Cansu ÇAMLIBEL
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 31, 2011 00:00
Uluslararası Politik Psikoloji Derneği’nin Bilgi Üniversitesi’ndeki yıllık buluşması için İstanbul’a gelen ve tartışmalı deneyleriyle meşhur İskoç sosyal psikoloğa göre İslamofobinin kökeninde Batı’nın erdem paradoksu var
İskoç sosyal psikolog Steve Reicher kitle psikojisi ve liderlik üzerine yaptığı çalışmalarla uluslararası alanda ses getiren bir isim. St. Andrews Üniversitesi’nin Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Reicher’in en tartışmalı işlerinden biri Exeter Üniversitesi’nden Profesör Alex Haslam ile BBC için hazırladıkları ‘The Experiment’ isimli belgeseldi. Stanford Üniversitesi’nden Philip Zimbardo’nun 1971’deki deneyinden yola çıkılarak stüdyo ortamında hazırlanan belgesel, inşa edilen yapay bir hapishane ortamında tesadüfen seçilerek kendilerine gardiyan ve tutuklu rolü verilen kişilerin davranışlarındaki değişimi gözler önüne sermesi açısından çarpıcıydı.
Ancak projeye başlamadan önce Exeter Üniversitesi’nin etik kurulundan onay alan Reicher ve Haslam, birer saatten dört bölümlük belgeselin Mayıs 2002’de televizyonda yayınlanmasından sonra eleştirilerden kaçamadı. Projenin fikir babası Zimbardo, deneklerin kameralara rol yapması nedeniyle deneyin bilimsellikten çıktığını ileri sürdü. Hararetli tartışmalara rağmen belgesel, bilim dünyasının önde gelen pek çok isminin grup psikolojisi çözümlemelerine ilham kaynağı oldu.
Steve Reicher, Uluslararası Politik Psikoloji Derneği’nin Bilgi Üniversitesi’ndeki yıllık buluşması için İstanbul’a gelen isimler arasındaydı. Kendisiyle buluştuğumuzda Anders Behring Breivik Norveç’i kana bulayan katliamı henüz gerçekleştirmemişti. Ancak Avrupa’da alarm veren İslamofobi (İslam korkusu) temelli eğilimler Reicher’ın uzunca bir süredir radarındaydı. Reicher, Türkiye sorusu etrafında şekillenen İslamofobi konusundaki son çalışmasını anlattı, Türkiye’deki son
seçimler dahil pek çok farklı konuda kitle psikolojisi üzerinden çözümleme yaptı.
İKİ AYRI TÜRKİYE İKİ AYRI SONUÇ
Bizim üniversitede Türkiye konusunda bir çalışma yapıyoruz. ‘Türkiye AB’nin bir parçası olmalı mı’ sorusunu farklı bir yöntemle irdelediğimiz bir çalışma: İki denek grubundan ilkine Türkiye’nin laik yüzünü ve modern binalarını gösteren fotoğraflar verdik. İkinci grubaysa, camilerin ve örtülü kadınların olduğu fotoğraflar. İki gruba da şu soruyu sorduk: Türkiye’deki insanlar ne kadar hoşgörülü? Sonuç oldukça can sıkıcı. Modern fotoğraflara bakanlar Türklerin hoşgörülü olduğunu söylerken, İslami vurguların olduğu fotoğraflara bakanlar Türklerin hoşgörüsüz olduğunu söyledi. Bu bakışın arka planında şu var: “Biz hoşgörülü insanlarız. Dolayısıyla bize benzemeyen insanlar hoşgörüsüzdür ve onları dışımızda tutmalıyız çünkü tutmazsak bizim grubun erdeminin altını oyacaklar.”
