Devlete herkes kırgın

Güncelleme Tarihi:

Devlete herkes kırgın
Oluşturulma Tarihi: Mart 25, 1998 00:00

Haberin Devamı

Altmışbeşinci yaşında, anılarını 'Bu gözler neler gördü' adlı bir kitapta toplayan Hüseyin Baradan'la söyleşimizi sürdürüyoruz.

Yeşilçam'a emek vermiş birçok sanatçı yoksulluk içinde öldü ya da yoksulluk içinde yaşıyor. Siz ayakları hep yere basan biri olarak onlar adına bir girişimde bulunmadınız mı?

- Ben büyük para kazanan bir aktör değildim. 400 film çevirmeme rağmen bugün ancak Bornova'da oturduğum evi yirmi ay vade ile alabildim. Şahsen kimseye yardımda bulunamadım. Ama karınca kararınca belki günlük ihtiyaçlarını karşıladığım arkadaşlarım olmuştur. Zaten o devirde yoksul değildi arkadaşlarımız. Düşünsenize yılda 300 film çevriliyor. Herkes en az kırk elli filmde iş buluyor. Bugün gazetede bir haber okudum, fena halde üzüldüm. Erol Taş'la Bilal İnci, Muazzez Ersoy'un bir klibinde rol almışlar. Bir Erol Taş gibi Türk sinemasına altın harflerle imzasını atmış, bir Bilal İnci gibi yüzlerce filmde oynamış kişilerin bir şarkı klibinde oynamaları bana ters geldi.

Çok zor koşullarda yaşayan başka kimler vardı?

- Danyal Topatan, Zeki Alpan, bugün hala hayatta olan Sami Hazinses. Daha hatırlayamadığım bir sürü arkadaş. Ne SESAM'ın onlara bağladığı maaş kafi gelir, ne Türker İnanoğlu'ndan gelecek üç beş kuruş.

Kitabınızda alkole yenik düşen aktörlere de epey yer ayırmışsınız. Cüneyt Arkın'ın bir dönemi, Yılmaz Güney... Bu konudan biraz didaktik sözetmiyor musunuz?

- Çünkü Yeşilçam'da bir aktörün, aktristin özel hayatı yapımcıyı çok etkiler. Bir oyuncu özel hayatında fazla mazbut değilse, iş hayatında da mazbut olamaz. Filmcilik erken saatte işe başlamayı gerektirir. Maalesef birçok arkadaş alkolün kurbanı oldu. Bunlardan biri de Salih Tozan'dır. Benim için Türkiye'deki en büyük espri üstadı Salih Tozan'dı. Ailecek görüşürdük. Siroz kurbanı oldu. Suphi Kaner, doğuştan bir kabiliyetti. Sinemada yer göstericilikten Suphi Kaner'liğe yükselmişti. Sonra bir Hayati Hamzaoğlu. Hepsi alkolün kurbanı oldu.

Siz 'akşamcı' tabir edilen içicilerden misiniz?

- Ramazan, Kandil hariç, bir büyük rakıyı beş akşamda içerim. Hayatım bir matematik gibidir. Tatil günleri dahil 6'da uyanırım ve yatakta duramam. İşe saat 7'de gelirim. Temizlikçi kadın şikayet ediyor, geç gelin de odayı rahat temizleyeyim, diye. Akşam en geç yedi buçukta yemek yer, en geç onbirde yatarım. İçkinin dozunu, nerede olursam olayım aşmam ve Yeni Rakı'dan başka hiçbir şey içmem. Gündüz bira bile içmem.

Köksal'ın çantası

Sizin döneminizde en hayran olduğunuz, en takdir ettiğiniz oyuncular kimlerdi?

- O devirde bir Belgin Doruk'a ‘‘Belgin’’ diyemezdik. Mutlaka Belgin hanım diyeceksiniz. Onun o küçük hanımefendiliği üzerine resmolmuştu. Bir Ayhan Işık, bir İzzet Günay, bir Fatma Girik, bir Ediz Hun. Onlarla çalışmak zevkti. Düşünün aynı şehirde oturuyoruz, ailecek görüşüyoruz, ama bir film bittiğinde birbirimize sarılıp ağlıyoruz, bitti diye.

Yönetmen olarak?

