OluÅŸturulma Tarihi: AÄŸustos 16, 2003 00:00
Göğsünde bir Plevne Madalyası'yla, şimdi torununun muayenehanesinin duvarından vakur bakan fotoğrafı, aslında İsmail Hakkı Paşa'ya yaramamış. Çünkü, Kahire ve İskenderiye'de çıkan karışıklıkları inceleyecek heyetin başkanını fotoğraflara bakarak seçen Sultan Abdülhamid, onu atlamış ve iki büklüm poz veren paşada karar kılmış; ‘‘Halifeye sunulan resimde işte böyle saygılı duran, bu işe layıktır’’ diyerek. Yine de Paşa'nın ailesi, Orta Asya dillerinden birinde cesur anlamına gelen Erez'i soyadı olarak benimserken onun cesaretine gönderme yapmış tabii ki... Bir başka duvarda, Halide Edip'in -aynı stil başörtüsü, aynı karizma- İstiklal Savaşı sırasında çekilmiş fotoğraflarını andıran pozuyla torununa bakan ise hayatı boyunca kocası İsmail Hakkı Paşa'ya aşık babaanne Hatice İhsan Hanım. İşte onların hikáyesi bu; Paşa'nın dedesinin, Tuna kıyısından, dönemin Bakırköy'ü Makriköy'e göçmesiyle başlıyor, 19. yüzyıl savaşlarından birinden en acımasız ayrıntılarla devam ediyor, gelip yine Makriköy etrafında, epeyce çalkantılı ve ürkütücü siyasi dehlizlerden geçiyor, yeni kuşaklara giden köprüde yürüyor ve bugüne geliyor. Anlatılan yalnızca Tanzimat'ı, 1. Dünya ve Kurtuluş savaşlarını ve cumhuriyeti yaşayan bir ailenin hikáyesi değil; İstanbul'un acımasızca değişen semtlerinden Bakırköy'ün de geçmişi... 1870'lerden, öldüğü yıl olan 1914'e kadar günlük tutan, savaş alanında bile cebindeki defterini doldurmayı ihmal etmeyen Paşa'nın yazdıkları; eşinin anlattıkları, biraz da yazarın hayalgücü ve sezgisi bütün bu hikáyeyi roman haline getirdi. Yazar, profesör doktor ve torun Selçuk Erez. Geçmişe ve içe doğru bir yolculuk hikáyesi olan Makriköy'e Dönüş, Doğan Kitap'tan taze çıktı... İsmail Hakkı Paşa'nın büyükbabası Abdi Efendi'nin bir gece kaçmak zorunda kaldığı Tuna kıyısındaki Sarıköy, ortasından geçen derenin suladığı, ormanlarla kaplı, aynı resimli masal kitaplarındaki gibi bir köydür; bir ucunda kilise, bir ucunda cami. Davar tüccarı Abdi Bey İstanbul'da yerleşmek için, her zaman özleyeceği köyüne çok benzeyen bir yeri, 1928'e kadar resmi adı Makriköy olan Bakırköy'ü seçecektir. O zamanlar bağı bahçesi bol, küçük bir balıkçı köyüdür burası. İstanbul'la arasında faytonla birbuçuk-iki saatlik bir yol ve altı köy daha vardır, ama derler ki, hiçbirinin havası Makriköy'ünki kadar berrak, hiçbirinin suyu Makriköy'ünki kadar güzel, hiçbirinin balığı, üzümü Makriköy'ünkiler kadar bol değildir. Abdi Efendi'nin 1854 doğumlu torunu İsmail'in çocukluğu burada, sahilden topladığı midyeleri oltasına takıp balıkçı kahvesinin iskelesinden sarkıtarak, denize girerek, Baruthane'de çelikçomak oynayarak ve hava ısındığında Çırpıcı deresinin oradaki ağaçlıkta arkadaşlarıyla çok merak ettiği İstanbul'u, Köprü'yü, Galata'yı konuşarak geçer.Babasının ailesinin Sarıgöl'de 30 odalı bir evde yaşadığı söylenir ama o annesi ve ablasıyla, kaldırıma yorgun argın oturmuş gibi duran, alçakgönüllü bir evde oturur. Aslanağızlarıyla dolu küçük bahçedeki kaplumbağa ortaya çıkınca ilkbaharın, kaybolunca sonbaharın geldiğini
