Bilim merakı hiçbir engel tanımıyor. Tarih boyunca bilim adamları, merak ettikleri şeyler üzerine bugün bile herkese çılgın ve acayip gelecek binlerce çok ilginç deneyler yaptılar...Mesela kimi örümceği sarhoş etti veya uyuşturucuya alıştırdı ve nasıl örümcek ağları ördüğünü gözlemledi.. Kimi sevişme sırasında nabız atışının kaça çıktığını ölçmek için, kadınlara ‘kalpölçermetre’ bağladı... Kimi geliştirdiği uzaktan kumanda aletiyle boğayı mat edebileceğini ispat için arenada boğa ile güreş tuttu.Alman bilim gazetecisi Reto U. Schneider ‘Das Buch der Verrückten Experimente’ (Çılgın Deneyler Kitabı) adlı son kitabında, dünya bilim tarihindeki en çılgın deneyleri bir araya getirdi. Yüzlerce deneyin yer aldığı kitapta aşağıda 11 örnek sunuyoruz.ŞEHVETİN EĞRİSİ: ORGAZMDA NABIZ 148,5 İlk kez 1925 yılında orgazmda nabız ölçümü yapılmıştı. Göğsünde lastik bantlarla sevişen kadın 20 dakikada yaşadığı orgazmda nabzı 148,5 ile, diğer eylemlere göre en tepeye vurmuştu.Amerikalı doktor Ernst P.Boas tarafından geliştirilen kardiyotakometre, her kalp uzmanının düşü idi. Alet, hareket halindeki kişinin kalp etkinliklerinin otomatik olarak kaydedilmesine izin veriyordu. Diğer tüm aletlerde insanlar hareketsizce yatmak zorundaydı. Boas ve meslektaşı Ernst F.Goldschmidt, 51 erkek ve 52 kadının yaşamını ölçmeye koyuldular. Çalışmaları sırasında farklı eylemlerdeki en yüksek nabzı da kaydediyorlardı:
Yemek yemek (102), telefonla görüşmek (106), müzik dinlemek (107,5), dans etmek (130,6), sportif hareketler (142,6). Fakat dakikada 148,5 nabızla orgazm birinci sırada yer alıyordu. Bu ölçümün ayrıntısı hakkında, Boas ve Goldschmidt’in The Heart Rate adlı kitabında pek fazla bilgi verilmemekte. Araştırmacılar, ‘Bir çiftin kalp atışını cinsel ilişki sırasında ölçme şansına kavuştuk’ diyerek doğrudan doğruya sonuçlara geçtikleri gibi, kalp diyagramının son derece ilginç bir özelliğini sanki çok normal bir olay gibi ele alıyorlar: ‘Kadının kalp diyagramında dört sivri uç görülüyor. Her uç bir orgazma eşit.’ Kadın o gece 23.25 ve 23.45 arasında dört kez orgazm yaşamıştı! Üstelik de göğsünde rahatsız edici lastik bantlarla tutturulmuş elektrotlara rağmen. Elektrotlar 30m’lik bir kabloyla ölçüm aletine bağlıydı. Dört sivri uç ilk kez 1933 yılında Human Sex Anatomy kitabında seks araştırmacısı Robert Latou Dickinson tarafından mercek altına alınır. Ancak uzman bunu ‘usta bir teknikle’ 25 dakika kadının içinde kalarak ‘onu mutlu’ etme yetisine sahip adama mal edecekti. UYUŞTURUCU ALAN ÖRÜMCEK AĞINI NASIL ÖRERÖrümcekler ağlarını sabaha karşı 4’te örer. Ağ örmesini daha geç saate alarak gözlemleyebilmek için örümceğe alkol ve uyuşturucu verirseniz ne olur? Örümcek en karmaşık ağını kafein etkisinde, en güzeli ağını marihuana etkisinde ve en düzenli ağını ise LSD etkisinde örüyor. Örümcekler bilim adamları için çok zahmetli bir araştırma konusudur. Çünkü ağlarını sabaha karşı dörtte örerler. Tübingenli zoolog Hans Peters 1948 yılında bu durumu değiştirebilmek için eczacılık bölümündeki genç bir asistandan uyuşturucu maddelerin, örümceklere, ağlarını daha uygun bir saatte örmelerini sağlayıp sağlamayacağını sordu. Witt bunu