En yakışıklı dede

Güncelleme Tarihi:

En yakışıklı dede
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 03, 2002 20:30

Bülent Ecevit gibi Robert Kolejli, yine onun gibi gazetecilik kökenli, ama şair değil fotoğrafçı. Kolej yıllarından bu yana sosyal demokrat; sosyal demokrasinin kitabını değil, kitaplarını yazdı, ama biliyorsunuz sosyal demokrasi Türkiye'deki makus talihini bir türlü yenemedi.

Şimdi söylediğine göre, bunu başarmak için Yeni Türkiye'nin başında. 1987'de parlamentoya SHP milletvekili olarak girmiş, 12 Eylül'de kapatılan CHP'nin yeniden açılması üzerine 1993'te eski partisine geçmişti. O dönem Deniz Baykal'ın da imzalı yazılarının olduğu Yeni Sol adlı kitabı piyasaya çıkmıştı. Yeni Sol'u yine 10 yıl öncesi gibi tanımlıyor ancak partisini kitabın yayımlanmasından kısa bir süre sonra, DSP'ye geçerek yolunu ayırdığı Deniz Baykal'la değil Hüsamettin Özkan ve Kemal Derviş'le kurmayı tercih etti. Üç ay Kültür Bakanlığı yapan, son iki dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem, cumhuriyet tarihinde bu görevde en uzun kalan üçüncü kişi oldu. Politikadaki tarzı kadar yakışıklılığı, nezaketi ve çağdaş görüntüsüyle de son yıllarda iyice yükselen Cem'i, farklı ve bilinmeyen yanlarıyla Ankara'nın o tozu dumanı içinden çıkarmak hiç de kolay olmadı.

1940 yılında, İstanbul Teşvikiye'de doğar. Türkiye'nin ilk film yapımcılarından, 1901 Selanik doğumlu babası İhsan İpekçi, ailesinin ipek ticareti yaptığı dönemde sinema işletmeciliğine başlamış, İpek Film'deki çalışmalarının yanısıra İhsan Koza takma adıyla roman ve senaryolar yazmıştır. Bir Millet Uyanıyor, Bataklı Damın Kızı Aysel, Senede Bir Gün, Yalnızlar Rıhtımı, Zümrüt gibi unutulmaz filmlere imza atan İpekçi, sanata düşkün, ince ruhlu biridir. İsmail Cem, doğduğu ortamı ‘‘talihli’’ sayar ki hayatta yapmak istediklerini, siyasi duruşunu bu ortam belirleyecektir:

‘‘Annem ve babam, iyi eğitim almam, kendimi geliştirmem için her türlü imkanı sağladılar. Bu bana hep şunu düşündürdü: Acaba başkaları benim imkanlarıma sahip olsaydı, benden daha başarılı, verimli insanlar olmazlar mıydı? Tabii ki olurlardı. Ama Türkiye'de milyonlarca insan bu imkanlardan yoksun. Bu benim siyasi dinamiğimi oluşturdu.’’

Çocukluğundan hatırladığı tek şey ‘‘mutluluk’’ duygusudur. Haylazlıklar ise kolej yıllarına denk düşer. Ortaokuldan itibaren ‘‘lider-yaramazlar’’ grubundandır. ‘‘Zaman zaman yüksek notlarla şeref listesine girsem de hiçbir zaman süper bir talebe olmadım. Ama ikmale de kalmadım. Hocalara sık sık numaralar yapardık, o zaman en büyük yaramazlık yatılıyken kaçıp Bebek'teki pastaneye gitmekti.’’

SİYASETE KOLEJDE BAŞLADI

Robert Kolej'de meydana gelen ve Türkiye'nin ilk öğrenci hareketi sayılabilecek olayı fotoğrafladığında henüz 15-16 yaşındadır. Mühendislik Okulu Dekanı Robert E. Butterfield'in görevden alınması üzerine yürüyen ‘‘abilerini’’ görüntülediği fotoğraf, eniştesi Ali Ulvi sayesinde Cumhuriyet'te yayımlanır. Çok gururlandığı bu olay gazeteciliğe olan merakını arttırır. Abilerinin yaşına geldiğinde ise çoktan siyasete girmiştir. Lise sonda, CHP Teşvikiye Ocağı Gençlik Kolu Başkanı'dır. 1960 öncesi, olaylı yıllardır, Talebe Cemiyeti başkanlığı, İnönü'nün evi önünde nöbet tutmuşluğu vardır. Peki ondaki siyasi şekillenmeyi tetikleyen kimdir?

