Afganistan'da bundan iki gün önce Kuzey İttifakı'nın eline geçen ‘‘Mezar-ı Şerif’’in isminin ilginçliği bilmem dikkatinizi çekti mi? Merak etti iseniz öğrenmeye çalışmanızı pek tavsiye etmem, zira şehrin isim macerası sadece ihtisas kitaplarında geçen bir efsanedir. Bu efsaneye göre Hazreti Muhammed'in amcasının oğlu ve damadı Hazreti Ali'nin cenazesini düşmanlarından korumak isteyen yakınları cenazeyi Necef'teki türbeden gizlice çıkartıp beyaz bir dişi deveye yüklemiş ve başıboş bırakılan deve nereye çökerse mezarın orası olacağına karar vermişler, deve bugün Mezar-ı Şerif'teki türbenin bulunduğu yere çökmüş ve şehir adını bu türbeden almıştır.
General Raşid Dostum, Mezar-ı Şerif'i ele geçirdi. Şehrin düştüğünü Taliban da doğrulayınca Afganistan'ın kuzeyindeki bu küçük ama son derece stratejik bölge, bir anda gündemin ilk sırasına oturdu.
Günlerdir kanlı çarpışmalara sahne olan
‘‘Mezar-ı Şerif’’in isminin ilginçliği bilmem dikkatinizi çekti mi? 'Şerefli mezar' anlamına gelen
‘‘Mezar-ı Şerif’’ sözüyle neyin kastedildiğini, şehrin adındaki bu şerefi kimin verdiğini acaba hiç düşündünüz yahut merak edip öğrenmeye çalıştınız mı?
Pek aramanızı tavsiye etmem, zira Mezar-ı Şerif'in isim macerası sadece ihtisas kitaplarında yeralan bir hikáyedir. Ruyalardan başlar, acı ve ıstırab dolu tarih çizgisiyle bugünlere uzanır, daha da önemlisi birkaç günden beri barut ve kan kokularının geldiği Mezar-ı Şerif ve çevresi, bizde çok önemli olan bazı isimlerin doğum yeridir.
İşte, Mezar-ı Şerif'e yani
‘‘Şerefli Mezar’’a ismindeki şerefi veren mezarın öyküsü:
Hazreti Muhammedin amcasının oğlu ve damadı olan dördüncü halife
Hazreti Ali, 661 senesinde Kufe'de
İbn-i Mülcem adında bir Harici tarafından katledilir ve bugün Irak'ın sınırları içerisinde bulunan ve Necef olarak bilinen şehre defnedilir.
‘‘Harici’’, Hazreti Ali'nin
de, onun rakibi olan ve
Emevi hanedanını kuran
Muaviye'nin de tarafını tutmayan kişilere denmektedir.
SENCER YAPTI, CENGİZ YIKTI Bu cinayet henüz çok genç olan İslam inancında ve Müslüman toplumda bölünmelere sebep olacak, tartışmaları asırlar boyu devam edip bugünlere kadar gelecektir.
Cinayetten sonra çeşit çeşit söylentiler çıkar. Şark dünyası kendisine mahsus ádetlerden birini yerine getirmekte, efsane üstüne efsane yaratmakta ve daha da önemlisi bu efsanelerle gerçek hayat arasında bağlantı kurmaya çalışmaktadır.
İşte bu efsanelerden birine göre,
Hazreti Ali'nin çok yakını olan birkaç kişi katledilen Halife'nin cesedini Necef'ten kaçırmaya karar verirler. Gerekçe,
Ali'nin düşmanlarının, onun sağlığında alamadıkları intikamlarını cenazesinden almaya kalkışmaları ihtimalidir. Bu tehlikenin önüne geçebilmek için bir gece
Hazreti Ali'nin mezarını gizlice açar, cenazesini dişi bir beyaz deveye yükler ve kendilerinin de bilmedikleri bir yere doğru yola çıkarlar. Cenazeyi taşıyan deve canının istediği ve gidebildiği kadar gidecek, nerede bitkin düşüp yere çömelirse
Hazreti Ali'nin mezarı orası olacak ama bu yeni mezarın yerinden hiç kimse haberdar edilmeyecektir. Cenazenin böylece sonsuza kadar emniyette kalacağına inanılmaktadır.
Devenin peşinden günlerce, haftalarca gider, çöller, dağlar aşarlar. Günün birinde yorgunluktan artık adım atamaz hale gelmiş olan hayvan durur ve olduğu yere çöküverir.
Hazreti Ali'nin bendeleri cenazeyi devenin sırtından indirip hemen oraya defneder ve sonra hepsi bir başka tarafa gider izlerini kaybettirirler.
Derken aradan dört asır geçer, vakti zamanında devenin çöktüğü topraklara Selçuklular hakim olurlar ve o zamana kadar gizli kalan mezar 1136'da zamanın sultanı
Sencer'in ruyasına girer. Hükümdar o devrin en iyi ustalarını toplar, ruyada gördüğü yere hemen bir türbe ve bir de cami yaptırır. Türbede yatanm kişinin kerametini görmek isteyenler caminin etrafına kısa zamanda evler inşa ederler ve ufak bir kasaba haline gelen yerin adı
‘‘Mezar’’ oluverir.
