Güncelleme Tarihi:
Cezaevlerine siláh ve cep telefonundan sonra sıcak lahmacun servisinin de yapıldığı ortaya çıkınca herkes birbirine ‘‘Ne olacak bu hapishanelerin hali?’’ diye sormaya başladı. Bana kalırsa hiçbirşey olmayacak ve herşey aynen devam edip gidecek. Sebebi ise cezaevlerindeki bu gibi olayların bize eski zamanlardan kalma bir miras olması ve işte bu mirasın belgeli öyküsü...
Aylardır hapishanelerin nasıl olup da zıvanadan çıktığını tartışıyoruz. Devletin cezaevlerinde artık sözünün geçmediği hemen her olayda ortaya çıkıyor; meselá Türkiye'nin en modern ve en sağlam hapishanelerinden biri olan Kartal Cezaevi'nde Erol Evcil'in hücresinde 150 bin dolar bulunuyor, Alaattin Çakıcı sipariş ettiği lahmacunları beğenmeyip geri yolluyor. Bir başka cezaevindeki tutuklular gitmeyi aylarca reddettikleri mahkemeye ancak yüz küsur askerin katıldığı geniş bir operasyondan sonra yollanabiliyor, otellerde zevk ve safa álemi yapan mahkûmlar birdenbire sırra kadem basıyorlar ve ‘‘Ne olacak bu cezaevlerinin hali?’’ diye birbirimize soruyoruz.
Bana kalırsa hiçbirşey olmayacak, herşey aynen bugünkü gibi devam edip gidecek. Sebebi ise cezaevlerinde şimdilerde yaşananların bugünün olayları değil, eski zamanlardan kalan bir miras olması.
İşte, asırlar öncesine dayanan bu mirasın belgelerinden biri: Bundan 98 yıl öncesinin Adliye Nazırı yani adalet bakanı olan Nureddin Paşa zamanın sadrazamna gönderdiği yazıda hapishanelerde olup bitenleri anlatıyor ve İçişleri Bakanlığı'nın ilgisizliğinden yakınıyor.
İstanbul'daki Osmanlı Arşivleri'nde bulunan Y.A-Hus.429/47 numaralı bu belgeyi Osmanlı hapishaneleri konusunda birkaç sene önce başladığı çalışmasını bir türlü bitiremeyen ama gelecek için umut vaadeden genç tarihçi Gültekin Yıldız'dan aldım.
Adliye Nazırı Abdurrahman Nureddin Paşa 11 Mayıs 1902 tarihli yazısında hapishaneler hakkında bakın neler diyor:
‘‘Bazı ceza davalarının uzaması yüzünden tutuklular cezaevlerinde gereğinden fazla kalmakta, İstanbul'daki ve diğer viláyetlerdeki hapishanelere her türlü siláh girmekte, mahpuslar istedikleri yerle her şekilde haberleşebilmekte, dışarıdan çamaşır, elbise ve diğer eşyaları serbestçe getirtebilmektedirler. Bazı adliye müfettişleri görevlerini gereği gibi yapmamakta ayrıca hapishanelerdeki hastahanelerin ihtiyaçları karşılanmamaktadır. Gerçi hükümlülere karşı sert uygulamalarda bulunlamaktadır ama gardiyanların hükümlülerle bu şekilde anlaşma içerisinde bulunmalarına da meydan verilmemesi gerekir.
Padişah hazretlerinden gelen bu konudaki şerefli emir üzerine böyle hareketlerin önüne geçilmesi için bakanlığımızda acil bir çalışma başlatıldı. Yargıtay başsavcısına bir yazı gönderilerek cinayet davalarının bir aylık yasal zorunluluk süresinde neticeye bağlanması istendi. Adliye müfettişlerine her ayın sonunda hapishaneleri denetleyerek durumlarının gözden geçirilmesi ve davalarının uzaması yüzünden içeride kalan tutuklu sayısının artışına dikkat edilmesi talimatı verildi. Hapishanelerde güvenliğin sağlanması işi, bilindiği gibi İçişleri Bakanlığı'nın görevidir. Adliye müfettişlerin ve özel komisyonların cezaevlerinde yapılması gereken düzenlemelerle ilgili raporları konu, yer ve zaman belirtilerek İçişleri'ne gönderilmesine rağmen bugüne kadar hiçbir cevap alınamadı’’
Bundan 98 yıl öncesinin adalet bakanı o zamanın cezaevlerinde olup bitenleri işte böyle anlatıyor. Dolayısıyla böyle bir hapishane mirasına sahip olduktan sonra şimdi birbirimize ‘‘Ne olacak bu hapishalelerin hali?’’ diye sormamıza bilmem gerek var mı?
