Güncelleme Tarihi:
Mübadele sonrası doğdukları yerden göç ettirilen Rumlar ve Türkler 77 yıl sonra kucaklaştılar
‘‘Çekilen acılar bir daha yaşanmasın’’ yazılı afişlerle donatılan otobüsle yola çıkan 40 Türk mübadil, ilk kez babalarının, dedelerinin doğdukları topraklarda evlerini bulmak, dostlarıyla, komşularıyla 77 yıl sonra kucaklaşmak için Yunanistan'a gelmişlerdi. 1923 yılında imzalanan Lozan Nüfus Mübadelesi sözleşmesiyle doğdukları yerlerden göç ettirilenlerin yaşadığı acılar ikibinlerde belki küllenmişti ama iki milyon mübadilin 77 yıllık anıları hala taptazeydi. Yunanistan'da yerleşik Türk ve Müslümanlarla, Anadolu'da yaşayan Rumlar'ın bu büyük göçü unutulur gibi değildi çünkü. Kim ne derse desin, birbiriyle yıllarca bütünleşen bu insanlar artık kavga istemiyordu.
Karşımda oturan Rum kadın, hiç görmediği Şirince'yi heyecanla anlatmaya başladı. Yeşilini, sularını, dağlarını, zeytin ağaçlarını, mis kokan incirlerini. Ve arkasından ekledi:
‘‘Çirkince'yi hiç bilmiyorum ama gözlerimi kapatınca melekler gibi oralarda geziyorum. Menderes ırmağını, Selçuk'u, her yeri.’’
Annesinin doğum yeri Çirkince'yi, yani bizim Şirince'yi hayalinde yaşatıyordu. ‘‘Manam orada doğmuştu. Biz onun anılarıyla büyüdük .’’
Yunanistan'ın Katerini şehrinde, Yeni Efesliler Derneği'nde Türkiye'den göç edenlerle birlikteydik. Bu, tarihi ama geç kalmış bir buluşmaydı.
‘‘Kaç gündür heyecandan uyuyamadım. Acaba nasıl kucaklaşacağız, nasıl birlikte yiyip içecek, konuşacağız diye gözüme uyku girmedi. Zaten uyuyunca bubamın, manamın anlattığı yerleri rüyamda görüyorum,’’ diyen Maria Berberoğlu, heyecandan yerinde duramıyordu. Çantasını karıştırdı, eline gelen tesbihini, yanındaki Türk kadına hediye etti: ‘‘Benden sana anı olsun’’. Karşılığını vermek isteyen Ümran Kocabıyıkoğlu'nun mendil paketini ise kabul etmedi. ‘‘Manam, mendil ayrılık getirir derdi. Sizinle zaten geç kavuştuk, bir de mendil uğursuzluk getirmesin.’’
Salonda birinci kuşağın temsilci çok azdı. 80'li yaşları devirenler, güçlükle bu duygu yüklü buluşmayı yaşıyorlardı.
‘‘Sonunda Türk komşularınızla buluştunuz. Şimdi neler hissediyorsunuz?’’ diye sorduğumda Maria, coşkuyla yanıt verdi:
‘‘Çok mutluyuz. Birbirimizle kardeşiz. Bize hiç uzak gelmiyorsunuz. Bunları içimde hissediyorum. Hepimiz bir avuç toprağız.’’
TEK BAHÇELİ MEYVA OLMAZ
‘‘Peki bu kavga niye?’’
‘‘Koltuk istiyorlar, doymuyorlar. Bizim bölünecek neyimiz var ki? Al canımı başka bir şeyimiz yok. Önemli olan sevgi, dostluk değil mi? Biz, iki halkın hiçbir zaman düşman olmadığını biliyoruz, o politikacılar yok mu... Bizi kardeş kabul edin, gidelim gelelim.’’ Sonra, ‘‘tek bahçeli meyva olmaz’’ dedi.