ilk önce striknin, morfin ve dekstro -amfetaminle denedi. Bunları örümceklere yedirmek çok kolaydı. Şekerli suyla karıştırıldığında örümcekler her türlü zehri yiyorlardı. Fakat ne var ki ilaçlar işe yaramamıştı; hayvanlar yine bildiklerini okuyor ve ağlarını sabahın kör karanlığında örmeye devam ediyorlardı. Witt sonucu buna rağmen ilginç buldu. Örümceklerin uyuşturucu etkisinde ördükleri gibi ağları daha önce hiç görmemişti çünkü. Çok delikli, sık dokulu, grotesk veya bazen de son derece düzgün ağlardı bunlar. O halde örümcek ağı uyuşturucu ve ilaçların etkisini yansıtan bir gösterge olabilir miydi? NASA da işe el attıWitt örümcekleri Meskalin, LSD, kafein, psilosibin, luminal ve valium gibi eline geçen tüm ilaçlarla besledikten sonra 35x35cm’lik bir çerçeve içine ağlarını örmelerini sağladı. Witt ayrıca en küçük sistematik farklılıkların saptanmasına izin veren istatistik bir yöntem de geliştirdi.Ağ üzerindeki açıları, ip uzunluğu ve alanları işaretledikten sonra ağ örme sıklığı, tuzak boyları ve ağ eksenleri arasındaki farkları bir tabelada topladıysa da örümcek ağının kimyasal maddeler için bir gösterge olarak kullanılması mümkün olmadı. Kristalografi için geliştirilen istatistik programlarla 1995 yılında Nasa bilim adamları (neden özellikle de Nasa’nın bu tür deneyler yaptığı bilinmiyor) en ayrıntılı sonuçları yayımladılar. Sonuç şu: Örümcek ağının uyuşturucu göstergesi olarak kullanılması mümkün değil. En karmaşık ağ kafein etkisinde, en güzeli marihuana ve en düzenlisi ki bunu Witt de keşfetmişti, LSD etkisinde üretilmekte. SOLUCANLARA FLÜT VE PİYANO ÇALAN BİLİMCİEvrim kuramının sahibi ünlü bilimci Darwin, solucanlara flüt ve piyano çalarak işitme duyularını test etmek istemişti. Solucanlar müzik aletlerine tepki göstermeyince defterine not düşmüştü: ‘Solucanlar işitme duyusundan yoksun!’Bazı deneylere, incelenen hayvanların görüşüyle bakmak gerekir. Bir saksı toprak içinde kıvrılan solucan, saksının kenarından yukarı baktığında ne görür? Mesela, bilim tarihinin en önemli doğa bilimcilerinden biri olan Charles Darwin’nin, şişirilmiş yanaklarla fagot çalışını. Şimdi solucanın şaşırdığını sananlar fena halde yanıyorlar. Çünkü Darwin, solucana daha önceleri de flüt ve piyano çalmıştı’ Darwin evrim bilimini kurmakla kalmayıp kırk yılı aşkın bir süre de solucanların yaşamını araştırdı. Bilim adamanın en büyük amacı, solucanların işitme yetisine sahip olup olmadıklarını öğrenmek idi. Solucanlar hiçbir müzik aletine tepki göstermeyip, Darwin’in bağırışlarına da aldırış etmeyince, bilim adamı 1881 yılında ‘Solucanların yetisi sayesinde ekim toprağı oluşumu’ adlı kitabına şu notu düşer: ‘Solucanlar işitme duyusundan yoksun.’ HARİKA, BENİM YERİME BAŞKASI ÇEKİYOR!1883’de gerçekleştirilen ip çekme deneyi ilginç bir sonuç verecekti: İpi çekenler ne kadar çoğalırsa, her bir çekenin sarfettiği kuvvet de azalıyor ve 8 kişide yüzde 50’ye düşüyordu!