Güncelleme Tarihi:
Küresel ısınma önümüzdeki 50 yılda belirgin bir iklim değişikliğine yol açacak. Doğa insanoğlunun kontrolünden çıkacak. Florida ve ABD’de fırtınalar artacak. Ortadoğu’da su sıkntısı başlayacak. Nil deltası yok olacak.
Dünya, yeni bin yıla siyasi haritadaki değişiklikler ve karmaşayla giriyor. Son yıllara kadar değişmez sandığımız coğrafi harita da yavaş yavaş değişiyor. Sera etkisi nedeniyle dünya ısınıyor, sular yükseliyor, ormanlar azalıyor, çöller genişliyor. Karbondiyoksit ‘‘üretimi’’ böyle giderse insanoğlu önümüzdeki yüzyılın ikinci yarısında kendi türünün varlığını tehdit eder duruma gelecek.
SERA ETKİSİ
Sera etkisi, ABD Başkan Yardımcısı Al Gore tarafından en ciddi ekolojik sorun olarak tanımlanıyor. Sera etkisini basitçe şöyle tanımlayabiliriz. Güneşten gelen ısının bir bölümü yeryüzünce emiliyor, bir bölümü de uzaya yansıyor. Atmosferdeki karbondiyoksit tabakası ısınının yükselmesini engelleyen bir perde oluşturuyor. Tıpkı seradaki gibi güneş ışınlarının içeri girmesine izin veriyor ama ısının dışarı çıkmasını engelliyor. Bu nedenle atmosferdeki karbondiyoksite oranı arttıkça dünya daha çok ısınıyor. Bu da dünyayı bir iklim değişikliği ve coğrafi haritanın önemli ölçüde değişmesi tehditiyle karşı karşıya bırakıyor. Bu yüzden karbondiyoksit üretiminin azaltılması dünya için hayati bir sorun.
Bu acil duruma karşın sorunun çözümü için dünya ülkeleri ortak ve hızlı adımlar atamıyor. Gelişmekte olan ülkeler gaz oranlarına belli bir sınırlama getirmelerinin kalkınmalarının da sınırlanması anlamına geleceğini, gelişmiş ülkelerin sanayileşmelerinin diyetini ödemek istemediklerini savunuyor. Gelişmiş olan ülkelerse gaz oranlarını büyük ölçüde indirmenin, işsizliğe ve vergi kaybına yol açacağını savunuyor. Ayrıca gelecek yüzyılın ikinci yarısında bu ülkelerin kendilerinden daha çok karbon gazı üreteceğini iddia ediyorlar.
Bu tartışma süredursun küresel ısınma sorunu giderek büyüyor ve insanoğlu her geçen gün ‘‘Ya gelişmeni ve dünya kaynaklarını tüketmeni ciddi bir kontrol altına alırsın, ya da ölürsün’’ seçeneğine yaklaşıyor. Bu konuda ne kadar önce ve kapsamlı önlemler alınırsa insanın doğayla uyum içinde hayatını sürdürme olasılığı o kadar güçleniyor.
SORUN BÜYÜYOR
NPQ Türkiye dergisi ‘‘Yeşil bin yıl mı?’’ başlıklı 1999 özel sayısında ağırlıklı olarak bu sorunu işliyor.
Greenpeace Türkiye temsilcilerinden, Tolga Temuge dergisinde yayınlanan söyleşide şöyle diyor: ‘‘2020 yılına kadar petrol rezervlerini bugünkü tüketim hızıyla tüketirsek, 2020 yılından sonra sera etkisi öyle bir noktaya gelecek ki, iklim değişikliği kaçınılmaz olacak. Doğaya hükmettiğine inanan insan doğanın elinden çıktığını görecek.’’
British Petrol (BP) üst düzey yöneticisi John Browne aynı dergide ‘‘İklim Değişimi Gerçek’’ başlıklı yazısında, ‘‘2010 yılında dünya nüfusu 1.3 milyar artmış olacak. Yani bir Çin daha demek bu.. Aynı zaman diliminde Uluslaraası Enerji Ajansı'nın öngörüsü toplam enerji talebinin yüzde 30 aratacağı doğrultusunda. Bu da yıllık kullanım miktarı olan 3 milyar ton petrole, 2,5 milyar ton eklemesi anlamına geliyor. Karbondiyoksit yoğunluğu ile ısının yükselmesi arasında bir bağ bulunduğu konusunda fikir biriliği var. Önümüzdeki yüzyılda ısı 1-3,5 derece, deniz sevyesi de 15-95 santim arasında artabilir,’’ diyor.
