk ve heyecanla ülkeme hizmet etmeye döndüm. İhsan Hoca bizi bekliyordu… Etrafındaki ekiple biz, jeolojide Türkiye’nin ‘yıldız bilim timi’ haline geldik.”
FAY HATLARIMDA STRES BİRİKİYOR
Prof. Dr. İhsan Ketin, ekibindeki herkesi Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın bir bölgesinde çalışmak için görevlendirdi. Naci Hoca’nın yeri Niksar-Erba bölgesiydi. Ancak asıl uzmanlığı sedimantoloji (yerkabuğu tortulları) ve deniz jeolojisiydi. Bu uzmanlık, 1999 depremi sonrasında Türkiye’nin dikkatini çekecek, imdadına yetişecekti. Naci Hoca anlatıyor: “1999 depremlerinden önce Marmara Denizi’nde Cambridge Üniversitesi’yle araştırmalar yapıyorduk. 1999 depremi olduğunda İTÜ Maden Fakültesi’nin dekanıydım. Bir hafta sonra asistanlarla bölgeye gittik. Çok kötü olaylar gördük; kokudan çalışamıyorduk, toplu mezarlar vardı. Türkiye 1999’u ‘milat’ ilan etti ama bu 3-5 sene sürdü. Sonra her şey eskisi gibi oldu. Bugün deprem konusunda başarılı tek bir örnek bile yok. Adapazarı 1967 depreminden sonra Körfez’de yaşanabilecek bir depreme karşı uyarılar yapılmıştı. 1997’de tekrarlandı. Kimse umursamadı. Sonunda 55 saniyede 20 binden fazla insanımızı kaybettik. Şimdi yine bir meçhule gidiyoruz. Önlem alınmayınca isyan ediyorsun! Bende stres birikimi yaratıyor bu durum!”
İNSAN OLMANIN ÜÇ VASFI
Prof. Dr. Naci Görür başarısının sırrını, “Çok ve disiplinli çalışmak” diye açıklıyor. Çocukluğunda bünyesine giren ‘insan sevgisi’nden yola çıkarak insan olmanın en önemli vasıflarını şöyle sıralıyor: “Önce insanı seveceksin. Kendine saygın olacak. Karşındakine saygın olacak. Sevgiyi, saygıyı içselleştirmiş insandan mükemmel insan olur. Kendini sevmeyen adam rahatlıkla karşısındakine karşı kırıcı olabiliyor.”
ÇEVRECİLER BANA KIZIYOR AMA...
“Yeryüzüyle ilgili milyon yıl öncesine giden bilgilere sahip olunca olayları daha soğukkanlı değerlendirme imkanı doğuyor. Mesela çevre kirliliği, orman yangınları, volkan patlamaları, hayvan türlerinin yok olması gibi konularda insanlar birdenbire panikliyor. Halbuki mesela meteor çarpması sonucu dinozorlar yok oldu...”