‘‘Bak şu bahçenin güzelliğine. İki ulusun bunca zenginliği varken, neden tek meyvayla yaşayalım. Tarih boyunca çok çatışıldı ama kime yaradı. Barış ve dostluktan güzel ne var ki?’’
Ege'nin karşı kıyısında doğan annesinin güzellik denizinde büyüdüğü her halinden belli olan Maria, kadının tarihsel gücünün bir temsilcisi gibi adeta herkese ders veriyordu. Ondan ayrılırken, bize yalvarırcasına ‘‘yine gelin. İnsallah Çirkince'ye ben de gideceğim,’’ diyordu. Bir daha buluşmak için söz verdik.
Tanrıların dağı Olimpos'un eteğinde ilerlerken etrafı yoğun bir sis kapladı. Halkidone üstünden Alexandria yoluna saptık. Avrupa Birliği üyeliğinden sonra, her geldiğimde daha bir ilerleme farkettiğim köyler ve şehirler çok bakımlıydı. Hepsinin bahçesinde, balkonunda renk renk çiçekler özenle yetiştiriliyordu. Kırmızı sardunyalar tıpkı İzmir'dekiler gibi çok güzeldi. Ya rakısı, çuprası, İzmir tulumu. Hele hele kahvesi.
Yola çıkmadan önce Selanik'in Olimpion Cafe'sindeki garsona bir kahve ısmarlamıştım. ‘‘Kahve ama Türk kahvesi olsun,’’ demiştim. Arkasından da, ‘‘Yunan kahvesi de olabilir,’’ diye ekledim. Çünkü düne kadar, Türk kahvesi denildiğinde tepki gösteren Yunanlının, bu kez gülerek verdiği yanıt sevindiriciydi:
‘‘Türk, Yunan kahvesi, farketmez, her ikisi de aynıdır.’’
NEA EFESOS=YENİ EFES
İp gibi uzayan AB hediyesi ulusal otobandan Nea Efesos'a vardığımızda bu topraklarda giderek daha özgür seyahat edildiğini gördük. Nea Efesos'daki ilk durağımız, kilisenin bahçesindeki köy odasıydı. Türkiye'den göç ettirilen Rum mübadillerle kucaklaştığımızda, sevgi yumağının arasında kaldık. Komşu konuklara önce Katerini ve Nea Efesos'un valisi ve belediye başkanı seslendi:
‘‘Tüm nesillerinizle hosgeldiniz. Hosgeldiniz’’ diye başladılar konuşmaya. ‘‘Ziyaretiniz bizim için çok önemli bir olaydır. Uzattığınız eli tutuyor ve kalplerimizi ısıtıyorsunuz. Vicdanları barış ve dostluk için uyandırmalıyız. İnsanlık zinciri oluşturmalıyız. Sadece depremlerde üzülerek değil, mutluluğun tadını çocuklarımızla birlikte çıkarmalıyız.’’
Zeki Müren'in şarkılarını söyleyen Rum ve Türk mübadiller, buziki, saz ve kanunun ezgileri eşliğinde omuz omuza dans ettiler. Bir kısmı Bursa bölgesinden göç etmişti. Onlar için getirilen Bursa havlusu ile kestane şekerinin değeri, Yurgica ve arkadaşları için değeri biçilemez hediyelerdi. Masaların üstündeki lokma, baklava, İzmir tulumu, hepimizi şaşırtıyordu. ‘‘Ispanaklı böreği Çirkince'den buralara biz getirdik,’’ dedi Angela. Düğünlerin, acıların ortak yaşandığı köy odasında bu kez hiç yaşanmamış bir düğüne tanık olunuyordu.
Savaşta henüz 8 yaşındayken Çirkince'den Selanik'e, oradan da Nea Efesos'a göç ettirilen yaşlı Dimitria Kostaloğlu'nun sevinci görülesi bir şeydi. ‘‘Bugün benim düğünüm var,’’ diyordu. ‘‘Hiç düğünüm olmamıştı. Siz bana bunu yaşattınız. Sanki gelinle damat varmış gibi. Geç düğün ama, içimi ferah ettiniz. Neden bu kadar geciktiniz?’’