Beyaz derilerinizi kurtarmak için kalkınmadan vazgeçemeyiz
NPQ Türkiye dergisi, 1989 yılında Norveç Başkanı ve Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonu Başkanı Gro Harlem Brundland'la yaptığı söyleşiyi yayınlayarak, sorunun ne kadar eski olduğunu ve çözüm önerilerinin yalınlığını vurguluyor. Söyleşiden bir bölüm şöyle:
Sürdürülebilir kalkınma ve kuşaklar ötesi sorumluluk ne anlama geliyor?
- Temelde sürdürülebilir kalkınma bir disiplin konusu. İnsanoğlu'nun mevcut gereksinmelerini karşılamak için yaptıklarının, gelecek kuşakların kendi gereksinmelerini karşılama kabiliyetini azaltmamayı garantilemesi anlamına geliyor. Bu da mevcut tüketimi disiplin altına almamız demek.
Kuşaklar ötesi sorumluluk duygusu ise, bugün artık ekonomik büyümeye rehber olması gereken yeni bir politik prensip, bir erdem. Sanayileşmiş dünya, gezegenin ekolojik sermayesinin o denli büyük bir kısmını kullandı ki, gelecekte hayatın idame ettirilmesi kuşkulu.
Bu sanayileşmiş ve sanayileşmekte olan gezegenin yaşayanları, dengeli bir ekonominin çiftçileri gibi düşünmek zorunda. O çiftçiler ki küçük toprak parçalarının, çocukları ve torunları tarafından da kullanılacağının idraki içindedir. Bu nedenle de toprağın verimlilik kapasitesini koruyan bir şekilde üretim yaparlar.
Biz modern dünyada böyle yaşamadık. Özellikle para ekonomisinin ortaya çıkmasından beri, kaynaklara sadece güncel değer veren bir düşünce tarzını benimsedik. Bu tür bir yaklaşım sayılı kaynakların -ki buna değerli atmosferimiz de dahil- tüketilmesi, kendi uzun vadeli yaşam temelimizin yokedilmesi anlamına geldiğinde, artık geçerli olamaz.
Değişmek zorundayız. Eminim ki, gelecekte de bir piyasa ekonomisi olacaktır. Ama uluslarası düzeydeki yeni bilimsel ve siyasal çevreler, farklı pazarlardaki büyümenin sınırlarını yeniden tanımlamak zorunda.
Politikayı bir yana bıraktığımızda, aslında, gezegen varlığını sürdürülebilirse, gelecek kuşaklar aynı tüketimde büyüme oranlarının keyfini çıkartamaz demek istiyorsunuz, değil mi?
- Evet, bu sonuçta kaçınılmaz olarak doğru. Anahtar sözcük, tüketimdeki büyüme oranı. Tüketim düzeyini azaltmamız ve tüketim tarzını değiştirmemiz, özellikle enerji israfını azaltmamız gerektiği gün gibi aşikar.
Daha düşük ve kararlı bir oranda ekonomik büyüme elde etmenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Ama büyüme, daha fazla tüketim malından çok, yaşam kalitesi ile tanımlanırsa...
Burada bir analojinin yararı olabilir: Batılı sanayileşmiş ülkelerde birçok insan, sadece gereksindiklerinden fazla yemiyor, sağlıklı olandan fazla yiyor. Genel olarak bolluk ile aşırı tüketim arasındaki sınırı aştık.
Bu sadece ahlaki anlamda değil, kişisel çıkarlar açısından da kötü. Fazla et ve yağ yaşam süresini kısaltıyor. Aynı şey kaynakların toplumsal ve global düzeyde aşırı tüketimi açısından da doğru: Türlerin yaşam süreleri kısalıyor. Bu sürdürülemiyecek bir büyüme tarzı.
Tabi bir yandan da eştlik konusu gündemde. Kalkınmakta olan dünyanın birçok yerinde ve sanayileşmiş Kuzey'in yoksul varoşlarında aşırı tüketim noktasından hayli uzakta kültürler ve bireyler var. Benim savım, sürdürülebilir kalkınma disiplininin, tüketime kaçınılmaz bir üst sınır koyduğu.