Sultan Sencer'in inşa ettirdiği türbenin ve caminin ömrü pek uzun sürmez. Doğudan öncü Moğol atlıları, arkalarından da Moğollar'ın hükümdarı
Cengiz Han gelir sadece Mezar'ı değil bütün o memleketleri yerle bir ederler.
Hazreti Ali'nin türbesinin yeri gene unutulur ve Sencer'in inşa ettirdiği camiden tek bir iz bile kalmaz...
Bir sonraki ruya için aradan 300 küsur sene geçer ve ruya görme sırası bu defa
Timur'un soyundan gelen
Hüseyin Baykara'ya gelir.
Timuroğulları'nın bu şair sultanı, 1481'de aynı yere daha büyük bir türbe inşa ettirir ve türbenin etrafındaki yerleşim yeniden canlanır. O topraklara
Hüseyin Baykara'dan sonra hakim olan Özbek hükümdarları da türbenin etrafına gömülmeye başlayınca mekán gittikçe büyür, güzelleşir ve dinî kimliğinin yanısıra siyasi bir hüviyete de bürünür. Mezar, artık Afganistan'da kurulan devletlerin hakimiyet alámetlerinden sayılmakta, hacca giden Orta Asyalılar'ın yolculukları sırasında akın akın ziyaret etmeleri sayesinde de zenginleşmektedir. İsmi, artık
‘‘Mezar-ı Şerif’’ olmuştur...
NEYSE Kİ BOMBALANMADI Bundan iki gün önce Kuzey İttifakı'nın eline geçen Mezar-ı Şerif'in öyküsü işte böyle... Kabil'in 400 kilometre kadar kuzeyinde bulunan ve krallık zamanında Afganistan'ın en gelişmiş yerleşim merkezi olan şehir şimdi ne durumda,
Hüseyin Baykara'nın inşa ettirdiği ve bir sanat şaheseri sayılan türbeyle savaşta neyse ki isabet almadı ve duruyor. Ama halkının çoğunluğunu Türkçe konuşan kavimlerin meydana getirdiği Mezar-ı Şerif taraflarında doğup Anadolu'ya yerleşen ve námı bütün dünyaya yayılan bir kişi var ki, öyküsü yandaki sütunda...
Mevláná’nın anavatanıMezar-ı Şerif, Afganistan'ın kuzeyindeki Belh eyaletinin merkezidir ve burası sadece Türkiye'nin değil, bütün
dünyanın çok yakından bildiği bir ismin anavatanıdır: Mevláná Celáleddin-i Rumî'nin...Mevláná, 1207'nin 30 Eylül'ünde bugün Mezar-ı Şerif'in banliyösü olan ve şehre on dakika mesafede bulunan Belh'de doğdu. Tarihi çok daha önceki asırlara dayanan Belh, eski kaynaklarda
‘‘Máder-i Şehrhá’’ yani
‘‘Şehirlerin Anası’’ diye geçerdi ve o devrin önde gelen ilim merkeziydi.
Belh'in önde gelen álimlerinden olan
Bahaeddin Veled, yani
Mevláná'nın babası, şehirde karışıklıklar çıkınca Belh'ten ayrıldı ve uzun bir yolculuktan sonra Konya'ya yerleşti.
Mevláná o sırada yirmi yaşlarındaydı ve eğitimi tamamlanmış sayılırdı.
Mevláná'nın oğlu
Sultan Veled, ailesinin Afganistan'dan Anadolu'ya göçetmesini
‘‘İbtidánáme’’ isimli eserinde anlatırken şöyle yazacaktı:
‘‘...Bahaeddin Veled,
Belhliler'den incinince, o ebedi padişahın gönlü onlara kırılınca, Tanrı'dan ‘‘Ey kutupların ulu padişahı’’
diye ona nidá geldi: ‘‘Madem ki bunlar seni incittiler, tertemiz gönlünü kırdılar; sen de bu düşmanların arasından çık da ben onlara azáb edeyim, belá göndereyim’’.
Tanrı'dan bu hitabı duyunca hışım ipliğini eğirdi, Belh'den Hicaz'a hareket etti. Daha yolda iken o sırrın eserinin zuhur ettiğine dair haber geldi, Tatarlar (Moğollar) onlara saldırmış, İslam ordusu bozulmuştu. Beşh'i almışlar, o kavimden sayısız adam öldürmüşlerdi. ...Kábe'den Rum iline (Anadolu'ya) geldi. Rum ülkesinin halkının da rahmete ulaşmasını diledi. Bütün Rum ülkesi içinde Konya'yı seçti, orayı yurt edindi (Abdülbaki Gölpınarlı'nın
‘‘Mevláná Celáleddin’’
inden).
1220'de
Cengiz Han tarafından yağma edilen ve yakılıp yıkılan Belh, eski güzel günlerine bir daha asla kavuşamadı.
Timur'un
oğlu
Şahruh Bahadır'la karısı
Gevher Şah'ın 15. asrın ilk çeyreğindeki iktidarları sırasında kısa bir zaman için önemli bir ticaret yolu haline geldi ama daha sonraları devam eden savaşlar şehri gene harabeye çevirdi. Belh, Taliban'ın gelişine kadar Mezar-ı Şerif'in pazar yeriydi.