Kumar, içki, esrar, ne ararsan var
Ulunay anlatıyor
Refi' Cevad Ulunay, Türk basının çok önemli bir ismiydi. Gençliğinde İttihad ve Terakki Partisi'nin aleyhinde yazınca sürgüne yollandı. İstiklál Savaşı yıllarında Milli Mücadele'ye karşı çıktı, 150'likler listesine konuldu ve yeniden sürgüne gitti. 1938 affıyla İstanbul'a ve eski mesleği olan gazeteciliğe döndü. Senelerce köşe yazarlığı yapıp kitaplar çıkarttı. Politikayla bir daha uğraşmamaya yemin etmişti ve hayatının sonuna kadar tek bir siyasi yazı bile yazmadı. Kıvrak kalemiyle ve son derece akıcı üslubuyla siyaset dışında kalan güncel konuları işledi.
Dünyaya 1968'de veda ettiğinde, Türkiye'nin en çok okunan köşe yazarlarındandı.
19. yüzyılın sonunda hapishane olarak kullanılan eski Mehterhane binasında olup bitenlerin konu edildiği aşağıdaki bölümü ve bu sayfadaki büyük fotoğrafı, Ulunay'ın ‘‘Sayılı Fırtınalar’’ isimli kitabından aldım. Okuyun ve hapishanelerimizde bugün olup bitenlerin aslında yeni değil, çok eskilere uzanan bir zincirin halkaları olduğunu görün.
‘‘Mehterhane, memleketteki bütün hapishaneler gibi bir álemdi. Tutuklu, zanlı ve mahkum olanın günlük hayatındaki değişiklik evinden yahut dükkánından alınarak muayyen bir müddet için ayrı bir binada bulundurulmasından ibaretti. Bir mahpus dört duvar arasında kalıyor fakat hiçbir şeyden mahrum olmuyordu. Hele azılı ve paralı olursa mutlaka bir koğuşun başında bulunuyor ve o koğuşta bulunanlar onun emrine ve hükmüne tabi oluyordu.
Hatırlı bir mahpusun ahçısı, uşağı vardı. Yemek malzemesi dışarıdan aldırılır, tatlısı ile, tuzlusu ile ne isterse pişirtebilirdi. Hatta akşamları mükemmel meze ile çakıntı (içki álemi) bile yapılırdı.
O zamanki idare sisteminin esası ‘‘sızıltıya meydan vermemek’’ olduğu için hapishane müdürleri, gardiyanlar, hapishanelerin bu şekilde idaresini pek tabii buluyorlardı. Onlar için bundan başka bir idare tarzı mevcud değildi. Yalnız müdür ‘‘dostlar alışverişte görsün’’ gibisinden içeriye bir gözatmayı düşünürse, hemen haber gönderilir, müdür beyin sözümona teftişi sırasında koğuşlarda kumara ara verilir, kısa bir müddet için esrar kabağı ortadan kalkardı.
İstanbul'un çapkınları aslında zeki ve alaycıdırlar. Bir şekilde içeriye düşenler birkaç aylık, belki de birkaç senelik misafirliği hoş geçirmeye bakarlar, aralarında hokkabazdan kuklacısına, karagözcüsüne, hánendesine, sázendesine kadar hepsi mevcud olduğu için her türlü eğlentiler yapılırdı...’’