Çok uzun bir süre öncesinden biliniyorduysa da, tez, bilimsel olarak ilk kez Fransız Agronom Max Ringelmann tarafından kanıtlanmıştı: İnsan tembel. Özellikle de fark edilmediğini sandığı zaman. Ringelmann’ın şık deneyi, yirmi öğrenciye tek başlarına ve gruplar halinde beş metre uzunlukta bir ipi çekmelerini isterken ipin diğer ucuna bir dinamometre (kuvvetölçer) yerleştirmesine dayanır. Bu alet deneklerin harcadıkları kuvveti gösteriyordu. İpin ucundan iki kişi çektiğinde iki deneğin harcadıkları ortalama kuvvet, tek başlarına harcadıklarının % 93’üne eşitti. Üç kişide bu oran % 85’e, dört kişide % 77’ye düşüyordu. Ve tembellik halkası bu şekilde, sekiz kişilik grupta herkes kendi kapasitesinin sadece yarısı kadar kuvvet harcayana dek devam ediyordu. Psikologlar bu etkiyi bugün Ringelmann etkisi olarak adlandırırlar. KAYBOLAN MEKTUPLARLA GERÇEĞİ KEŞFETMEDiyelim ki yolda gezinirken ‘Nazi Partisi dostlarına’ gönderilmesi gereken bir mektup buldunuz, bunu postalar mıydınız? Ya da ‘Komünist Partisi dostlarına’, ‘Tıp Araştırmaları Birliği’ne veyahut da sadece Walter Carnap adına bir mektup bulsaydınız ne yapardınız? Amerika’nın New Haven eyaletinde yaşayan birçok kişi işte Yukarıdaki bu sorularla karşı karşıya kaldılar. Ancak insanlar mektupların Yale Üniversitesi öğrencileri tarafından sokaklara, telefon kulübesi ve dükkanlara bırakıldığını bilmiyorlardı. Mektupların üzerinde basılı posta kutusu adresi ‘P.O. Box 7147, 304 Columbus Avenue, New Haven 11, Connecticut’ psikolog Stanley Milgram tarafından kiralanmıştı. 100 mektubun ‘kaybolmasından’ iki hafta sonra, 25 mektup Nasyonal Sosyalist Partisine, 25 tanesi Komünist Partisine, 72 tanesi Tıp Birliği ve 71 tanesi de Walter Carnap’a ulaşmıştı. Milgram sonuçtan memnundu. ‘Kaybolan mektuplar yöntemi’ insanların belli başlı organizasyonlara ve konulara gösterdikleri tavrı fark ettirmeden ortaya koyması nedeniyle başarılıydı. Oysa daha önceki araştırmalarda katılımcılara sorular yöneltiliyor veya soru formları doldurmaları isteniyordu dolayısıyla da doğru söyleyip söylemediklerini kestirmek zordu. Ama Milgramın ‘kaybolan mektuplar yönteminde’, insanlar bir araştırmanın parçası olduklarını bilmedikleri için yalan söylemelerine imkan yoktu. Deney 1963’de yapıldı. Yöntem o zamandan bu yana yüzlerce araştırmada kullanıldı. Milgram bu yöntem sayesinde 1964 başkanlık seçimlerinde Lyndon B.Johnson’un başkanlığını önceleyebilmişti. Yöntem özellikle de çok tartışmalı konular için çok uygun. Kısa bir süre öncesine kadar aynı yöntemle yaratılış, cinsel bilgi dersi ve eşcinsel öğretmenler hakkında bilgi toplanıyordu. YÜZDEKİ TUTKUNUN, AĞRININ VE ÜZÜNTÜNÜN KASIPekçok düşünceyi ve duyguyu anlatan yüzümüzdeki kasların pek çok anlamını, insanlık Dr. Duchenne’nin, ceset gibi bir yüzü ve sınırlı zekası olan bir kunduracıya borçlu.Yaşlı insanın ismini, doktor Guillaume Benjamin Armand Duchenne de Boulogne, hiçbir zaman açıklamadı. Méchanisme de la physionomie humaine adlı kitabından, sadece kunduracı olduğunu ve yüz ifadesinin ‘iyi huylu karakterine’ ve ‘sınırlı zekasına’ uygun olduğunu biliyoruz. Fakat bugün bile yüz kaslarıyla ilgili bilinen pek çok şey, bu yaşlı adamın ceset gibi yüzünde yapılan deneylere borçluyuz..Dr. Duchenne, deneylerinde, güzel yüz göremeyen okurların tepkisini merak ediyordu daha çok. Doktorun dişsiz ihtiyarı tercih etmesinin çok iyi nedenleri vardı: Kırışmış cildi, kasları iyice