‘‘Kimse değil, hissettiklerim. Dünyada bir adaletsizlik duygusu olduğunu erken yaşta kavradım. Hatta bunu anlatan Sabahleyin Sokaklar adlı bir şiirim ortaokulun yıllığında yayımlandı, birincilik aldı. Babam -başına gelecekleri bildiği için rahmetli- okulu bitirdikten sonra beni yurtdışına göndermeye çalıştı. Evlenmiştim de, Elçin'in babasıyla ikisi 'Biz her türlü imkanı sağlarız, ister Amerika, ister Avrupa, gidin master, doktora yapın' dediler. Ama, 'yok, memleket bizi bekliyor' dedik.’’

Üniversitede seçtiği bölümleri de bu siyasi yaklaşımı belirler; İsviçre Lozan Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden 1963'te mezun olur. Ama ‘‘memleket beklediğinden’’ babaların teklifi reddedildiği için, Paris Siyasal Bilgiler Enstitüsü'ndeki Siyaset Sosyolojisi masteri ancak 40'ından sonra gerçekleşir (1981). Üniversiteden hemen sonra, Milliyet'te gazeteciliğe başlar, Cumhuriyet'te yazı işleri müdürlüğü, TRT Genel Müdürlüğü, Politika ve Güneş'te yazarlık yapar. 1971-74 arası Gazeteciler Sendikası İstanbul Şube Başkanı'dır. Neredeyse çocukluğundan bu yana istediğinin bu olduğunu söyler: Ama gazeteci yazar, ama siyaset adamı olarak siyasi mücadelenin içinde olmak... Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi'nden 12 Mart'a, TRT'de 500 Gün'den Sol'daki Arayış'a, Gelecek Üzerine Denemeler'e 13 kitaba imza atar. 1987 ve 1991 dönemlerinde İstanbul, 1995 ve 1999 dönemlerinde Kayseri'den milletvekili seçilir. 50. Hükümet'te üç ay Kültür Bakanlığı yapan, son iki dönemin Dışişleri Bakanı Cem, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi ve Batı Avrupa Birliği Asamblesi üyeliklerinde bulunur.

Hepsini, bilerek sıraya dizmese de, sırayla yapar. Tutkusu fotoğrafla ilgisini de bunların yanında, hiç ayrılmadan yürütür. Mevsimler, fotoğraf kitabıdır. Onu en çok tanımlayan hangisidir? ‘‘Bütünü. Hangisinden uzak kalsa, onu özler.’’

SOYADINI 1975'TE DEĞİŞTİRDİ

İsmail Cem'in hayatındaki önemli dönemlerden biri, Bülent Ecevit'in mavi gömleğiyle fırtınalar estirdiği 1974-75 yıllarına, TRT Genel Müdürlüğü koltuğunda oturduğu 500 güne denk düşer. Haftalık yayının 22 saatten 50'ye çıktığı, yayın alanının 60 binden 140 bin kilometrekareye yükseldiği, yeni bir radyo şebekesinin ‘‘halk üniversitesi’’ şeklinde yayına girdiği bu yıllar, hantal TRT atağa kalkmıştır. Ama karşılığında da bol bol suçlama, saldırı gelmiştir. Neden?

‘‘İyi iş yapan, ezberleri değiştiren, oyunun kurallarını bozanlarla herkes uğraşır! TRT gibi hantal bir yapı, patlama yaptı, halkın sevgilisi oldu. İkinci kanalı başlatıyorduk, renkliye geçecektik, inanılmaz bir mucizeydi. Niye istemediler. Çünkü halk çıkıyordu ekrana. Ama AP'liler kadar CHP'liler de hoşlanmadı bizden, kartvizitle işe adam almadık diye.’’

İşte, şu sıralar sık sık gündeme getirilen ‘‘soyadı değişikliği’’ de o zaman gerçekleşir. Ama bu hikayeye daha önceden başlamak gerekir: 1963'te Milliyet'te ilk yazısını yazıişleri müdürü Turan Aytül'e verdiğinde, Aytül, Cem'in kuzeni Abdi İpekçi'yi kastederek, ‘‘Abdi Milliyet'e yakınlarını almamak için özen gösterir. Sen bunu haketmiyorsun ama aynı soyadı yanlış anlaşılabilir. Başka bir adın yok mu?’’ der. Evet vardır, büyükbabasının İsmail adını da taşımaktadır Cem İpekçi. Aytül imzasını İsmail Cem olarak atar. Sonra kitaplarını da bu isimle yayımladığı gibi, TRT'deki imzalarını İsmail Cem olarak atacaktır. Ancak bir gün mecliste bu gündeme gelir; AP'liler ‘‘TRT genel müdürü yasaları çiğniyor’’ der. Devlet memurlarının imzalarında soyadlarını kullanma zorunluluğu olduğunu böylece öğrenen Cem, -o dönemdeki delikanlılık psikolojisinin de etkisiyle- ‘‘onların dediğini yapacağıma, adımı değiştiririm’’ diye düşünür. İsmail Cem İpekçi adı, böylece hukuken İsmail Cem'e dönüşür.