- Yönetmen olarak Lütfü Akad. O yalnız yönetmen değildi, çalıştırdığı işçisini koruyan bir patrondu. Bir gün setteki yemeğe fasafiso bir şeyler getirdiler. Adamları öldürecekti neredeyse. Bu insanlar on iki saat çalışıyorlar, bu yemekle mi çalışacaklar diye bağırdı. Bir Atıf Yılmaz'la çalışmak da zevkti. Metin Erksan da çok iyi bir yönetmendi ama patronlar onu tutmazdı, onlar için zararlı ve masraflı bir adamdı. Çünkü Metin Erksan filmin iyi olması için ne gerekiyorsa mutlaka temin edilsin isterdi. Bir de ağabeyi vardır Çetin Karaman, o da yönetmendi. Tamamen zıt iki kutup. Biz Çetin Karaman'la bir film yapıyoruz. Önder Somer'in de ilk filmi. Sevim Emre de oynuyor. Filmi çekiyoruz çekiyoruz bitmiyor, çektiğimiz sahneyi farklı farklı çekiyoruz, yine bitmiyor. Sonunda anlaşıldı. Bir filmden iki film yapıyormuş, devamını da çekmiş, otuz iki kısım tekmili birden.

Evlenmeden önce çok çapkınmışsınız. 42 yıllık evliliğinizde hep sadık kaldığınızı söylüyorsunuz. Peki çevirdiğiniz filmlerde hiç kalbinizi çarptıran bir oyuncu olmadı mı?

- Samimi söylüyorum, olmadı. Karşınızdaki oyuncuyu kadın olarak görmüyorsunuz. Size bir olay anlatayım: Karım sinema dünyasına çok uzak bir insan. Sevişme sahnelerini görüyor ve çok üzülüyordu. Prensip olarak karımı iş yerine kesinlikle götürmem ama aldım sete götürdüm bir gün. O görüp, üzüldüğü sahnelerden birini görsün diye. Sevindi. 'Sarmaşık Gülleri' diye bir film. Ben de deli bir bahçıvanı oynuyorum. Suzan Avcı da erkek delisi bir kadını. Suzan zaman zaman benim yanıma seraya geliyor. Aylardan Temmuz, sıcak, karavana lambalar yanıyor, içerisi cehennem. Suzan soyunuyor, başlıyoruz yatakta sevişmeye. Seyirci bizi çıplak sanıyor oysa külotlarımız var. Derken yukarıdan ışıkçılar ‘‘Abi kapatma’’ diye bağırıyorlar. Kadını tam öpeceksin, ‘‘o tarafa doğru kaçma’’ diye bağırıyorlar. Derken asistan yan taraftan sufle veriyor. Setçiler gelip terinizi siliyor. Karım bunları görünce, ‘‘Artık istediğin sahneyi çekebilirsin’’ dedi. Ayrıca arkadaş bunlar. Bir Fatma Girik'i, bir Suzan Avcı'yı, bir Neriman Köksal'ı kadın olarak görmek mümkün değil. Bir kadının Samsonet'inde ne bulunur? Ruj, krem, losyon... Neriman Köksal'ın Samsonet'inde bir küçük şişe rakı, beyaz peynir, fasulye pilakisi, matarada su bulunurdu. Şimdi bu kadına siz nasıl kadın diye bakarsınız? Bu işler yeni moda oldu, yok Kerem Alışık şununla, filan....

O günlerden komik bir anekdot anlatsanıza...

- Eskiden filmlerin çoğu Ayazağa köyünde çekilirdi. Orada da süvari jandarma birliği vardı. Eğer atlı bir film çekilecekse süvari grubu at veriyor, kıyafet veriyor, kimi düşman askeri oluyor, kimi kuvay-i milliyeci. Bir gün bir film çekiyoruz, Ahmet Tarık Tekçe kuvay-i milliyeciyi oynuyor, ben de düşman subayı. Ahmet Tarık, Sami Hazinses atların üstünde, önlerinde de normal süvari erleri var. Onlar atların üstünde düşman müfrezesinin geçmesini bekliyorlar imha etmek için. Rejisör ‘‘gelin’’ diye bağırınca önde ben arkada müfrezem atları parlattık başladık koşmaya. Şimdi bu atlarda tuhaf bir şey var, birkaçı koşmaya başlayınca hepsi birden koşuyorlar. Sami Hazinses ve Ahmet'in atı bizim atları görünce başladılar koşmaya. İkisi de bilmiyor ata binmesini. Sarıldılar atların boynuna, kurtarın bizi diye bağırıyorlar. Sonunda Ahmet'in kafası bir yere çarptı ve sırt üstü yere yuvarlandı. Allahtan bir şey olmadı.