belirginleştiriyordu. Fakat yaşlı adam, yüzündeki duyarlılığı neredeyse tümüyle yitirmişti. Bu durum doktora, kasların tıpkı bir ceset üzerindeki kadar ayrıntılı bir şekilde incelemesine izin veriyordu. Çünkü yaşlı adam hiçbir şey hissetmiyor ve deneyler sırasında da hep sakin kalıyordu. Duchenne, 1842 yılından beri, epilepsi hastalarını, spastikleri ve parapleji hastalarının kaslarını elektrikle uyararak inceliyordu. Eğer felçli bir kas elektriksel olarak uyarılabiliyorsa, Duchenne hasarın beyinde veya beyine giden bağlantılarda, ama eğer uyarılmıyorsa sorunun kasta olduğuna karar veriyordu. Bu çalışma bugün Duchenne Kas Distrofisi’ni (kas bozukluğu) hatırlatmakta. Doktor sadece bilimsel değil estetik hedefleri de takip ediyordu. Yüzün elektrikle uyarılmasıyla Duchenne, 1852 yılında, mümkün olduğunca gerçekçi duyu uyarımları yakalamaya çalışıyor ve kaslara, etkinleştirdikleri duyulara göre üzüntünün, ağrının veya tutkunun kası gibi isimler veriyordu.Gerçek ve sahte gülüşGerçek ve sahte gülüşün arasındaki fark Orbicularis oculi, pars lateralis kasına bağlıydı. Gözü çevreleyen bu kas yalnızca doğal gülüşlerde etkinleşmekte. ‘Kişinin isteğine bağlı değil’ demişti Duchenne. ‘Eksikliği, yanlış dostu açığa çıkarıyor.’ Duchenne, yüz çalışmalarıyla sanatı da etkilemek istiyordu. Bu amaçta sanatçılara ‘Ruhun hareketlerini gerçekçi ve eksiksiz olarak’ tasvir etmesine izin veren kurallar formüle etti. Doktor antik dönemdeki büyük sanatçıların birçoğuna iyi not vermemişti. Gerçi kaba hatları doğru yakalamışlardı, ama bunların dışında kalanlar ‘mekanik açıdan imkansızdı’. Örneğin sanat tarihçileri tarafından başyapıt olarak kabul edilen Yunanlı rahip Laokoon’un heykelinin alnında bazı eksiklikler vardı. Öyle görülüyor ki Rodoslu heykeltıraşlar Polydoros, Agesandros ve Athanodors, alın bölgesinde etkiyen m.corrugator supercilii kasından haberdar değillerdi. UZAKTAN KUMANDALI BOĞA GÜREŞİBir elinde kırmızı pelerin, diğerinde ise telsiz kumanda cihazı ile arenaya çıkan ispanyol sinirbilimci, New York Times’a manşet olacaktı. İspanyol araştırmacı, pelerini atacak ve kumanda cihazı ile boğayı durduracak sonra da kaçırtacaktı!Bir İspanyol sinirbilimci, bir hayvanın beyni üzerine kurduğu hakimiyetini, arenadan başka nerede kanıtlayabilirdi? José M.R. Delgado, bu amaçta CÓrdoba arenasında sağ elinde kırmızı pelerinini sallarken, sol elinde de telsiz kumanda aletini tutuyordu. Boğa kendisine doğru koşarken, pelerini yere bırakarak uzakta kumanda aletinin tuşuna basınca hayvan durdu, ikinci tuşta ise hayvan kaçmaya başlamıştı. 1964’te yapılan boğa güreşi deneyi, New York Times gazetesinin ilk sayfasına manşet olabilen ender araştırmalardan biridir. ‘O zamandan beri her yıl, hayvanın beynini kontrol altına aldığımı zanneden insanlardan mektup aldım’ diye anlatmıştı Delgado daha sonraları. Yale Üniversitesi profesörü, beyni elektrikle uyararak insan ve hayvan davranışları hakkında daha fazla bilgi edinmek istiyordu. Çok sayıda deney hayvanında yaptığı gibi boğanın beynine de uyartılarıyla belli başlı davranış biçimlerini üreten elektrotlar yerleştirmişti. Dengeli hastalar!Mesela bu şekilde maymunları tek tuşla esnetmeye