Eşitlik meselesine bir göz atalım: Çinliler bugün Avrupa ve Amerika'nın ürettiği CFC'lerin (kloroflorokarbon) yüzde 10'undan azını üretiyor. Ama biz 2000 yılına kadar tüm CFC üretimini durdurmayı planlarken, Çinliler şimdiden 12 CFC fabrikası kurdu ve 2000 yılına kadar her Çin konutunua bir buzdolabı koymayı planlıyor. Çin Çevre Koruma Komisyonu Başkan Yardımcısı Liu Ming Pu, Avrupa ve ABD'nin refaha ‘‘hızla büyüme yolu’’ndan ulaştığını ve bu yolda atmosferi karbondioksit ve CFC'yle doldurduğunu öne sürüyor. Liu ‘‘bunun sonucunda niçin Çin'in yaşama standardı zarar görsün’’ diye soruyor. Hindistan Çevre Bakanı Ansari, yoksul halkının, kalkınma için bir sosyal patlamaya yol açmaksızın ‘‘bekleyemeyeceği’’ni savunuyor.
- Bu ifadeler çok tipik ve bir o kadar da anlaşılır. Şayet zengin uluslara mensup bizler, bu iki adamın sorularına ciddi cevap bulma gereksinimi duymazsak, onların büyük ülkeleri, Kuzey Yarımküre’nin beyaz tenli insanlarının cilt kanserinden kurtarmak için herhangi bir uluslararası anlaşmaya katılma mecburiyeti hissetmeyecektir.
İndra Gandi yıllar önce bunu bana söylemişti. Ona göre, bizim beyaz derilerimizi kurtarmak için kalkınmadan vazgeçmek kabul edilebilir değildi. Özellikle yoksulluğun, Hindistan'da çevrenin tahrip edilmesinin başlıca nedeni olduğuna inandığı için. Bizim için, ‘‘biz elimizdekini tutacağız ve artık bir şey elde edemeyeceksiniz’’ demek mümkün değil.
Yetersiz çabalar
Bu sorunun çözüm için ilk adım 1992'de Rio'da yapılan Dünya Zirvesi'nde atıldı. 160 ülke İklim Değişimi Sözleşmesi'ni imzaladı. Ancak bir başarı sağlanamadı. Daha sonraki beş yıl içinde iklim değişikliği, hemen hemen tüm bilimcilerin katıldığı ortak bir görüş haline geldi. Buna karşı karbondiyoksit üretiminin üçte ikisini gerçekleştiren zengin ülkelerin tedbir alması gündeme geldi.
Bu beklentiyle 1997 Kasımı’nda yine 160 ülkenin başkanları veya başbakanları biraraya geldi. Ve 20 yıllık bir önlemler paketine imza attı atmasına ama orda başlayan tartışma hala sürüyor.
Gelişmiş ülkeler karbondiyoksit üretiminde talep edilen düşüş oranın gerçekçi olmadığını savundular. 2025 yılından sonra dengelerin değişeceğini üçte ikilik karbondiyoksit üretiminin gelişmekte olan ülkelerce yapılacağını iddia ettiler. Gelişmekte olan ülkelerse gelişmiş ülkelerle aynı kefeye konmalarının kalkımalarını engeleyeceğini belirttiler.
Sonunda gelişmiş ülkelerin karbon gazı üretimlerinin yüzde 5 oranında azaltılması karara bağlandı. ABD yüzde 5, Japonya yüzde 4,5, birçok Avrupa Ülkesi yüzde 8 oranında carbon gazı üretimini azaltacaktı. İzlanda'ya yüzde 10, Avusturlaya ve Norveç'e yüzde 5 oranında gazlarını arttırma limiti koyuldu. Çin ve bazı ülkeler için bir oran üzerinde anlaşılamadı.
Protokolde bir çok gelişmiş ülkeye karbon gazlarını belli oranda arttırabileceklerinin söylenmesi çevrecileri çılgına çevirdi. Sonuçta bir çok detayın belirsiz bıraklması ve ülkelerin vaatleri doğrulutusunda gerekli önlemleri ağırdan alması veya hiç almaması, Kyoto Protokolü'nü şimdiden başarsızlığın eşiğine getirdi.