Cüneyt ÜLSEVER
Oluşturulma Tarihi: Ocak 26, 2002 14:38
Değişim serisinde; önce değişimden neyi kast ettiğimizi irdeledik. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçerken 'değişimin' önemini vurguladık. 20. yüzyılın tortusu olarak vaz geçmemiz gereken niteliklerimizi sıraladık. 21. yüzyılın beklentileri çerçevesinde fiziki olarak kazanmamız gereken nitelikleri gözden geçirdik.
Bugün sıra değişimin içsel boyutlarına geldi!
En zor bölümüne!
* * *
İnsan denen yaratığın geçirdiği evrimlerde elle tutulur, gözle görülür, ölçülebilir değişimler olabileceği gibi; elle tutulamayan, gözle görülemeyen, ölçülemeyen değişimler de vardır.
Gözlük takmaya başlayan bir kişi elle tutulur, gözle görülür bir değişime uğramıştır. Büyüyen çocuklarda fiziki değişim gözümüzün içine batacak kadar mutlaktır. Bir bilgiyi öğrenen insanın bu bilgi sayesinde değişip değişmediğini ölçerek tespit edebiliriz.
Ancak; olgunlaşarak, erdem kazanarak, hoşgörüsünü artırarak, fikir dünyasını zenginleştirerek yaşanan 'soyut değişimi' belki hissetmek mümkündür ama elle tutmak, görmek ve ölçmek çok zordur.
İçsel boyutlarda değişimin fark edilmemesi mümkün değildir, ancak adlandırılması çok zordur. İçsel boyutta değişen insanın değiştiğini hissedersiniz ama değişime dokunamaz, ölçemez, hatta bazen adlandıramazsınız.
* * *
İnsan denen yaratığın içsel boyutta değişmesi çok ama çok zordur, ancak en kalıcı olan değişim, belki de gerçek değişim içsel boyutta yaşanan değişimdir.
Ne demek içsel değişim?
İçsel değişim, genellikle adına 'ide' dediğimiz düşünce sistematiğine, ahlak anlayışına, değerler düzenine dayanan değişimlerdir.
Kişi önce düşünme, algılama ve değerlendirme boyutlarını, ahlak yargılarını, örf ve adetlerini, hatta dini akidelerini sorgulayacak!
Sonra, bunların bazılarının artık fonksiyonel olmadığına, dolayısı ile değişmeleri gerektiğine karar verecek.
Yerine yenilerini tespit edecek.
Bunları kazanmak için mücadeleye girişecek.
Yeni boyutları benimseyecek, kendi doğal davranışı haline getirecek.
Ne kadar zor bir uğraştan bahis ediyoruz, farkında mısınız?
* * *
Örneğin, bugüne kadar karar alma sürecini hep başkalarına bırakmış bir kişiyi ele alalım.
Hayatı boyunca nasıl eğitim alacağına, hangi işe gireceğine, kiminle evleneceğine, işini nasıl yapacağına, hangi takımı tutacağına, hangi partiye oy vereceğine, kime kızacağına, toplumsal olaylar karşısında nasıl bir tavır alacağına, akşamları hangi kanalı seyrededeceğine, hangi yemeklerden hoşlandığına v.b., hep başkalarının karar verdiği bir insanı ele alalım.
Kararlar yerine göre; anne-baba, ailenin ileri gelenleri, öğretmen, komutan, eş, amir, gazeteler, TV, mahalledeki 'abiler', cami imamı v.b. tarafından verilmektedir.
Bu kişi hayatı boyunca; neden okula gittiğini veya gitmediğini, neden müslüman olduğunu, neden takım tuttuğunu, nasıl oluyor da hakemlerin hep onun tuttuğu takıma taktıklarını, neden 'sağcı' veya 'solcu' olduğunu, neden hükümete kızdığını, tesadüfen bulduğu işi neden sevmediğini, amirinden neden hem korkup hem de nefret ettiğini, ayrıca onu sevmeden nasıl sayabildiğini, esasında ne olmak istediğini, o hep yerinde saydığı halde terfi alanların 'torpilden' başka özellikleri olup olmadığını, para kazanıp kazanmamanın kaderden başka nitelikler isteyip istemediğini, neden komşunun karısının kendi karısından daha güleç yüzlü olduğunu v.b. belirli bir güne kadar hiç sorgulamamış olsun.
Sakın böyle insanlar yok demeyin. Tonla var. Çoğunluk onlar. Belki ben sadece kendi kendine karar verememe niteliğinin tüm sonuçlarını belirli bir kişide toparlayarak abartmış olabilirim.
Böyle insanlar var !
Sizde de en azından bir kısım 'karar verememe' nitelikleri var!
* * *
Var sayın bu kişi lise mezunu olsun!
Gökten taş düşüyor ve bu kişi bir gün birdenbire artık 'kendi kendine karar vermeye' karar veriyor. Bu kararı da tek başına vererek, karar verme dizginlerini başından kendi eline alıyor.
Bu kişinin tek arzusu kendi kendine karar veremeyen bir insan iken; kendi kararlarını tek başına alan bir insan olmak!
Bu insan nasıl bir süreçten geçmeli?
Cevabı haftaya!
e-posta: culsever@hurriyet.com.tr faks: 212 677 06 93