Ama soyadını değiştirmesi, bazı kesimlerce mensup olduğu aileyle ilişkilendirilir. Köklü bir Sabetaycı aileden geldiği, yani halk arasındaki deyimiyle Selanik dönmesi olduğu konuşulur durur. İlgaz Zorlu, ‘‘Cem'in dedesi haham’’ diye yazar. Peki 2002 Türkiyesi'nde bunlar hálá problem midir? Kestirip atar İsmail Cem: ‘‘Bunlar saçma sapan laflar. Ailemin Atatürk'ün hemşehrisi olması benim için en büyük gurur. Ben hiç böyle bir şey duymadım ailemde, hiç konuşulmadı, hiç de okumadım.’’

HAYATI ISKALIYOR

Çok kolay bir hayatı olmamıştır tabii. Tüm sıkıntılı dönemlerde ‘‘ev’’in yükü hep olduğu gibi eşinin sırtındadır. Onun ev hayatına, çocuklara katkısı ne kadar olmuştur peki? ‘‘Hiçbir zaman uzak değildim ama böyle bir hayatta aile olayı ister istemez dengesiz bir şekilde eşlerden birinin üzerine kalır.’’ Ama eşi Elçin Cem, fazla çalışkan, sorumluluk sahibi eşinin, her zaman çocuklarına düşkün olduğunu söyler.

Dünyanın her yerinde yaptığı bütün konuşmalarını bizzat kendi yazar. Politika dışındaki hayatını ailesinden sonra dolduran üçlü, internet, Galatasaray ve fotoğraftır. Çok az uyur, sabahlara kadar dünyanın dört bir yanından gelen mail'lere cevap verir, sabah internetten tüm dünya gazetelerini okumuş olarak çıkar evinden. Koyu bir taraftardır, maçları yakından takip eder. Fotoğraf ise neredeyse yaşıyla yaşıt tutkusudur. Sanatın politika yapışını bütünlediğini düşünür; ama politikada çok acı gerçeklerle uğraştığı için, sanatta-fotoğrafta daha çok soyut güzelliklere, renk uyumlarına yönelir. Bu yönelişi son zamanlarda onu dijital fotoğrafa götürür. Bilgisayarla bütünlüğü hoşuna gidince, fotoğrafla oynamaya başlar. Hatta bu konuda bir kitaplık malzeme de biriktirir; ‘‘Sayısal Rüya’’ olacaktır adı. Türkiye'nin sergi açan ilk ve tek bakanı olmasına rağmen, o yine de Şakir Eczacıbaşı'nı kıskanır; fotoğraf uğruna günler boyu dolaşabildiği için. Kimbilir... ‘‘Belki bir gün Şakir Eczacıbaşı'nı, bir de -o benim fotoğraf tarzımı sevmez ama, ben onunkilere hayranım- Ara Güler'i koluma takarım, fotoğraf makinelerimizle Anadolu'ya açılırız. Müthiş, müthiş!’’

Çok sevmesine rağmen sanata yeteri kadar zaman ayıramamaktan yakınır. Bir arkadaşının ‘‘Biz bu ciddi şeylerle uğraşmaktan hayatı ıskalıyoruz’’ sözüne çok katılır. Ya dans? Nedense ‘‘her türlü dansı çok iyi bildiğine dair’’ bir şayia vardır! ‘‘Dans mı? Hiç bilmem. Beceremem. Bilsem de oynar mıyım bilmiyorum ama benim bütün dansım, seçim dönemlerinde mitingden sonra partililerle çekilen halaydır.’’ Peki, meslektaşı Yorgos Papandreu Sisam-Kuşadası Buluşması'nda o şahane Zeybetiko'ları yaparken kendisi ne yapmıştır: ‘‘Hiç. Kenarda durup tempo tuttum.’’
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!