Dimitria'nın bahçesinde tıpkı Çirkince'dekiler gibi zeytin ve incir ağaçları vardı. ‘‘Burada da incirimiz var ama Çirkince'nin inciri pek tatlı olur. Bunların tadı az. Zeytinlerimiz de çoktu. Şimdi pulmanlarla (otobüslerle) köyümüze gidenler bana zeytinyağı getiriyorlar. Bir de tesvirler(fotoğraflar).’’
Ev şarabını dostluğun şerefine ‘‘yassu’’ diye kaldıran yaşlı Dimitria şöyle seslendi.
‘‘Urum doğduk urum kaldık. Ama Türkleri pek sevdik. Artık muhabbetlik eksik olmasın. Selam söyle Çirkince'ye, ne olur.’’
Bizi Türkler besledi
Dimitria, solmuş resimlerden başladı 77 yıl öncesini anlatmaya:
‘‘Aklımda hep Çirkince yaşar. Bak bu bizim okulumuzdu. Şimdi onu çümbüş yatağı (restoran) yapmışlar. Bak bu da bizim evin olduğu yerler. İşte, 1912 yazılı çeşme taşının hemen üstündeki büyük ev bizimdi. O gün yeni doğan kardeşim 9 günlüktü. Biri geldi eve. Kaçın, Türkler Yunanı kovalıyor dedi. İzmir'de Türk Yunanı yakmıştı. Babam incir tüccarıydı, Selçuk'dan haber etti bize. Hemen trene gelsinler diye haber etti. Biz de kız kardeşimle bir çuvala giyeceklerimizi soktuk. Geri gelecez diye başka bir şeycik almadık. Trene koştuk. Hayvan vagonuydu. İzmir'e gittik. Babam önce tüccarlar odasına götürdü bizi. Dolabın içinde banknotlar vardı. Binlikler. Kardeşimle bana sakın almayın, geri gelince bize hırsız derler sonra, diye korkuttu. Almadan kaçtık. Bir eve sığındık. Ertesi gün toplar atıldı. Oyy. Toparladılar bizi denize götürdüler. Babam ve manam çocukları denize atmayın diye yalvardılar.
Olan bize oldu
Kıyıda İngiliz pampurları(vapurları) bekliyordu. Selanik'e doğru yola çıkardılar. Sonra Yunanistan'da çok zor günler geçirdik. Askerlerin kaçtıkları hasırların üstünde aylarca yattık. Onca zenginliği bırakmıştık. Bir daha da dönemedik. Çok zordu. Biz çağırmamıştık ki Çirkince'ye, İzmir'e o askerleri. Olan bize oldu. 3 ay sonra Kozan'a gittik. Orada Anadolu'ya kaçmayan Türkler bizi evlerine aldılar. Bir yıl onlar bizi besledi, yedirdi. Türkçem onların yanında ilerledi. Ekmekleriyle doyurdular 6 kişilik ailemizi. Manam da öyle anlatırdı. Hem canımızı kurtarıp geldik buralara hem de Türkler bizi beslediler. Sonunda bitti işte. Biz burada iyiyiz siz orada. Kimsenin bir şeyde gözü yok ki. Artık dostluk arıyoruz. Sana bir şey söyleyem mi, Türkiye ile Yunanistan arasında yeni bir karışıklık olursa eğer, bu Türkle Rumun kavgası değildir. Senden bir şey isteyeceğim, karışıklık olursa bizim köyü kurtarın. Biz de diyeceğiz ki, İstanbul'a dokanmayın, Çirkince'ye dokanmayın. Çünkü sizinle kardeş olduk, biz yalvaracaz, siz de yalvarın olur mu?