Girik'e bayıltan tokat

Sizin döneminizin sinemasıyla bugünkü sinemayı karşılaştırır mısınız?

- Bugünkü sinema daha iyi, o günkü oyuncular daha iyiydi. Çünkü biz hepimiz sonsuz bir özveriyle çalıştık. Zaman zaman İstanbul'a, sete gidiyorum. Yönetmen paydos dediği anda, hani ilkokulda öğrenciler birbirini ittirerek sınıftan çıkarlar ya, öyle kaçışıyor herkes. Bizim zamanımızda paydos dendiğinde kimse oradan ayrılmazdı. Herkes cebindeki parayı birleştirir, bir yere gidilip iki kadeh içilirdi. Yarın ne yapılacağı konuşulurdu, aynı gazetedeki günlük toplantılar gibi. Mesela benim Fatma Girik'e tokat atmam gereken sahnede, ben vuruyormuş gibi yaptım, Fatma Girik tutturdu, ‘‘Hayır gerçekten vur’’ diye. Olur mu, olmaz mı derken, patlattım tokatı, Fatma Girik düştü bayıldı. Sahne de sahne oldu ama.

60'lı yılların oyuncularından bugün hayatta olanlarda genel bir kırıklık var. Sizde de var mı böyle bir duygu?

- Ben Türkiye'de yaşadığımızı hiç unutmuyorum. Sanki sinemadaki insanlar kırık da başka insanlar, gazetedekiler, bankadan emekli olanlar, tekelde çalışanlar kırık değil mi? Hangimiz devletin güvencesi altındayız? Devletin neyine güveneyim? Devlete elbette kırgınım ama devlete herkes kırgın. Ben başka ülkenin Hüseyin Baradan'ı olsaydım, herhalde yaşantım başka olurdu.

Kötülerin komplosu

‘‘... O devrin en ünlü kötü adamı Ahmet Tarık Tekçe, Senih Orkan ve Öztürk Serengil'i bile geride bırakan bir tempo içinde şöhrete, paraya doğru koşuyor, koşuyorum. Kahveci Reşit Yeşilçam mensuplarının hem ağabeyi, hem dert ortağı idi. Bir gün bana, ‘‘Dikkat et, Ahmet Tarık ve Senih Orkan sana komplo hazırlığı içindeler’’ diye bir tiyo verdi. Hakikaten iki gün sonra Ahmet Tarık ve Senih beni Tarabya'da Filiz Lokantası'na davet ettiler. Tekçe'nin altında 1958 model Chevrolet, burnundan kıl aldırmayacak kadar meşhur. Oturduk, balıklar, istakozlar, karidesler, taraklar ve su gibi akan içki... Bir müddet sonra kelin perçemi döküldü ortaya. Ahmet Tarık Tekçe aldı sazı eline... ‘‘Baradan biz seni İzmir'de tanıdık sevdik. İstanbul'a geldin ama bu iş sana göre değil. Biz senin en kısa zamanda İzmir'e dönmeni istiyoruz.’’ ‘‘Sizin lafınızla değil İzmir'e, buradan Şişli'ye bile gitmem’’ dedim.

Benim bu ani ve sert çıkışım ikisi üzerinde soğuk duş etkisi yaptı. Ahmet Tarık ‘‘ben bir su dökeyim’’ diye masadan kalktı. Beş dakika sonra Senih Orkan ‘‘nerede kaldı bu Ahmet ağabey’’ dedi ve o da kalktı. Beş dakika, 10 dakika, 15 dakika... Garsona onların nereye gittiğini sordum. 15 dakika önce Ahmet beyin arabasıyla gittiklerini söyleyince başımdan aşağıya kaynar sular döküldüğünü hissettim. Hesabı ödeyip ödemediklerini sordum. ‘‘Hayır, ödemediler, siz ödeyecekmişsiniz’’ yanıtını aldım!’’






Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!