Güncelleme Tarihi:
Bu proje için yola çıkarken aklınızda ilk olarak nasıl bir fikir vardı?
- İşlerim büyük oranda fotoğraf ontolojisi üzerine odaklanır. Fotoğraf nasıl bir mecra, bizim neler anlatmamıza vesile olur ya da bize kendini nasıl dikte eder, gibi mecrayı sorunsallaştıran meseleler üzerine bir düşünme biçimidir. Bu fotoğrafların sınırlarına bakma politikasının beni son dönemde getirdiği yer, fotoğrafın hızla çoğaltılabilir ve tekrarlanıp yeniden üretilebilir olma halinin sadece sanatın alanına giren işlerde değil genel bir imge merkezli iletişim ortamı hakkında ne söylediğini sorunsallaştırmaya götürdü. Bu sergideki işlerde de fotoğrafın bu egemen dilinin sanat ortamında nasıl kırılabileceğiyle uğraştım.
Fotoğrafın egemen dili derken tam olarak kastettiğiniz nedir?
- Fotoğrafın bir egemen dili var çünkü onun gerçekle olan ilişkisinin doğruluğu ve doğrudanlığına iman eden bir toplumda yaşıyoruz. Çağdaş ya da güncel sanatçıların birçoğu da yaptıkları alternatif işlerde fotoğrafın o egemen dilini sorgulamadan, bir nevi onun boyunduruğu altında çalışıyor maalesef. Ben de bu imanın temellerindeki kabulleri sorgulamaya açıyorum. Bu işlerdeki katmanlı doku da tamamen bu doğrudanlık algısını bozma fikri üzerine kurulu. Tabii burada ne bilimsel bir tez yazıyorum ne de kuramsal bir iddiada bulunuyorum. Form üzerine çalışan bir sanatçıyım. Bu biçimin üzerine sorgulamaların izleyicinin aklında bazı sorular uyandırmasını sağlamaya çalışıyorum.
Bu katmanlama meselesinden bahsedelim biraz böylece işlerdeki çıkış noktanızı da biraz daha detaylandırmış oluruz.
- Çoğaltma benim çıkış noktam. Fotoğrafik imgeye dair hep özgün sandığımız şeylerin aslında bir çoğaltmadan ibaret olması fikri. Ama bu sergideki işlerimin hiçbiri edisyonlu değil, yani her biri özgün. Bu da yine üstüne düşünülmesi gereken bir tezat. İşlerin en alt katmanını oluşturan gravürün varlık amacı imgenin kolay çoğaltılması ihtiyacıdır. Fotoğraf da böyledir. Ben de görüntünün çok ve hızlı biçimde çoğaltılması için yapılan bir icadı benzersiz bir ürün elde etmek için kullandım ama mecranın sorunsallaştırılması meselesini de hesaba katarak.
Özgünlük ve tıpkıbasım arasındaki tezatı genel hareket noktanız olarak varsayabilir miyiz bu durumda?
- Pek çok çelişki bir arada olsun istedim. İmza yerine soğuk damgayla basılmış klişe kullanma sebebim de budur. Figürlerin yaptığı jestler de klişe hareketlerdir. 17. yüzyıl melodramlarında klişeleşmiş jestleri yapıyorlar. Bu klişeler belli duygu hallerini harekete dökmek amacıyla tasarlanmış ve türü bilenlerin okuyabildiği kodlar olarak işlev görür. Dolayısıyla klişe olduğu gibi anlamın da ayrılmaz bir parçasıdır. Tıpkı bu işlerin özgün eserler olduğunu ifade eden imzanın kendisinden basıldığı kalıbın klişe olması gibi. Bu zıtlıklar üzerine düşünmek ve düşündürmekti amacım.
Tüm bunları yaparken kullandığınız teknikler de anlamsal olarak açtığınız sorgulamaların biçimde somutlanmasını sağlıyor tabii.
- Ben proto-fotografik varsayılabilecek gravürden dijital ortamda üst üste yığılmış imgeye kadar her aşamayı her bir işte bir arada kullanarak fotoğrafın gelişimini takip ettim. Gravürlerin fotoğrafını çektim, dijital ortama döndürdüm. Sonra 13 model kullanarak figürleri fotoğrafladım. Bilgisayar ortamında bunları üst üste yığdım, üzerlerine bir kere daha gravürü yerleştirdim. Yani insanlar iki gravürün arasında kaldı. Tüm form ve dokular birbirine geçti. Sonra bu dosyayı analog ortama, yani filme dönüştürdüm. Daha sonra da fotografik görüntü kaydetmekte kullanılan ilk teknik olan paladyum baskı tekniğiyle bu imge yığınını bir gravür kağıdı üzerine bastım. Yani gravür, paladyum, film ve dijital bir arada. Paladyum baskının özelliği manuel olmasından dolayı isteseniz de birbirine özdeş sonuç elde edememenizdir. Çünkü o paladyum solüsyonunu asla eşit oranda süremezsiniz kağıda dolayısıyla ufak farklar olur hep. Bu da en başta bahsettiğim özgünlük meselesine eklemlenen bir biçimsel özellik.
Peki ‘mürekkep’ nerede devreye giriyor bu anlattığınız süreçte?
- Tüm bu süreç bitince en son fotoğrafın üzerine akrilik verniği sürerek, tüm bu türlerin başı olan resim türünü de en alttan çekip en başa hepsinin üstüne getirdim. Çünkü bu gravürlerin de, her şeyin temeli de resim. Jean Baptiste Van Mour’un İstanbul’da yaptığı romantik oryantalist resimlerinden üretilen gravürleri kullandım. İşte mürekkep teması da tam burada devreye giriyor. Her şey birbirinin içinde geçiyor. Formlar, teknikler, anlayışlar ve bakma politikaları birbirinin içinde eriyor.
Eriyor ve yok mu oluyorlar?
- Doğaya ya da modele bakarak yapılan resimden tabloya bakılarak üretilen gravüre geçişte doğrudanlık yok oluyor ve araya dolayım giriyor. Sonra da araya lens ve objektif giriyor. Şu anda imgeyi CGI teknolojisiyle ürettiğimiz dünyadayız. Yani bakılan nesne tamamen ortadan kaldırılmış. Render’ları düşünün. Daha yapılmamış mimari projelerin bitmiş halini gerçekmiş gibi üç boyutlu gösteriyor ve sizi gerçekliğine ikna ediyor. Çünkü fotoğrafik bir görüntüdeki her şeyin gerçek olduğunu baştan kabul etmiş durumdayız. Bu da gerçeğin sanal biçimde fotoğrafta yaratılmasını mümkün kılar, gerçeği fotograf karşısında yok eder ve işte bu da bizi o en başta bahsettiğim egemen dil meselesine götürür.