Güncelleme Tarihi:
‘‘Uzun yıllar süren meslek yaşamımda birçok badireyle karşılaştığım gibi son derece ilginç olaylara da rastgeldim. İstedim ki, bu olayları kitaba dökmek suretiyle meslek arkadaşlarıma, tüm kamu görevlilerine, hatta diğer ilgililere aktarabileyim, yaşamlarında daha dikkatli olmalarını sağlayabileyim. Ancak olaylar o kadar çok ve karmaşık ki, hangisinden başlayacağıma karar veremedim. Çağrışım gereği yazmaya karar verdim...’’
Böyle başlıyor Osman Sulhi Aksu. Doğru ya, 38 yıl polis şefliği yaparsa bir insan, neler neler görmez ki, hangisini anlatsın! 1940'larda, kızını kolejde okutmak pahasına kendini satan bürokrat karısından mı başlasın; yoksa 1950'lerde tambur dersi vermek için yalnız genç ve güzel kızları tercih eden, ‘‘derslere mayoyla geleceksiniz’’ şartı koşan, sonunda kızları yaşlı erkeklere yalnızca göz zevki için pazarladığı anlaşılan Tamburi Mihriban Hanım'dan mı?
Ya kocasının borcunu ödemek için fahişelik yapan ve yakalandığı zaman kendini altıncı kattan atmaya kalkan kadın? Aksu'nun anlattığına göre, onu pencerede ayaklarından yakalayarak kurtaran polis memurunun önce kalp krizi geçirmesine, sonra da ölmesine neden olmuş... Ya da, doğum kontrol hapının her yerde bulunmadığı yıllarda, güzel kadınlar gelince, ‘‘doğum kontrol hapı istermisiniz?’’ diye soran, ‘‘Evet’’ cevabı alınca da ‘‘Önce içeri geçin bir muayene edeyim’’ diyen uyanık eczacıya ne demeli!
Tarihten bir başka portre de Aksu'yu rüşvete zorlayan ve bir süre sonra rüşvetten yakalanıp kelepçeli olarak karşısına getirilen idare amiri. Ve cezaevinde kalacağı süreyi hesaplayarak dükkan soyan hırsız gibi, birbirinden ilginç sayısız insan portresi: ‘‘Mecidiyeköy'de bir hırsızlık olayı oldu. Ama hırsız, sanki gelin beni yakalayın, der gibi dükkanın önündeydi. Pantolon, gömlek, biraz da para çalmış. Haline acıdım, dükkanın sahibine dedim ki, şu parayı çıkaralım da çok ceza yemesin. Tamam, dedi. Parayı adama teslim ettik. İfadeyi yazdık. Hırsız okudu, olmamış abi, dedi, parayı yazmamışsınız! Çıkardık, az yat diye, dedim. Olmaz abi, deyip şöyle devam etti, ekim, kasım, aralık, ocak, şubat, mart, nisan, yedi aylık suç işledim, kalacak yerim yok.’’
POLİS AKADEMİSİ
Yıl 1946. Göreve başladığı gün Osman Sulhi Aksu'ya bir tabanca verirler. Okulda aldığı bilgileri hatırlar. En önemlisi şudur: ‘‘Silah kullanmayı gerektiren bütün hal ve şartların oluşması halinde bile, silah kullanmadan önce, olayı silah kullanmadan önlemeye ve mümkünse kalabalıklarda kullanmamaya gayret et. Kullanma zorunluluğu oluşmuşsa kişiyi öldürmeden, yaralayarak yakalamaya çalış...’’ O da 38 yıl süren meslek hayatında silah kullanmayı gerektiren bir olayla karşılaşmadığını ya da karşılaştığında silah kullanma gereği duymadığını anlatıyor. Ama bir olay dışında!
Yıl 1947, haziran. Aksu, 24 yaşında genç bir komiserdir. Şişli Karakolu'nda görevlidir. Her gece saat 24.00'ten sonra devriyeye çıkmaktadır. Tabii ki bir polis aracı yok, otobüs yok, tramvay da saat 23.00'te son seferini yapıyor. Yaya olarak, Harbiye'den başlıyor, Pangaltı, Sinemköy, Kurtuluş, Feriköy, Bomonti üzerinden Mecidiyeköy'e gidiyor. O zamanlar gerçekten köy olan Mecidiyeköy'e kadar bir iki tane dışında ev de yok ve yolu Ermeni mezarlığından geçiyor. Dut ağaçları arasında yürürken, daha önce iki kez soyulan Vasfi Rıza Zobu'nun villasından çıkan adamı görüyor. ‘‘Dur’’ diye bağırıyor ama kaçmaya başlayınca ilk kez orada silahını çıkarıyor ve havaya ateş ediyor.
