Güncelleme Tarihi:
Türkiye tek bir milli kimliğe sahip değil. Dolayısıyla farklılıkları bütün haline getiren bir milli tarih yeniden yazılmalı. Yeniden yazılırken, Türkiye odaklı olmalı ve çoklukta birlik ilkesi temel alınmalı. Bu coğrafyanın tarihi hepimizin tarihi. Gelişmiş ülkelerdeki gibi etnik taassup yerine devlet milliyetçiliği tanımı kabul görmeli.
Bu, cumhuriyetin resmi tanımının da yenilenmesi anlamına geliyor tabii. Burada rahatsız olmaya gerek yok. Türkiye'nin tarihinin yeniden yazılması, tarihi bir Türk tarihi olmaktan çıkarıp bu coğrafyada yaşayan bütün milli kimliklerin ortak tarihi haline getirir. Tarihi olayları irdelerken dönemin realitesini göz önünde bulundurmak gerek. Günümüz şartlarına bakarsak tarihi gerçeklerde sapmalar olabilir.
Önemli olan tarihi mahkûm etmek ya da kutsamak değil, anlamak. Bu, Osmanlı'da yaşananlar için de geçerli, Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşananlar için de. Eğer böyle yapmazsak Osmanlı'da yaşananları cevaplandırmakta zorlanırız, Cumhuriyet'in kuruluşundaki savaşlarla ilgili yanlış yorumlar yaparız. Bugün PKK terörüyle ilgili yapılanların da ileride farklı değerlendirilebileceği ihtimalini göz ardı etmemek gerekiyor.
ORTAK ACI NASIL YAŞANDI
Bakın 2015'e yaklaşıyoruz. Her takvim yaprağı Ermeni meselesiyle ilgili bize karşı daha ciddi eylemleri getirecek. Ama Türkiye panikle, "Böyle kapatalım, nasıl olsa dünya beni böyle tanıyor" derse, bu doğru olmaz. O dönemde yaşananları ortak acı olarak adlandırmaktan yanayım. Ortak acıyı tarih sosyolojisi açısından realist şekilde irdelemek, sonra da topluma ve dünyaya anlatmak zorundayız.
İkincisi, burada Ermenistan'ı da zor duruma sokan bir realite var; bu da Ermeni lobisi. Ermeni diasporası Ermenistan'ın ekonomik şartlarının kötüleşmesini görmezden geliyor. Ermeniler’in bu soykırım tanımında ısrarı ve Türkiye'nin buna gösterdiği reaksiyon devam ederse bir arpa boyu yol alınmaz. Bu konuyu uzmanlık alanı yapmış biri olarak, Ermeni akademisyenlerle konuşmaya hazırım. Birbirimizi gördüğümüzde sırtımızı çevirmek bizi hiçbir yere götürmez.
Fransa'daki 'Utanç yasası' ile ilgili 21 Şubat'tan itibaren Avrupa'daydım. Bıkıp usanmadan kamuoyunun bilinçlenmesi yönünde çaba harcadım. Ban Ki Moon'a mektup yazılmasında öncülük ettim. Hocalı katliamı mitingi sırasında İsveç’teydim. Hoş olmayan sloganlar atıldı ama bu tür halk hareketlerinin kontrolü zor. Ortak bir acının paylaşımı konusunda güzel bir harekete yakışmayan görüntüydü. Münferit olduğunu düşünüyorum.
Türkiye'nin 'kısık' sesi
BAKÜ
Sovyetler Birliği döneminde Bakü'de doğdum. Eğitimin, sağlığın parasız olduğu, insanların spor için teşvik edildiği, radyo ve TV'lerin her gün Sovyetler idealine dair yayın yaptığı ve demir perde denilen bir dünya. O perdenin dışında dünyalar olduğunu üniversiteye başladığım 1980'lerde öğrendim. Sovyetler, Perestroika (yeniden yapılanma) dönemine gidiyordu. Siyasal alanda eğitim gören biz gençler, dünyada farklı şeyler olduğunu fark etmiştik. Zaten daha önce de hocalarımız, satır aralarında Azerbaycanlı diye bir millet olmadığına dair mesajlar veriyordu. İnsanların nesilden nesile aktardığı bir Türkiye sevdası vardı. Rahmetli annem ve babam da bize Türk milletinden olduğumuzu, aynı dili konuştuğumuz büyük bir devlet olduğunu anlatırdı. Gecenin geç saatlerinde sesini kısarak, Türkiye'nin Sesi ve Amerika'nın Sesi radyolarını dinliyorlardı. Bizim için çok şey ifade ederdi o radyo.
Rus tanklarının önünde durdum
MEYDANLAR
Bahtiyar Vahapzade ve rahmetli Ebulfeyz Elçibey etkili oldu Türk dünyasıyla bütünleşmemizde. Ne mutlu bana ki, 1960'lı yıllarda Türk olduğumuzu yazdığı için yargılanan Profesör Mahmut İsmail tez hocamdı. Perestroyka dönemiyle birlikte kendimi meydanlarda kalabalığın içinde "Türkiye-Azerbaycan bir yürek bir can" diye bağırırken buldum. Hep ön saflardaydım. Halk Cephesi'nde aktif bir görevim yoktu. Ama 20 Ocak 1990'da Rus tankları Bakü'de acımasız bir katliam yaptığında gözüm bir şey görmedi. Sabaha kadar insanlarla tankların önündeydim. Rus askerleri Kalaşnikof namlusuyla göğsüme vurarak itekledi, “Neden bu kadar nefretle bakıyorsun?” diye de sordular.