Bu çalışma bir kez daha gösteriyor ki Avrupa’da genelde hoşgörüsüz algılanan grup Müslümanlar. Yani Türkiye’yi İslami algılayanlar “Onlar muhakkak ki hoşgörüsüz. O yüzden bizim hoşgörülü grubumuz arasında işleri olamaz” diye düşünüyor. Bu çalışma aslında grup içi erdem kavramının ne kadar tehlikeli bir şeye dönüşebildiğinin kanıtı. Bir grup sadece kendi değerlerini ‘erdem’ gibi gördüğü takdirde o erdemi korumak adına kendi değerlerini paylaşmayan herkese saldırabiliyor. Biz ve onlar denkleminde iyi olan biziz. Bu grup davranışının bir paradoksu. Erdem grup içinde başkalarına yönelik bir düşmanlığın kaynağına dönüşebiliyor.
Tarihe bakın. En tehlikeli gruplar kendilerini en erdemli gören gruplar olmuştur hep. Erdem onların tekelindedir. Mesela Hitler çok uzun sure Yahudiler hakkında bir şey söylemek yerine Alman ırkının erdeminden bahsetmiştir. Ari ırktan bahsetmesi insanların hoşuna gitmiştir ama bunu olumlu olarak görenler olayın diğer yüzünü fark etmemiştir. Ama mesele sonuç olarak “biz Alman halkı en iyi insanlarız. O zaman bizim gibi iyi olmayanları yok edelim” noktasına varmıştır.
MEDENİYETLER ÇATIŞMASINA EN GÜZEL YANIT İSTANBULGruplar arasında çatışma öngören argümanlara karşı en güzel yanıt İstanbul’un kendisi aslında. 1500 yıl boyunca İslamiyet ve Hıristiyanlık burada birlikte yaşadı, kültürler arasında husûmet olmadan. Yani medeniyetler çatışması aslında ayakta durabilen bir söylem değildi. Farklı kültürlere mensup insanlar pekala birlikte yaşayabiliyor. Zaman zaman farklılıklarımızı siyasete alet edip ne kadar tehlikeli olduğunu söyleyenler çıkacaktır. Ama unutmamız gereken şu; kin ve nefret genlerimizdeki bir şey değil, öğretilen ve harekete geçirilebilen şeyler. Ancak önlenemez değil.
LİDER DOĞULMAZ, LİDERLİK ÖĞRENİLİRBir grup meslektaşımla liderlik üzerine yazdığımız kitapta ‘büyük liderlerin onları büyük yapacak sihirli politikaları vardır’ şeklindeki miti sorguladık. Bu oldukça sorunlu bir bakış açısı: Çünkü aslında liderler politikayı kendiliğinden yapmaz, takipçileri yapar. Büyük bir lider takipçilerinin paylaşacağı bir vizyon sunmazsa başarılı olması zor. Yetenekli bir lider “Ben liderim ve bu işi böyle yaparım” demez. Onun yerine liderliğini yaptığı gruba ortak hedefleri gerçekleştirmek için yapacaklarını anlatır. Burada kritik nokta liderin ‘sizden biriyim’ hissini verebilmesindedir. O nedenle de hep kendi geçmişlerinden, hitap ettikleri grubunkilere benzer hikayeler anlatırlar.
Şunu da göz ardı etmemek lazım, çoğunlukla insanlar doğuştan lider değildir, liderliği bir grubun kültürü içinde öğrenirler. Fakat başarılı oldukları andan itibaren etraflarındakiler bütün başarıyı lidere atfeder. “Bunu siz başardınız, mükemmelsiniz” şeklindeki söylemleri duya duya bu sefer de “Evet belki de işin sırrı bende, artık kimseyi dinlemeye ihtiyacım yok” havasına girerler. Bu psikolojiye giren lider için süreç şöyle gelişir: Önce gruptan kopar, grubu dinlemekten vazgeçer, bunun sonucunda da er ya da geç grup lideri terk eder. Türkiye’deki örnekler üzerine konuşacak kadar derin bir bilgim yok ama İngiltere’de Margaret Thatcher’a, Tony Blair’e bakın... Aşağı yukarı bütün liderler için geçerli bir fenomendir bu.