Etmesiyle birlikte oluşan ve Polis Akademisi filmlerini çağrıştıran kare şöyle: Elinde silahıyla donup kalmış olan polis, altında bulunduğu dut ağacından akmakta olan suyla ıslanmakta ve o sırada ağaçlardan bir sürü adam inmektedir. Aksu şaşkınlıktan küçük dilini yutmadan önce mesele anlaşılır. Dut işçileri ağaç dalları arasına koydukları tahta kerevetler üzerinde yatmışlar, su ihtiyaçlarını gidermek için de yanlarına teneke ile su almışlardır. Genç komiserin mermisi tenekeye isabet ederek delmiş, su üstüne akmaya, işçiler de neye uğradıklarını şaşırarak ağaçlardan inmeye başlamıştır. Sonuçta kaçan adamın da villanın bekçisi olduğu anlaşılır. Aksu, gülerek yoluna devam eder.
GELİNLİ EV KARAKOLU
Osman Sulhi Aksu 1950'de de İstanbul İçerenköy Karakol Komiseri. İçerenköy o sıralar 36 haneden ibaret, fakir bir semt. İki bakkalı, bir de kahvesi var. Karakol binası, bitişikte oturan bir anne kızdan 11 liraya kiralanmış, iki katlı ahşap, harap bir bina. Telefonu ve suyu yok. Elektriği var ama ampul ödeneği bulunmuyor. Son otobös yatsıdan sonra gidiyor. Emniyet Amiri'nin makam arabası o yıllarda sepetli bir motosiklet olduğuna göre, Aksu'nunki de sade bir bisiklet. Dört memuru, bir de bekçisi var Aksu'nun. Hepsi de ilkokul mezunu.
Sonunda birgün karakola lise mezunu Orhan atanır. Aksu çok sevinir bu işe, ama tecrübesiz olduğu için gece devriyelerine bizzat kendisi çıkmakta, onu karakolda bırakmaktadır. Bir gece devriyeden dönüp odaya girdiğinde, Orhan'ı silahını doğrultmuş onu beklerken bulur.
- Dur, bir adım daha atarsan tetiği çekerim
- Orhan benim, ne yapıyorsun?
- Görüyorum, gözüm kör değil. Seni vuracağım, oyunlarına alet olamam.
İşin şakası yoktur. Orhan'ın eli tetikte, tetiğin emniyeti de ayaktadır.
- Şimdi sorularıma doğru cevap ver der, polis memuru Orhan. Söyle bakalım, bu gelini bana niye gönderiyorsun?
- Hangi gelini Orhan?
- Telli duvaklı gelini...
Durumu çözmeye başlar Aksu. Arka tarafında bir kuyu olan karakolun halk arasındaki adı Gelinli Ev'dir, çünkü yıllar önce buraya gelen gelinin ertesi gün üzerinde gelinliği ile kuyuda ölü bulunduğu rivayet edilmektedir. Orhan bundan etkilenmiştir ve Aksu bu durumun ruhsal bozukluğu olanlar için hayal görmeye kadar gidebileceğini bilmektedir. ‘‘Evet şimdi hatırladım’’ der, ‘‘O hepimize gelmişti ama bekar olanları tercih ediyor, sen de bekarsın, belki beğenirsin diye gönderdim’’ diyerek yaklaşmaya başlar. Orhan'ın kafası karışırken, aradaki mesafeyi kapatır. Polis Okulu derslerinde öğrendiklerini devreye sokar ve alttan tabancaya vurup kendisi yere çömelir, tabanca gürültüyle duvara çarparken de Orhan'ın suratına bir tokat yapıştırır. Ağlamaya başlayan Orhan'a ‘‘Doğru evine git, bir hafta dinlen’’ diye bağırır. Ama Orhan gidemez, çünkü karanlıktan ve mezarlıktan korkmaktadır. Düdükle bekçiyi çağırır ve Orhan'ı evine yollar Aksu. Bir hafta sonra gelince de ‘‘Otur yaz’’ der, ‘‘Ruhsal bozukluğumdan dolayı bu mesleği yürütemeyeceğimden istifa ederim.’’