ve kedileri saldırıya teşvik etmeye başarmıştı. Epilepsi hastalarında ise sevimliliği, konuşmadaki akıcılığı ve korkuları etkileyebiliyordu. Delgado, beynin elektriksel uyarımının sadece sosyal davranışların temelini anlamaya yarayan anahtar olduğunu bulmakla kalmayıp, üyeleri onları ‘daha mutlu, daha az yıpranan ve dengeli insanlar’ haline getiren bir tekniğe sahip ‘psikolojik olarak uyarılmış’ yeni bir toplumun da tasarlayıcısıydı. Gerçi bu vizyon bugüne kadar gerçekleşmiş değil, ama beynin elektrikle uyarılması bugün gerçekten de uygulanmakta olan bir yöntemdir. Parkinson hastaları bu şekilde hastalık semptomlarıyla daha kolay başa çıkabiliyorlar. OYUN TEKNİĞİ İLE UZMAN KANDIRMACAMükemmel bir sunum tekniğiyle, içerikteki saçmalıkları fark ettirmeden, konunun uzmanlarını kandırmak mümkün mü? 1970’te yapılan bir deney, usta bir oyun tekniğiyle, uyduruk bir bildirinin, uzmanlara yutturulabileceğini gösterdi.Myron L.Fox’un bir toplantıda sunduğu bildirinin başlığı Matematiksel Oyun Teorisinin Tıp Eğitiminde Kullanılması idi. Ve Güney Kaliforniya Üniversitesi Tıp Okulu Eğitim Programı katılımcısını Fox, ‘Matematiği insan davranışları üzerinde uygulayan otorite’ olarak tanıttı. Dinleyicileri iddialı çıkışıyla o kadar büyülemişti ki hiç kimse yalanını fark etmedi. Adam oyuncuydu ve Oyun Teorisi hakkında hiçbir şey bilmiyordu. 1970 yılında, Fox’un tüm yaptığı Oyun Teorisi hakkındaki bir makaleden, anlaşılması zor bir konuşma, uydurma sözcükler ve tartışmalı saptamalardan oluşan ve mizah ve anlamsız bağlantılarla diğer çalışmalara aktarılan bir bildiri hazırlamaktı. Bu aldatmacının arkasında ise bu tezle eğitim programı için bir tartışma yapmak isteyen John E.Ware, Donald H.Naftulin ve Frank A.Donnelly vardı. Araştırmayla yanıtlanması beklenen soru şu idi: Deney başlıyorBir grup uzmanı mükemmel bir sunum tekniğiyle, içerikteki saçmalıkları fark ettirmeden, kandırmak mümkün mü? John Ware saatlerce oyuncuyla çalışmıştı: burada amaç, Fox’un bildiriyi sunarken ve sunduktan sonra saçmalamasını ve deneyin çökmesini engellemekti.’Fox, aldatmacının başarılı olmayacağından emindi. Ama ne var ki dinleyici bildiriye hayran kalmış ve bir saatlik sunumun arkasından da heyecanla sorular sormaya başlamıştı. Fox, aldatmacanın anlaşılmaması için soruları yanıtlamamıştı. On uzmanın tümü daha sonra değerlendirme formunda, bildirinin kendilerini düşünmeye ittiğini, hatta dokuzu, Fox’un konuyu çok iyi ele aldığını ve yeterli örnek verdiğini söylemişler. Böylece bir bildirinin sunuş şekliyle, uydurma içeriğin fark edilmeyeceğine dayanan etki o zamandan bu yana ‘Dr.Fox etkisi’ olarak bilinmekte. Reagan nasıl seçildi?Dinleyiciler Fox’un gerçekte kim olduğunu öğrendikten sonra bile ondan konuyla ilgili kaynakça istemişler. Öyle görülüyor hiçbir iddiası olmayan ve uydurma olduğu ortaya çıkan bildiri konuyu cazip hale getirmişti. Ware bunun üzerine öğrencilerini motive etmek isteyen profesörlerin derslerini bir oyuncuya verdirtmelerini önerdi. Bu öneri üzerine bir Los Angeles Times gazetecisi şunları yazdı: ‘Bu araştırma, yazarların bile fark edemedikleri imalar taşımakta. Bir oyuncu bir öğretmenden daha iyiyse, neden daha iyi bir parlamenter hatta daha iyi bir başkan olmasın ki?’ Yedi yıl sonra Ronald Reagen Amerikan başkanı seçildi!GÜZEL HAVA ALDATMACASISadece gerçek hava raporu insanların morali üzerinde etkili olmuyor, uydurma bilgi de etkili olabiliyor, hatta hava çok güzel dediğinizde insanlar daha çok bahşiş veriyor.Mart 1994 tarihinde Atlantic City’deki Casino Otelinde ilginç bir hava raporu tahmini yapan oda hizmetlisi, her sabah kahvaltıları odalara götürmeden önce, her odanın önünde bir deste karttan birini çekiyordu. Bu kartların üzerinde ‘soğuk ve yağmurlu’, ‘soğuk ve güneşli’, ‘sıcak ve yağmurlu’, ‘sıcak ve güneşli’ olmak üzere dört tahmin bulunuyordu. Ses yalıtımlı olan otel odalarının camları da siyah olduğu için konukların hava durumunu görmeleri mümkün değildi. Konuklar hava durumunu sorduklarında oda hizmetlisi çektiğe karta göre yanıt veriyordu. Amerikalı psikolog Bruce Rind bu araştırmayla, insanların morali üzerinde etkili olanın sadece gerçek hava raporu olmadığını, uydurma bilginin de etkili olabileceğini kanıtlamak istiyordu. Oda hizmetlisinin aldığı bahşişler gerçekten de ‘insanları etkilemek için doğrudan bir sensorik etkinin" gerekli olmadığını göstermekte. Diğer sözlerle söyleyecek olursak, kötü havalarda oda hizmetlisi için yalan söylemek daha karlı. Çünkü araştırmadaki oda hizmetlisi havanın güneşli olduğunu söylediğinde yaklaşık olarak üçte bir oranında daha fazla bahşiş almış. Bu konuda hava sıcaklığını hiçbir rol oynamamış. Bu yöntemden yalan söylemek istemeyen otel hizmetlileri bile yararlanabilirler. Çünkü aynı araştırmacı dört yıl sonra bir İtalyan restoranında, ertesi gün için yapılan çok iyi bir hava durumu tahmininin bile dörtte bir daha fazla bahşiş getirdiğini saptadı. RUHUN AĞIRLIĞI 21 GRAMGeçen sezon izlediğimiz ‘21 Gram’ filmine de ismini veren, ruhun 21 gram geldiğini iddia eden tuhaf deney, ölmekte olan bir insanın tartışmalı tartılmasına dayanıyordu. Bu amaçla da karyolada fazla gürültü yapmadan ölecek bir tüberküloz hastası seçilmişti!
Haber New York Times gazetesinde bile yayımlanacak kadar önemliydi. 11 Mart 1907 tarihindeki gazetenin beşinci sayfasında yayımlanan haberin manşeti: ‘Doktor, ruhun ağırlığı olduğuna inanıyor’ şeklinde verilmişti. Gazete, Massachusetts’te çalışan doktor Duncan MacDougall’ın tuhaf deneyinden söz ediyordu. MacDougall uzun bir süredir ruhun doğası üzerinde çalışıyordu. Eğer psişik fonksiyonlar ölümden sonra varlığını koruyabiliyorsa, yaşayan bedende belli bir yer kaplamış olmalılar. Ve ‘bilimdeki son bulgulara göre’ yer kaplayanların bir ağırlığı olduğu için de ruhun, ‘ölmekte olan bir insanın tartılmasıyla’ ruhun varlığı saptanabilmeliydi. Bu düşünceden yola çıkan MacDougall hassas bir
