Güncelleme Tarihi:
Dışişleri Bakanlığı 19 Aralık’ta bir açıklamayla Musul yakınlarındaki Başika eğitim kampındaki birliklerin çekilmesi işlemine “devam edileceğini” açıkladı.
Nitekim dün çekilmeye dair fotoğraflar ajansa düşmeye başladı.
Amaçları herhalde haber vermekten çok göze girmek olan bazı meslektaşlarımız, Dışişleri’nin bu açıklamasını belki de görmeden, değişmesi için bir neden görmedikleri “Musul’dan çekilme yok” türü başlıklarla çıktılar dün; acıklıydı.
O açıklamadaki önemli bir başka nokta da Başika’ya birlik takviyesine dair Türk ve Irak hükümetleri arasında bir iletişim kazasının yaşandığının kabul edilmesiydi.
Böyle bir durumda iletişim sorununu kabul ediyorsanız ortada bir kaç ihtimal var demektir.
Ya oradaki kampa birlik takviye ederken izin almadınız, sadece haber vermeyi yeterli gördünüz; ya haber vermeniz gereken kanallar üzerinden, mesela Dışişleri üzerinden değil, başka kanallar üzerinden gittiniz, şekil şartını yerine getirmediniz; ya da daha vahimi, üzerine dayandığınız yazılı bir belge yoktu, sözlü beyanlarla devam ettiniz ve bu iş başa geldi.
Bu iş başa geldi diyorum, çünkü Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Musul’dan çekilme yok” demesiyle, çekilmenin devam edeceğinin devlet adına yazılı olarak açıklanması arasında sadece dört gün vardı.
Çekilme yok denmesiyle çekilmenin yapılması arasındaki bir kaç günde ne mi oldu?
Önce Irak Başbakanı Haydat el-İbadi ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ı aradı, “Türkler çekilsin” dedi. Biden Başbakan Ahmet Davutoğlu’nu aradı. Davutoğlu “O eğitimciler IŞİD’e karşı, onları korumak zorundayız dedi”.
Ama bir miktar birlik Başika’dan çekildi, takviyeler durduruldu. İbadi yeniden Biden’ı aradı, Türk askerinin tamamen çekilmesini istedi. Biden tekrar Davutoğlu’nu aradı, basına “Askerleri çekin” dediği iddiası sızdırıldı.
İşte o sırada IŞİD kampa saldırmış, dört askeri yaralamıştı. Davutoğlu için bu haklılığımızın göstergesiydi; ayrıca Biden da kendisine asker çekin dememişti, haberleri yalanladı.
Demek ki, ABD oradaki Türk askerinin çekilmesini istememişti; Beştepe ve Çankaya iki koldan “Aslında ABD’nin haberi ve onayı var” demeye başladı.
İşte ABD Başkanı Barack Obama, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bütün bunlardan sonra aradı.
Hemen ardından da –belki bir yalanlamaya meydan vermemek için- görüşmede Türk askerinin Irak’tan çekilmesini, çekilmeye devam etmesini istediğini duyurdu.
Bu da üzücü bir durumdur.
Dışişleri açıklaması işte bu gelişmelerin ardından yapılmak zorunda kalındı.
Tabii AK Parti hükümeti cephesinde bugünlerde yaşanan travmalar Irak-Musul hadisesiyle sınırlı değil.
Bir yandan bu gelişmeler devam ederken, 17 Aralık akşamı ajanslara İsrail mahreçli bir haber düştü.
Türkiye ve İsrail arasındaki gizli görüşmeler sonuç vermeye başlamış, artık anlaşma aşamasına gelmişti.
O sırada Meclis görüşme halindeydi.
Muhalefet milletvekilleri hükümete bunun doğru olup olmadığını sordu.
Milli Eğitm Bakanı Nabi Avcı’nın “Yalan haberdir” dediği tutanaklara geçti. Böyle bir şeye ihtimal vermeyen Avcı, muhalif vekillere İsrail’in lafına itibar edeceklerine Türk Dışişleri'ne etmelerini öğütledi.
Bir kaç saat içinde sadece Dışişleri değil, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık kaynakları da İsrail ile görüşmelerin yakında anlaşma imzalanacak aşamaya geldiğini teyit etmişti.
Sosyal medyanın İslamcı cephesinde önce inkar, sonra sessizlik hüküm sürdü iki gün boyunca.