Yıllar sonra, Emniyet Müdürü'yken birgün kapının önünde bir Jaguar durur. İçinden inen Orhan'dan başkası değildir. ‘‘Elimi öptü, hatırımı sordu’’ diyor Aksu. ‘‘Almanya'da film yapıp satıyormuş... Ama anladığım kadarıyla ruhsal bozuk filmler yapıyormuş (Porno demek istiyor)...’’
BAŞLARKEN
Osman Sulhi Aksu, Cumhuriyet'le yaşıt. Ve neredeyse cumhuriyet tarihi boyunca polis şefliği yapmış; 1950'lerin, '60'ların, '70'lerin Türkiyesi'ni Emniyet penceresinden seyretmiş bir okullu ve alaylı. Okullu, çünkü İstanbul'da Polis Koleji'ni, Ankara'da Polis Akademisi'ni bitirmiş, yetmemiş İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde okuyup Coğrafya Bölümü'nden, üstüne bir de Gazetecilik Enstitüsü'nden mezun olmuş. Alaylı, çünkü meslek hayatı boyunca her gün yeni birşey öğrendiğini kabul ediyor.
Bakınız; 1946-49 Şişli Mecidiyeköy Komiseri, 1950 Ağır Suç Kısım Komiseri, Türkiye'nin İlk Dedeftif Kurs Amiri, 1951 Ahlak Zabıtası Amiri, 1957 Çocuk Bürosu Kurucu Amiri, Kaçakçılık Kısım Amiri, İnterpol Başkanı, 1960 Şanlıurfa Emniyet Müdür Vekili, 1961 Kırşehir Emniyet Müdürü, 1963 Adıyaman Emniyet Müdürü, 1965 Mardin Emniyet Müdürü, 1967 Polis Radyolar Müdürü... Bütün bu görevlerde bulunurken kimbilir neler yaşadığını tahayyül etmek oldukça zor olsa gerek. Ama Aksu'nun kartviziti sadece bunlardan ibaret değil. Devam ediyoruz; başta Kadınları Koruma Derneği (!) olmak üzere pek çok derneğin kurucusu, Polis okullarında öğretim üyesi, Türkiye'nin ilk trafik kursunun öğretmeni, çeşitli liselerde Felsefe, Matematik, Psikoloji, Sosyoloji, Ahlak dersi öğretmeni, 1981 Polis Teftiş Kurulu Başkanı, İstanbul Bölgesi Polis Başmüfettişi... 20 binden fazla öğrenci yetiştirdiğini anlatıyor. Bugün evinde, hala öğrencileri var. Ve 14 mesleki, çok sayıda hikaye, şiir kitabı... Bir de tek başına hazırladığı bin sayfalık bir ‘‘Ansiklopedik Polis Sözlüğü...’’
‘‘Çok değişik görevlerde bulunup, olaylara çok değişik bir açıdan yaklaşan bir kişi’’ olduğunu söylediği için görüşmek istedik Osman Sulhi Aksu'yla. Nitekim anlattıklarından ve yazdıklarından da bu anlaşıldı. Mesela 1950-60 yılları arasında İstanbul'da yaklaşık on bin eve baskın yapmış, aramış; hepsinde de cebinde bir arama izni mutlaka varmış... ‘‘Meslektaşlarımızın çoğu, bağırarak çağırarak, zorlama hareketlerde bulunarak sonuca gittiklerini zannederler. Ben daha çok gülerek, psikolojik açıdan yaklaşarak, olayın manevi ve insani yönünü gözönüne bulundurarak ulaşıyordum istediğim bilgilere’’ diyor.
1983'te emekli olan Aksu, şimdi anılarını yazıyor. Bitirdiğinde ‘‘Anılar ya da Çağrışım’’ adı vererek, ilgilenecek bir yayınevine vermek istiyor. Büyük bir bölümünü dinlediğimiz o anılar ki, adeta ‘‘Emniyet'in Gayrıresmi Tarihi’’ niteliğinde. Üstelik Aksu bunlara ‘‘suya sabuna dokunmayan’’ anılar diyor. Bu yazı dizisinde, tahsilli, kültürlü, Charles Boyer kadar yakışıklı, arı gibi çalışkan ve en önemlisi idealist bir polis şefinin yaşadıklarının, özetinin özetinin özetini okuyacaksınız. Suya sabuna dokunan anılar ise bir dahaki diziye...