terazi üretti. Askıya asılan bir karyolanın ağırlığı, üzerindekilerle birlikte beÅŸ gramlık hata payıyla ölçülebiliyordu. Tüberküloz hastası en uygunu!Terazinin duyarlılığı bununla birlikte denek seçimini önemli ölçüde kısıtlıyordu. ‘En uygun kiÅŸiler hastalıkları yüzünden iyice halsiz düşen ve ölümleri kas hareketlerine baÄŸlı olmayanlar. Çünkü terazi ancak bu ÅŸekilde dengede tutulabildiÄŸi için en küçük ağırlık kaybı hemen fark edilebiliyor’ diye yazmıştı MacDougall daha sonra American Medicine dergisinde. ÖrneÄŸin akciÄŸer iltihabı yüzünden ölenler, terazinin dengesini bozabilecek kadar mücadele edebilecekleri için hiç uygun deÄŸildi. Bu yüzden hayattaki son anlarını mümkün olduÄŸu kadar sakin geçiren tüberküloz hastaları en uygunlarıydı. MacDuagall bu hastaları Cullis-Free-Home AkciÄŸer Tedavi Merkezinde buldu. Hastaların veya yakınlarının deneyler için onay verip vermedikleri bilinmemekte. Ancak MacDougalls’ın biyolojik teolojideki çalışmalarını kuÅŸkuyla izleyenler kesinlikle vardı. MacDougall, tartılan altı kiÅŸide terazinin doÄŸru ayarlanmadığından ve bu ayarın araÅŸtırmalarını onaylamayanlar tarafından bozulduÄŸundan yakınmakta. Ölmekte olan ilk hastasını MacDougall bir akÅŸam 17.30 sularında ruh terazine yatırdı. Hasta üç saat 40 dakika sonra son nefesini verdiÄŸi anda terazinin kolu duyabilir bir sesle yükseldi. MacDougall teraziyi dengelemek için 2 metal doların ağırlığından yararlandı. Ve bunların ağırlığı 21 gram idi. Köpekleri zehirledi mi?Bundan sonraki denekler karmaşık bir tablo sundular. Ä°kisinde ölçüm geçersiz sayıldı, birinde ağırlık ölümden sonra deÄŸiÅŸmedi, iki kiÅŸide ağırlık önce düştü sonra yine yükseldi ve bir hastanın ağırlığı ise iki kez yükselip, düştü. Ayrıca MacDougall kesin ölüm tarihini saptamakta da zorlanıyordu. Ama bu tür küçük aksaklıklar ruhun ağırlığını kanıtlayan bir araÅŸtırma sunmuÅŸ olduÄŸu inancını sarsmadı. Sonuçta ikinci bir deneyle bu bulguya kanıtlamıştı. Ağırlıkları 7,5 ila 37 kilo arasında deÄŸiÅŸen on beÅŸ köpek terazi üzerinde ölürken herhangi bir ağırlık kaybı yaÅŸanmamıştı. MacDougall, American Medicine dergisinde, köpekleri terazi üzerinde ölmeleri için ne ÅŸekilde ikna ettiÄŸinden söz etmedi ama bir olasılıkla onları zehirlemiÅŸ olmalı. MacDougall bununla birlikte bu deneyden memnun deÄŸildi. Fakat doktorun memnuniyetsizliÄŸi saÄŸlıklı köpekleri öldürmesiyle deÄŸil onların uygun bir denek olmamasına dayanıyordu. ‘Ne var ki hareket etmelerini önleyecek hastalığa sahip köpeklere ulaÅŸma ÅŸansım olmadı’ diye yakınmıştı MacDougall. Parlak ışık görmüş!MacDougalls’ın ruh terazisi bilim dünyasında farklı görüşler doÄŸurdu. Kimi meslektaÅŸları deneylerini saçma bulurken, diÄŸerleri de MacDougall’ın ‘tüm zamanların en önemli bilimsel buluÅŸunu’ yaptığına inanıyor ve yöntemin ne ÅŸekilde geliÅŸtirebileceÄŸini tartışıyorlardı. Özellikle de ölüm döşeÄŸindeki ağır hastaların kullanılması sorun yaratıyordu. Sonuçta ölü beden çabuk bozulduÄŸu için bu nedenle de ağırlık farkı ortaya çıkabilirdi. New Yorklu bir doktor Washington Post gazetesinde deneyin saÄŸlıklı erkeklerle yapılması halinde daha saÄŸlıklı sonuç vereceÄŸini ve bunun için de elektrikli sandalyenin bir teraziye asılarak, beden ağırlığının idamdan önce ve sonra tartılmasını önerdi. MacDougall birkaç deney daha yaparak 1911 yılında ikince kez dikkatleri üzerine topladı. Doktor, ruhun bedenden ayrılması sırasında parlak bir ışığın yayıldığını iddia ediyordu. MacDougall’ın araÅŸtırmalarını kanıtlayan tek sonuç ilk hastasıyla saptamış olduÄŸu 21 gramlık ağırlık kaybıydı. Ama bu 21 gram buna raÄŸmen yüz yıldan bu yana popüler