OluÅŸturulma Tarihi: Eylül 09, 2001 00:00
Eyüp, Üzeyir Garih'in katledilmesinden sonra Türkiye'nin sözü en çok edilen semti oluverdi. Eyüp'te başka türlü işlerin arttığının, hatta çiftlerin kabir aralarında bile halvete girmeye başladıklarının duyulması ise çoğumuzu şaşırttı. Aslında bu olup bitenler pek yeni sayılmazdı, semt 16. yüzyılın ortalarında, İkinci Selim zamanında da zıvanadan çıkmıştı. Hükümdar 1567'nin 27 Ekim günü bir ferman yazdırmış ve Eyüp'teki fuhşa derhal son verilmesini buyurmuş, 'İmamlarla müezzinler bundan böyle mahallelerine daha fazla göz kulak olsunlar, yoksa karışmam' demişti.Eyüpsultan tarafları, Üzeyir Garih'in katledilmesinden sonra Türkiye'nin sözü en çok edilen, en bilindik semti oluverdi. Eyüpsultan'ın, özellikle de mezarlığın artık neredeyse hemen her köşesini ezberlemiş gibiyiz...TV'lerimiz caddeden cinayet yerine kaç basamakla çıkıldığından tutun, filánca kişinin kiminle kabir komşusu olduğuna yahut rahmetli feşmekán hanımın mezarından Eyüp Meydanı'na bir koşu kaç dakikada gidilip gelinebileceğine kadar akla hayale gelmedik ne kadar ayrıntı varsa, her akşam vermekle meşguller.DÖRT ASIRLIK GELENEKAma insanları bütün bu olup bitenler arasında asıl bir başka hadise şaşırttı: Tarihi semtin, hatta mezarlığın artık başka türlü faaliyetlere mekánlık eder olması... Tinercilerle şarapçıların mezarlığı mekán tuttuğu senelerden beri bilinmedeydi ama çiftlerin kabir aralarında halvete girdiklerinden doğrusu pek kimsenin haberi yoktu. Havasıyla ve görüntüsüyle en inançsızlara bile faniliği hatırlatan, asırlık ağaçlarının ruha sükûn besteleri okuduğu ve gören hemen herkesin kendisini semte hürmet göstermeye mecbur hissettiği Eyüpsultan artık değişmiş, başka bir hal almış gibi görünmedeydi...Ama iş aslında pek böyle değildi, Eyüpsultan'da pek fazla birşey değişmemişti. Semtte birkaç asır önce, 16. yüzyılın ortalarında, İkinci Selim zamanındaki hadiseler yeniden yaşanıyordu, o kadar...KUMAR, FUHUŞ VE KAZIKO günlerin Eyüp'ü zıvanadan çıkmış gibiydi. Kahvehanelerle, eğlence mekánlarıyla doluydu. Sokaklarında kumar oynanmada, eğlence müziğinin nağmeleri etrafa taşmada, evlerde şarap içilmedeydi. Başka mahallelerden gelme kadınlar Eyüp'te kiraladıkları evlerde fuhuş yapıyor, esnaf da geleni geçeni kazıklıyordu.Eyüp'teki olup bitenler saraya da yansıdı ve zamanın hükümdarı İkinci Selim çileden çıktı. Hemen bir fermanla Eyüp'ün derhal düzeltilmesini buyurdu: Şehrin emniyetiyle görevli olanlar semti ‘‘kötülüklerden’’ temizleyecekler, fahişeler ve kötü iş edenler yakalanıp mahkemeye çıkartılacak, imamlarla müezzinler bundan böyle mahallelerine daha fazla göz kulak olacaklardı. Semt, Hazreti Eyyub'un ismine láyık hale getirilecekti...Yandaki kutuda, İkinci Selim'in Eyüpsultan taraflarının bir düzene sokulması için 1567'nin 27 Ekim günü verdiği fermanın günümüz Türkçesiyle tam metni yeralıyor. Fermanı okuduktan sonra bilmem siz de benim gibi düşünecek ve ‘‘Oralarda 400 küsur senedir her nedense pek birşey değişmemiş’’ diyecek misiniz?400 yıllık fuhuş fermanı‘‘Kadıya emrimdir: Hazreti Ebá Eyyubü'l-Ensári'nin kasabasında ve etrafında kurulu olan mahallelerde fısk ve fücur dolu işler edildiğini
