Güncelleme Tarihi:
EBÛ Hanife kişilerin fikir ve inançlarına saygı duyar, dış görünüşten veya dışa yansıyan bir davranıştan hareketle hemen karar vermezdi. O davranışın arka planını araştırır, niçin ve hangi amaca yönelik yapıldığına özen gösterirdi. İnsan onuru ve haysiyeti, insanın aklı, dini, malı ve canı onun için korunması gereken değerlerdi. İslam’ın bu maksatları korumak için geldiğine inanmaktaydı.
Bu yaklaşımı, ayetleri yorumlamasını nasıl etkiledi?
m Ayetleri yorumlarken bu amaçlara uygun yorumlamaya çalıştı. Zahiri anlamlara takılarak bu ilkelere ters düşen yorumlar yapmamaya özen gösterdi. Ona göre insanlar, doğuştan günahsızdır. İnsanlar,İslam’ı benimseyecek sağduyu ve selim bir fıtratla yaratılmıştır. İnsan, özgür iradesiyle sonradan mümin veya kafir olur. Allah, insanlara gücünün yetmediği şeyleri yüklemez. Gücünün yetmediğini insanlara yüklemek, sorumluluğu kaldırır. Dinde, güç yetirebilirlik, kolaylık ve kolaylaştırma esastır.
Ebu Hanife’nin amacını
nasıl özetlenebilir?
m Ebû Hanife’nin asıl amacı insanların inancı ile eylemi arasında mantıksal ve ahlakî tutarlılığı sağlamak idi. İman, dil ile ikrar kalb ile tasdiktir. İmanın kesin bilgiye dayalı, şeksiz ve şüphesiz olması gerekir. Bir Müslüman işlediği büyük günahı sebebiyle imandan çıkmaz ve küfre de girmez. O, bu dünyada ahlaksız (fasık) mümindir. Dolayısıyla Allah’ın birliğine inandığı sürece kişiyi müşrik yapacak bir günah yoktur. Böyle birinin ahiretteki durumu Allah’ın dilemesine kalmıştır, Allah isterse onun günahını bağışlar, isterse cezalandırır. Ameller, iman değildir veya imanın bir parçası da değildir. İman amellerin sebebidir, ameller imanın sebebi değildir. Ameller imanın dışında farzlar olup onun özüne dahil edilemezler.
O’nun için “Büyük günah” nedir?
m Hiçbir mümin, büyük günah işlemekle imandan ve dinden çıkmaz. Dinden çıkaran büyük günah sadece Allah’a şirk koşmak ve onu inkar etmektir. Müslümanlar, imanda ve İslam’ı benimsemede birbirine eşittir. Sadece amellerde birbirinden üstün olabilirler. Ama iman çok amel etmekle artmaz, az amel etmekle de azalmaz. Ameller, sadece sevap ve cezayı etkiler. Kıble Ehli’nden büyük günah işleyen hiç kimse tekfir edilemez. Bir kimse iman ettikten sonra İslam toplumunun bir üyesidir. Bu bakımdan bütün müminler eşit olup birinin diğerine üstünlüğü yoktur. İslam’ın doğu coğrafyasında Türklerin ve diğer milletlerinHanefiliğe özel ilgi göstermesi, bu mezhebin İslam’a girişi kolaylaştıran hoşgörülü bir din anlayışını önermesiyle doğrudan ilişkiliydi.
İman temelinde eşitlik nedir?
m Ebû Hanife’nin görüşlerini izleyenlere göre, Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’i ve getirdiklerini, topluca kalbiyle tasdik eden ve diliyle ikrar eden bir kimse İslam dairesine girmiştir. Aynı şeylere inanmaları ve kalpleriyle tasdik etmeleri dolayısıyla, Arap, Fars veya Türk asıllı olan bütün müminler imanlarında birbirine eşittir. Bu algı Arap olmayan Müslümanlar ile Arap Müslümanlar arasındaki farkı kaldırıyor ve onları İslam toplumunun birinci sınıf vatandaşı yapıyordu. Hanefilere göre, şirk koşmadığı, inkar etmediği, aşağılamadığı, helali haram görmediği süreceMüslüman, işlediği günahlardan dolayı imandan çıkmaz. Böyle bir görüş yeni Müslüman olan Türklerin İslam toplumuna uyum sağlamasında önemli bir rol oynamıştır.
Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım
KEHF SURESİ: Mekke döneminin son yılında nazil olmuştur. “Sureye ismini veren Ashab-ı Kehf (Mağara İnsanları/Arkadaşları) inanç uğruna dünyevi olandan feragat etme tavrını yansıtmakta ve bir ölüm ve ölümden sonra kalkış ve manevi/ruhani uyanma temsili içinde derinleşmektedir. Hz. Musa ile isimsiz bilgenin öyküsünde manevi/ ruhani uyanış teması anlamlı bir değişime uğrayarak insanın zihni sorular dünyasına ve nihai gerçekler peşindeki arayışına dönüşür.” (Esed, 583) Kehf Suresinin son ayeti şöyledir: “De ki: Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım. Tanrınızın Bir ve Tek Tanrı olduğu vahyolundu bana. Öyleyse, artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koysun ve Rabbine özgü kullukta hiç kimseyi, hiçbir şeyi O’na ortak koşmasın.” (Kehf, 110)
Prof. Dr. Sönmez KUTLU
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Barınakların en zayıfı örümcek ağıdır
ANKEBUT SURESİ: Mekke döneminin sonlarında nazil olmuş bir suredir. Adını, 41’inci ayette geçen “Örümcek” anlamına gelen “Ankebut” sözcüğünden almıştır. “Bu temsil, hakikat fırtınası önünde uzun süre dayanamayıp paramparça olmaya mahkum bulunan batıl inanç ve değerleri sembolize etmektedir” (Esed, 803). Surenin 41’inci ayeti şöyledir: “Allah’tan başka (varlıkları ve güçleri) sığınak olarak kabul edenlerin durumu, kendisine ağ ören örümceğin durumuna benzer; barınakların en zayıfı örümcek ağıdır. Keşke bunu anlasalardı.”
Muhacir kimlerdir
SÖZLÜKTE, bir yerden başka bir yere göç etmek anlamındaki “Hicret” kelimesinden gelen muhacir göç eden, Hicret eden anlamındadır. Terim olarak Rasulullah (a.s.) ile Mekke’den Medine’ye göç eden sahabeler topluluğuna verilen isimdir. Kuran-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Önce Müslüman olanlardan, Muhacirlerin ve Ensarın önce gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allahü teala razıdır ve bunlar da Allahü tealadan razıdırlar. Allahü teala, bunlar için, cennetler hazırladı. Bu cennetlerin altından nehirler akmaktadır. Bunlar cennetlerde sonsuz olarak kalacaklardır.” (Tevbe, 9/100) (KAYNAK: Din İşleri Yüksek Kurulu/ Dini Soruları Cevaplandırma Platformu)
Kuran’dan Dualar
RABBİMİZ! Unutur ya da yanılırsak, bundan dolayı bizi sorguya çekme! Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme! Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz yükü bize taşıtma! Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim Mevla’mızsın; kafirler güruhuna karşı Sen bize yardım et!” (BAKARA/286)
Anlaşılmayan geçmiş kutsallaştırılır
KURAN, Hz. Muhammed aleyhisselamın “En güzel örnek” olduğunu söyler. Oysa bizler, çoğu zaman sünnete uymayı Hz. Peygamber’i taklit etmek olarak algılarız. Kuran, “Ataların dini” adı altında, geçmişin kutsallaştırılmasını şiddetle eleştirir; bizler geçmişten bize intikal eden dini nitelikli her türlü veriyi kutsal kabul ederiz. Geçmişe bakışımızda, tarih algımızda, Kuran anlayışımızda birtakım ciddi sorunlar var... Diyoruz ki, doğru anlayamadığımız geçmiş, bizi mazinin derinliklerine zincirler; asla gelecek tasarımı yapamayız. Öyle ise, özgürlük, biraz da, geçmişe esir olmamak anlamına gelir. Geçmişin esiri olmaktan kurtulabilmenin ilk adımı, geçmiş ile tarihin birbirinden farklı olduğunu bilmektir.