kültürde ruhun ağırlığı olarak ele alınmakta. Hatta 2003 yılında yönetmen Gonzalez Inarritu sayesinde yaÅŸam ve ölümün anlamını konu eden ‘21 Grams’ filmine bile konu oldu. Filmi geçen sezon Türkiye’de de izledik.MUZA DOÄžRU YÃœKSELEN KULE Bir ÅŸempanze üst üste istiflenmiÅŸ sandık üzerinde bir muza uzanıyor. Normalde eriÅŸemeyeceÄŸi muzlara ulaÅŸabilmek için sandıkları üst üste koyan akıllı maymunun öyküsünü psikoloji öğrencileri kuÅŸaktan kuÅŸaÄŸa okudular. Fakat konu aslında biraz daha karmaşık idi. Maymunlara yönelik bu düşünce testini bulan Alman psikolog Wolfgan Köhler, 1913 yılında Antropoid Merkezi’nin yönetimini devralmak için Teneriffa’ya gitmiÅŸti ve aslında bir yıllığına gitmesine raÄŸmen, Birinci Dünya Savaşı yüzünden burada altı yıl kaldı. Orada insansı maymunlar üzerindeki şık deneylerini gerçekleÅŸtirerek, ÅŸempanzelerin insanlar gibi bilinçli davranışlar sergilediklerinden emin oldu. Bu bulgu o tarihteki evrim biyologlarını rahatlattı. Darwin’in doÄŸal ayıklanma teorisini sunmasından sonra çok uzun bir zaman geçmemiÅŸ ve biyologlar her yerde bununla ilgili kanıtlar arıyordu. Ä°nsan ve maymun bedeni arasındaki benzerlik, ikisi arasındaki yakınlığı gösteren bir kanıttı fakat Darwin, insan ve maymunun zeka açısından da yakın olması gerektiÄŸinden emindi. Ä°ÅŸte Köhler deneyleriyle bu yakınlığın derecesini öğrenmek istiyordu. 24 Ocak 1914 yılında altı ÅŸempanzeyi yüksek tavanlı bir odanın köşesine asılmış muzlarla ve odanın ortasındaki sandıklarla baÅŸ baÅŸa bırakarak bekledi. Tüm hayvanlar muza zıplayarak ulaÅŸmaya çalışmıştı. Maymunlar ve sandalyeler‘Ancak Sultan, huzursuz bir ÅŸekilde odada dolaşırken birden sandığı kaptığı gibi hedefe doÄŸru taşıdı ve hedeften henüz yarım metre kadar uzakta olmasına raÄŸmen sandığın üzerinde zıplayarak muzu yakaladı’ diye yazdı daha sonra Köhler. Problemi çözen Sultan sanki aniden bir fikre ulaÅŸmış gibi davranmıştı. Fakat ÅŸempanzelerinin ikinci problemde uzun bir süre baÅŸarısız olmaları Köhler’i daha fazla ÅŸaşırttı. Muz bu sefer daha yükseÄŸe asılmış ve maymunlar ona ancak iki sandığı üst üste koyarak ulaÅŸabilirlerdi. Köhler, problemin zorluk derecesine göre ikiye ayrıldığını fark etti. Kolay olanı muzun altına bir sandık, zor olanı ise iki sandığını üst üste yerleÅŸtirmek idi. Bu ilginç olay karşısında Köhler çaresiz kaldı, çünkü insanda durum farklıdır. Bir sandıkla muza ulaÅŸabileceÄŸini anlayan insan, daha yüksekte asılı bir muza iki sandığı üst üste yerleÅŸtirerek ulaÅŸabileceÄŸini bilir. Gerçi Grande adındaki bir diÅŸi ÅŸempanze iki sandığı üst üste yerleÅŸtirmek için uzun bir süre çalıştıktan sonra bir kule yapmaya öğrenmiÅŸti ama her seferinde aynı hataları tekrarlıyordu. Ãœstelik birçok kez baÅŸarılı olduktan sonra bile iki sandıkla tekrar çaresiz kalabiliyordu. Ve Köhler ÅŸu notu düştü: Åžempanze, sandıklarla yaptığı kulelerin statiÄŸinden haberdar deÄŸil. Statik sorunları düşünerek deÄŸil tamamen deneyerek çözüyor. Köhler’in deneyleri bugün klasikler arasında yer almakta ve geliÅŸtirilmiÅŸ biçimiyle kullanılmaya devam ediliyor. Ancak insan ve ÅŸempanze arasındaki benzerlikleri açığa çıkardıklarını söylemek zor. Â
button