haber aldım.Dine mugayir olan bu gibi hareketlere asla izin veremem. Adı geçen kasabanın mahallelerinde derhal araştırma ve soruşturmalar yapacaksın. Şarap içilmesine ve Tatar bozası imaline mani olacak, evlerde fahişeler varsa hepsini çıkartıp hapsedeceksin.Şimdi yine emrediyorum: İmamlara, müezzinlere ve mahallenin kethüdalarına bundan böyle fesat iş yapanları ve fahişeleri mahallelerine sokmamalarını, eğer gelecek olurlar ise yetkililere derhal haber vermelerini tenbih edeceksin. Mahale imamlarıyla müezzinler şunu gayet bilsinler ki, eğer vereceğin talimatları dinlemezlerse ve mahallelerinde bundan sonra bir fahişe yahut fena işler eden kimseler yakalanırsa, uğrayacakları muamele ve hakaret çok fazla olacaktır.Şehrin emniyetiyle görevli bazı kişilerin fahişelik eden avratları, fesat çıkartanları ve hırsızları köşede kıstırdıklarını, altınlarını ve paralarını alıp sonra bıraktıklarını öğrendim. Bu görevlilere, yakaladıkları fesat kişilerle fahişeleri kanuna teslim etmeleri gerektiğini söyleyeceksin.Caminin yakınında ve çarşıda zar atmayı, satranç oynamayı ve çalgı çalmayı yasak edeceksin. İmamlarla müezzinlerin mahallelerinde bulunan namaz kılmayanları, yalan şahitlik etmekle tanınan kimseleri himaye etmeyerek kasaba sakinlerinin yardımıyla mahkemeye çıkarttırmalarını ve kanuna göre haklarından gelinmesini sağlayacaksın. Bahsi geçen Eyüp kasabasında bulunan kahvehaneleri kapatıp bundan böyle kahvehane açtırmayacak, eğlence yerlerini kaldıracak, dine göre uygun olmayan herşeyi yasaklayacak, çarşı esnafına eksik ve pahalı mal satmamalarını söyleyecek, emirlere uymayanların da kanunun gerektirdiği şekilde haklarından geleceksin. Bu şerefli emrimi özel sicile kaydedecek ve vazifeni daima bu doğrultuda yapacaksın. 975 senesinin hayırlarla dolu Rebiu'l-áhır ayının 23. günü (27 Ekim 1567) Allah'ın koruduğu şehirde (İstanbul'da) yazıldı (Ahmed Refik'in ‘‘16. Asırda İstanbul Hayatı’’ isimli eserinden)’’1930’lu yıllar:Viyolonselde Mesud Cemil, piyanoda Ulvi Cemal Erkin var. ‘Alaturka mı, alafranga mı?’ tartışmasına bulaşmamış iki ciddi müzisyen...Alaturkacının yüzü kara, batıcınınki ondan karaNevit Kodallı'nın Yener Süsoy'a verdiği mülákatta Türk Müziği'nden bahsederken ‘‘Klasik adı altında çalıp söyledikleri Çakıl'ın, Kristal'in meyhane edebiyatı’’ demesi 70 küsur seneden beri bazen açıkça, bazen de gizliden gizliye devam eden bir kavgayı yeniden gündeme geldi: ‘‘Türk Müziği mi, Batı Müziği mi?’’ tartışmasını, yahut eskilerin deyimiyle ‘‘Alaturka-alafranfga?’’ kavgasını.Müzikle alákamı bilen çok sayıda dostumdan ve okuyucumdan hafta başından beri bir hayli mesaj aldım. Kodallı'ya cevap vermemi istiyorlardı.Açık söyleyeyim, bu tartışmaya katılmaya, hiç mi hiç niyetli değilim. Zira bir tarafta çoğu devlet bursuyla dışarıda okuyup ‘‘besteci’’ diploması edinmiş ama değil besteci, bazısı müzisyen bile olamamış bir grup ‘‘mecburi hizmet bestekárı’’, öbür tarafta ise ‘‘milli musikimiz’’ kavramının arkasına sığınıp ciddi müzik yerine kalitesiz havalar çalan ve sadece láf yapanlar var.Ve, çiddi müziğin Türkiye'deki durumu: Devletin 75 senedir devam eden gayretlerine rağmen dünya çapında bir çok sesli müzik bestekárı yetiştiremedik, tabii bu arada eski geleneksel musikimizi de bir güzel süflileştirdik. Derken işi ideolojik hale getirdik, ‘‘Batı Müziği dinleyen ilerici ve solcu, Türk Müziği'nden zevk alan ise gerici ve sağcıdır’’ gibisinden aptalca bir kalıba hapsettik. Hepsi, bu...Tartışmaya daha fazla girmeyecek, sadece iki tarafa da birkaç hatırlatma yapmakla yetineceğim:Burada bir fotoğraf ve bir belge yayınlıyorum. Fotoğrafta Mesud Cemil'i ve Nevit Kodallı'nın hocası olan Ulvi Cemal Erkin'i görüyorsunuz. Mesud Bey viyolonselini eline almış, Erkin ise piyanosunun başına geçmiş, beraberce müzik yapıyorlar.Belge ise, Mesud Cemil'in 1953'ün 6 Mart'ında Ankara'da, Büyük
Sinema'da yapılan 40. sanat yılı jübilesi programının ilk sayfası... Mesud Bey önce Türk MüziÄŸi korosunu idare ediyor, sonra altı ayrı Türk sazını çalıyor ve nihayet Batı MüziÄŸi'ne geçiyor, viyolonselini alıp büyük piyanist ve hoca rahmetli Mithat Fenmen'le beraber Antoniotti'nin ‘‘sonat’’ını seslendiriyorlar. Ä°ÅŸte, Nevit Kodallı'nın gibi olanların bir türlü çizemedikleri resim: ‘‘Gerçek’’ ve ‘‘komple’’ müzisyen olan sanatçıların ‘‘doÄŸu’’, ‘‘batı’’, ‘‘alaturka’’ ve ‘‘alafranga’’ gibisinden kavgalara tenezzül etmeyiÅŸlerinin portresi...Son sözüm, Türk MüziÄŸi mensuplarına: Böyle lüzumsuz tartışmalara girmeyi bırakın, ‘‘Orkestra’’ dergisinde aylardan buyana devam eden tek seslilik-çok seslilik kavgası gibi zavallılıklardan uzak durun, ‘‘öz malımız milli musikimiz’’, ‘‘Orta Asya'dan kalan mirasımız’’ gibisinden sözlerin arkasına sığınmayı da bırakın ve oturun müzik yapın! Bir kendi müziÄŸinizi, bir de bundan çok deÄŸil 20-25 sene öncesinin icralarını dinleyin ve aradaki farkı kavrayacak kulaÄŸa sahipseniz, ‘‘Biz nerede hata yaptık? Bu iÅŸi artık niçin beceremiyoruz?’’ diye düşünün.Nevit Kodallı, musiki tarihine artık eserleriyle deÄŸil, bu çirkin sözleriyle geçeceÄŸine emin olabilir. Ama geleneksel müziÄŸimizin böylesine seviyesiz ve bu derece pespaye bir hal almasında günümüzün ‘‘devlet memuru’’ olan bazı Türk MüziÄŸi mensupları, özellikle de müzisyenlikten nasibini alamamış ‘‘şef’’ yahut ‘‘baÅŸkan’’ gibisinden anlı ÅŸanlı unvanlara sahip ‘‘üstadlar’’ büyük vebal sahibidirler.Â
button