GEÇMİŞ VE TARİH NEDİR
Geçmiş, yaşananların, geride kalanların, olup bitenlerin tamamıdır. Tarih ise, geçmişten geleceğe sızmayı başaran bilgi, belge ve bulgulara göre bizim zihnimizde yaptığımız bir inşa faaliyeti, bir söylemdir. Bizler çoğu zaman, geçmişten bize ulaşan her türlü bilgiyi geçmişin tamamı veya geçmişte yaşananların ta kendisi zannediyoruz. Oysa, geçmişle, geçmişten bize kadar gelmeyi başaran veriler birebir örtüşmediği gibi; bu verilerle inşa edilen tarih de, geçmişle hiçbir şekilde birebir örtüşmez. Ne demek istediğimizi sadece bir günümüzü nasıl geçirdiğimizi düşünürsek, kolayca anlayabiliriz.
NE KADARINI HATIRLIYORUZ
Gün boyu pek çok şey yaşıyoruz, pek çok kimse ile konuşuyoruz, okuyoruz, yazıyoruz. Ertesi gün olup bitenlerin ne kadarı aklımızda kalıyor? Kendi yaşadıklarımızdan belleğimizde kalanlar, nasıl olup bitenlerin daha çok ana hatları ise, geçmişten bugüne sızmayı başaran veriler de, ya olay ve olgularla ilgili ana hatlar, ya da onlardan kalan tortulardan ibarettir. Daha anlaşılır bir ifadeyle, belleğimiz, hiçbir şeyi olduğu gibi kaydetmez. Belleğimizdeki bilgiler, albümdeki fotograflar gibi sıralanmış da değildir. Belleğimiz, her şeyi, ama her şeyi, hazır bulunan anlam çerçeveleri doğrultusunda yorumlayarak kaydeder. Anlama faaliyeti, yorumdan bağımsız olamaz.
Niçin farklı peygamber algısı var?
ŞİMDİ şu soruları sormanın tam zamanı olduğunu düşünüyoruz: Niçin Müslümanların kafasında birbirinden çok farklı peygamber algısı mevcuttur? Niçin Müslümanlar gelenek ile din arasındaki farkı fark etmek istemezler? Niçin Müslüman tarih anlayışında süreç ve değişme fikri gelişmemiştir? Bu ve benzeri sorulara sağlıklı cevap bulmak istiyorsak, öncelikle şu gerçeklerle yüzleşmek durumundayız:
1. Her mezhep, her tarikat, her cemaat kendi çıkarları ve beklentileri doğrultusunda kendi tarihini yaratmıştır. Ehl-i Sünnet, “Dört Halife Dönemi”ni esas alır. Şia, Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman dönemini görmezden geldiği gibi, bu halifeleri Hz. Ali’nin hilafet hakkını gaspedenler olarak algılar.
2. “Saadet Asrı” adı altındaki erken dönem idealizasyonu, süreç algısının ve değişme fikrinin gelişmesini engellemiştir. Oysa İslam, Kur’an’ın kurucu ilkeleri ve yaratılışın yasaları çerçevesinde, her zaman ve mekanda yeniden anlaşılması ve yorumlanması gereken bir dindir.
3. Müslüman tarih algısı, siyasi güç merkezli olarak inşa edilmiştir. Siyaset, dini meşruiyet aracı olarak kullanmıştır. Bu tespitin en açık kanıtı, “dört hak mezhep” ifadesidir. Bu mezheplerin hicri 2’nci asrın sonlarından itibaren teşekkül ettiğini düşünürsek, konuyu daha iyi anlayabilir. Adı ne olursa olsun, bütün mezhepler beşeri oluşumlardır; İslam’la özdeşleştirilemezler.
4. Anlaşılmayan geçmiş, kutsallaştırılır. Geçmiş kutsallaşınca, din ve gelenek arasındaki fark kaybolur ve gelenek dinleşir. Geleneğin dinleşmesi, dinin temel işlevlerini kaybetmesi demektir.
Güvenli geleceğin şartı
BU gerçekler, niçin uzlaşı kültürü yaratamadığımızın, niçin çatışmayı yaşam biçimine dönüştürdüğümüzün cevabını da içinde barındırmaktadır. Kuran, geçmişin doğru anlaşılmasını ister. Geçmişi doğru anlayamadığımızda, onun ağırlığı altında eziliriz. Geçmişi anlama faaliyeti, süreklilik arz eder; tarih her daim yeniden inşa edilir. Güvenli bir gelecek, sağlıklı tarih algısıyla mümkün olur.