Polis, 'Tayyip'i görünce ayağa fırladı
TÜRKİYE’YE GELİŞ
Pasaportumuzda milliyetimiz Azerbaycanlı yazılırdı. Şimdi de Türkiye'de bana 'Azeri profesör' denilmesi hoşuma gitmiyor. Doğrusu, 'Azerbaycan Türkü' denilmesi. Ben de Türküm çünkü. Araya zoraki bir Sovyet süreci girdi, Anadolu Türkü ile Azerbaycan Türkü arasında farklılaşma oldu. Son yıllarda kültürel yakınlaşma yeniden doğuyor. Türkiye'ye ilk geldiğimde yaşadıklarımı hiç unutamam. Yıl 1989'du. Pasaportum orak çekiçliydi. Moskova üzerinden uçakla İstanbul'a indiğimizde bir Türk polisi yanındakine "Komünistlerin uçağı indi mi?" diye sordu. Sonra Emniyet'e gittim kayıt için. Oradaki polis, pasaportta babamın adının Tayyip, annemin adının Zümrüt olduğunu görünce yılan sokmuş gibi yerinden zıpladı. Gözlerini açarak bana baktı. Yan masadaki arkadaşına "Yahu bu Türk" diye bağırdı. Esir Türklerle ilgili bir feryattır bu. Dışarıda yaşayan Türklerle ilgili yeterli bilgileri yoktu.
İlk demokratik Türk cumhuriyeti
DOKTORA
Azerbaycan Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü sınavında yüksek puan aldım ve o heyecanlı duygularım nedeniyle Türkiye'yi tercih ettim. Azerbaycan tarih biliminde ilk defa, Azerbaycan milli hükümetinin Türkiye'deki faaliyet tarihini doktora konusu yaptım. Türkiye doğal bir laboratuvardı benim için. O hükümetin üyelerini Ankara'da buldum. O ruhu kaybetmemiş insanlarla görüşmek hayata bakışımı değiştirdi. Araştırmalarımı bitirdikten sonra savunmayı da Türkiye'de yapmam için ikazlar geldi. Fakat doktora diplomasının, Rusya Bilimler Akademisi'nden alınması önemliydi. Jürideki hocalar, kitaplarında Azerbaycan milli hükümetini vatana ihanet eden bir cumhuriyet olarak yazmıştı. Ben de o hükümetin 'Milli ve ilk demokratik Türk Cumhuriyeti' olduğu tezini savunuyordum. İşin ilginç tarafı, doktora hocam gözyaşları içinde, "Bugün Azerbaycan tarihinin aklandığı gün. Bizim yapamadığımızı bu küçük kız yaptı. Bu cesur kızımıza vicdanınızın sesini dinleyerek oy verin” dedi. Oybirliğiyle lehime oy kullandılar. Sevinç çığlıkları atarak, "Artık Sovyetler Birliği bitti. Bu çöküşünün belgesi" demiştim. Bir yıl sonra doçent oldum.
Ermenistan'dan öğrenci alacağız
REKTÖRLÜK
Başbakanlık Atatürk Araştırma Merkezi, valilik ve üniversite Giresun'da Cumhuriyet haftası nedeniyle 2007'de bir organizasyon yapmıştı. Şu anda Tunceli Valisi olan Mustafa Taşkesen de, "Bizim üniversitemizde hiç kadrolu profesör yok. Burada görev yapar mısınız?" dedi. Karadeniz de coğrafi olarak büyüdüğüm bölgeye çok yakın. Kabul ettim. 2010'un haziran ayında altı aday seçime girdik. YÖK, beni liste bire yerleştirdi. Adaylardan biri tek oy almıştı, gazetelerde haber oldu. Ama liste üçteki arkadaş istifa edince süreç tıkandı. Başka bir arkadaş da mahkemeye başvurdu. Hukuki süreç tamamlanınca listeye bir isim eklendi. Cumhurbaşkanı da beni atadı. Azerbaycan'da hem iktidar hem de muhalefet gazeteleri bir hafta boyunca, “Kardeş Türkiye'de ilk kez bir Azerbaycan Türkü ve kadın rektör oldu” diye yazdı. Sosyal bilimlerde öne çıkan farklı bir üniversite kurmak istiyorum. Giresun Üniversitesi’ni cazip hale getirilmenin yolu yabancı öğrencilerin alınması. Ukrayna, Gürcistan hatta Ermenistan'dan öğrenci alınabilir. Hedeflerimden biri bu. Bir diğer önemli projem; Hazar Karadeniz Araştırmaları Enstitüsü kurmak. Kısa adı da HAKAREN olacak. Çok cesur bir şekilde dört yıl üst üste Uluslararası Karadeniz Sempozyumu yaptık. İnanıyorum bu yılki beşinci sempozyuma Ermenistan da katılacak. İngilizce’nin yanı sıra Rusça ve Farsça bilmem avantaj sağlıyor. Azerbaycan'da ders kitabı olan kitaplarım var: 'Osmanlı devleti ile Safevi devleti arasındaki münasebetler'. Bir mezhep devletinin kurulmasında uygulanmış siyaset var orada. Yavuz Sultan ya da Şah İsmail noktayı nazarından olaylara bakarsanız, Türkiye-İran münasebetleri çok daha farklı noktaya gider.