Dünden itibaren ise İsrail ile anlaşmanın aslında Türkiye için ne kadar faydalı olacağına dair manevralar başladı.
Artık trajik değil, komiktir.
Anlaşmanın maddelerinden birisinin İsrail’in terörist saydığı Hamas liderlerinden Salih el-Aruri’nin Türkiye’den sınır dışı edilmesi olduğu yazıldı.
Böylece Araruri’nin sınırlarımız içinde durmakta olduğunu da öğrendik.
Ama ilginç olan Cumhurbaşkanlığı internet sitesine dün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 19 Aralık’ta Hamas lideri Halid Meşal ile tokalaştığını gösteren bir fotoğrafın konulmasıydı.
Acaba Erdoğan, şu veya bu kişi önemli değil, Hamas’ın arkasındayız mesajı mı veriyordu? Ya da bu fotoğrafın söylemek istediği başka bir şey mi vardı? O da açıklanmadı.
Arap Baharı'nın başlamasıyla 2011 başında Libya kriziyle ray değiştiren Türk dış politikasının yeniden ray değiştirmesi, yeniden bildiği “Yurtta sulh, cihanda sulh” yolunda devam etmesini zorlayan aslında başka gelişmeler de mevcut.
Mesela NATO’nun 24 Kasım’da Türk F-16’sı tarafından düşürülen Rus Su-24 uçağı konusunda 18 Aralık’ta aldığı son karar.
NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in açıklamasına göre örgüt, Türkiye’nin arkasında duruyor, hava savunmasını –isim vermese de- Rusya karşısında güçlendireceğini duyuruyor.
Ama bunun yanı sıra diyor ki, Rusya ile yeniden bu şekilde karşı karşıya gelmemek için Türk hava savunmasıyla NATO yakından ilgilenecektir.
Mesaj yeterince açık değil mi?
Bu bir bakıma iyi: Suriye krizinde NATO’nun da devrede olması Türkiye’ye güvence sağlar ve ayrıca Türkiye’de 2011’den bu yana dışişlerinin yanı sıra dış politikaya yön veren –aralarında maceracı unsurların da bulunduğu- kesimler artık bunu yapacak imkanı bulamaz.
Ama bir bakıma ABD başta belli başlı NATO ülkelerinin Türkiye’nin ne yapacağını “kestirmediklerini” göstermez mi? Adeta ‘Sen benzeri durumda vurur, hepimizin başını Rusya ile belaya sokarsın’ anlayışıyla, ‘En iyisi gel beraber yapalım’ demiş olmuyorlar mı?
Aslında Rus uçağının düşürülmesinden bu yana Türkiye’nin Suriye’nin geleceği üzerine konumu eskisi gibi değil.
Öncesinde o 98 kilometreye 40 kilometre bölgeyi Suriye’ye mülteci ve sözümona “ılımlı” asilere geçit yapmak isteyen Türk hükümetine, şimdi hem ABD, hem de Rusya “IŞİD iddialarını silmek istiyorsan o sınırı kapat” demeye başladı.
Bu üzerinde durup düşünülmesi gereken bir durumdur.
Tabii bu NATO kararını aynı gün BM Güvenlik Konseyi’nden çıkan Suriye kararından ayrı düşünmek mümkün değil.
Gerçi Dışişleri aylar öncesinden Suriye’de Beşar Esad’ın içinde olacağı bir “geçiş hükümetine” Türkiye’nin “sonrasında Esad’ın bulunmayacağı” koşuluyla onay verebileceğini söylemeye başlamıştı.
Gerçi kararda geçiş hükümetinin sonrasına dair bir hüküm de yok.
Ama 2011 sonbaharında Esad’ın iktidarına “en fazla 6 ay” biçenlerin, sonra bu sorulunca “Ama ABD yan çizdi” gerekçesi ardına çekilenlerin çıkıp millete bir şey söylemesi gerekmiyor mu artık?
Baksanıza, o da Suriyeli mültecilerin akını sayesinde Avrupa Birliği ile ilişkilerin canlanması bir çıkış noktası gibi dururken, Rusya’nın Kıbrıs Rum hükümetine etki etmesiyle o bile tehlikeye girmedi mi?
Artık Türk dış politikasının 2011’den bu yana izlediği ideolojik dış siyasetten gerçekçi dış siyasete dönüş yapmasının zamanı gelmedi mi sizce?