Pandanın akıbeti zürafaya benzemesin
Türkiye'ye Sadettin Tantan'a Çinliler'in hediye edeceği pandadan bir önce gelen nadir ve canlı hediye 1823'te İkinci Mahmud'a Mısır'dan yollanan zürafaydı. Ama zavallı hayvan saraylıların gösterdiği büyük sevgiye dayanamadı ve gelişinden birkaç ay sonra uzun boynunu büküp Topkapı Sarayı'nın avlusuna bir daha kalkmamacasına uzanıverdi. Ben pandaların akıbetinin de aynı olması halinde Türkiye'yi bütün dünyanın diline dolamasının endişesindeyim.
Sadettin Tantan'ın pandaları bugün-yarın İstanbul'da olacaklar. Gönlüm aslında bu sevimli mahlukların Türkiye'ye hiç getirilmemesinden yana. Zira üzerlerine bütün dünyanın nasıl titrediğini, basının peşlerinden nasıl koştuğunu ve kapatıldıkları hayvanat bahçesinde herşeyin onların keyfine göre ayarlanması yüzünden hayatın oranın personeline ve bölgenin mülki idarecilerine nasıl zehir olduğunu gayet iyi biliyorum.
Hele başlarına bir iş gelecek, meselá İstanbul'a varmalarından hemen sonra
-Allah korusun- ruhlarını teslim edecek olurlarsa... Batı'nın İmralı'daki davaya yahut Diyarbakır'daki tutuklamalara tepkisi böyle bir hadise karşısında göstereceğinin yanında tutkulu bir aşk; ‘‘katil’’, ‘‘cani’’, ‘‘soykırımcı’’ gibi ifadeler ise boynumuza asılacak yaftadaki ithamların yanında muhabbet fısıltısı gibi kalır.
Ben, pandaların gelmesini işte bu yüzden istemiyorum. Hele Tantan'a verilen bu nadir hediyeden bir önceki canlı hediyenin, 1823'te Sultan İkinci Mahmud'a yollanan zürafanın başına gelenleri hatırladıkça ‘‘Çinliler vazgeçip yollamasalar ne iyi olur’’ diye düşünüyorum.
İkinci Mahmud dönemi tarihçilerinden Hızır İlyas Ağa ‘‘Letáif-i Enderun’’ isimli eserinde zürafanın İstanbul'a gelişini bakın nasıl anlatıyor:
‘‘Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa hazretleri ‘‘zürafa’’ denilen ve Anadolu'da ismi var-cismi yok olan mübarek gövdeli hayvanlardan birini Habeşistan taraflarında yakalatıp deniz yoluyla İstanbul'a, Allah'ın gölgesi olan padişaha gönderdi. Şimdiye kadar görülmemiş ve görülmesi de mümkün olmayan bu hayvanı karşılayabilmek için herkes iskele tarafına koşuştu. Padişah hediyenin geldiğini işitince 1823'ün 27 Kasım günü ferman buyurdu ve zürafa Çinili Meydanı'nda huzura çıkartıldı. Hünkárın sayesinde saray mensupları da hayvanı seyretmiş oldular. Zürafayı şaşkın gözlerle seyredenler hayvanın karşısında Allah'ın kudretini düşünmekten başka bir iş yapamaz oldular. Beygiri andırıyordu ama da başı öküze, boynu deveye ve gövdesi de kaplana benziyordu. Padişahı güldürmekle görevli olanlar bazı saray mensuplarının bakışının veya koşuşmasının zürafa gibi olduğunu söylediler’’
Saray mensupları, Hızır İlyas Ağa'nın İstanbul'a gelişini böyle hikáye ettiği zürafayı kısa zamanda maskaraya çevirirler. Zürafa, Sultan Mahmud'un eğlenmesi için artık hemen her gün sarayın bahçesine çıkartılmakta, saraylılar boynuna çıkıp yarış atı gibi oradan oraya koşuşturmaktadırlar. Derken zavallı hayvan gösterilen bu büyük sevginin ve muhabbetin altında kalır, uzun boynu bükülür, gelişinden birkaç ay sonra Topkapı Sarayı'nın avlusuna boylu boyunca uzanıverir.
Ben pandaların akıbetinin de aynı olması halinde Türkiye'nin bütün dünyanın diline dolanacağının endişesindeyim ve gönderilmelerini işte bu yüzden istemiyorum.