haber verir. Babadan kalma maaÅŸla kıt kanaat geçinilen bu evde sıradışı tek eÅŸya, bir Rus ressamın yaptığı büyük bir peyzaj tablodur. Bu tablo, ailenin gelinlerinden biri tarafından gizlice antikacıya satılana kadar neredeyse tüm hikáyenin ortasında olacaktır. Orman ve ortasından akan dereyi betimlemesiyle, biraz Sarıgöl'ü andıran bu resimdeki dere gerçekten zaman zaman akıyor, yapraklar sallanıyor mu diye aile sık sık tartışmaya girer çünkü. En azından Ä°smail Bey öyle düşünür.YÃœRÃœYEREK GÄ°DÄ°LEN SAVAÅžGenç Ä°smail, Makriköy'ü çok sever ama her gün aynı kedileri seveceÄŸi, aynı köpeklere hoÅŸt diyeceÄŸi, aynı bakkaldan pirinç, aynı fırından ekmek alacağı bir hayattan uzaklara doÄŸru gitmek ister; kaderine düşen ‘‘uzak’’ ise savaşın kan gölüne dönüştürdüğü Plevne olacaktır. Gidip gizlice Harbiye'ye yazılmakla kalmamış, Plevne Savaşı için de gönüllü yazılmıştır. Günlüklerinin savaÅŸla ilgili bölümü 29 Haziran 1877 tarihinde, Beykoz Çayırı'nda kurulan ordugáhta baÅŸlar. Ä°ki gün sonra Sirkeci'den yola koyulan trendedir. Geçerken trenin Makriköy'deki duruÅŸu biraz uzun gelir ona. SavaÅŸa gönüllü yazıldığını duyan annesi kıyameti koparıp, gidemesin diye kafa kağıdını bir yere sakladığından, günlerce akla gelen gelmeyen her yere baktıktan sonra kümeste, teneke bir kutu içinde bulduÄŸundan, kaptığı gibi ardına bakmadan koÅŸtuÄŸundan, annesi habersizdir bu gidiÅŸten. Bu yüzden istasyonda kafasını dışarı çıkarmaz. Ancak vagonlar hareket edince bakar; tahta camisi, baruthanesi, aÄŸaçlıkları, iyi tanıdığı sokaklarıyla Makriköy hızla geriye doÄŸru akıp giderken, kararını bir kez daha onaylar: ‘‘Makriköy'de kalsaydım daha iyi olmazdı. Heyecana doÄŸru gitmeliydim.’’Ama uzaklar, heyecandan fazlasını yaÅŸatır ona: Pis kokan, bunaltıcı vagonlardan sonra yürüyerek devam eden yolculuk, aÄŸaçlar altında, köstebeklerin kabarttığı yerleri yastık yaparak uyunan geceler, patlayan, kanayan ayaklar, sıhhiye bölüğünde ilkel koÅŸullarda iyileÅŸtirilmeye çalışılan yaralılar, gece hakkını teslim edip sabahları koÄŸuÅŸlardan toplanan ölüler... ‘‘Fazla kan kaybeden yaralılar acıdan kıvranıyor. AÄŸrı kesecek ilaçlar kısa sürede tükenmiÅŸ olduÄŸundan Hıristiyan köylerinden topladığımız ÅŸaraba, çeÅŸitli meyvelerden yapılmış rakılara ve konyaÄŸa su katıp ilaç diye veriyoruz. Ömründe alkol almamış Müslüman askere bu kadar seyreltik alkol bile iyi geliyor, aÄŸrısını dindiriyor (...) Merhem kalmayınca önce bir süre keten tohumu ve ekmek içi kullandık, sonra keten tohumu tükenince civar köylülerin yaptıkları gibi yaraları balla temiz tutmaya çalıştık. Ama artık bal da bitti. ’’Rus saldırılarıyla yaralı ve ölü sayısı görülmemiÅŸ derecede çoÄŸalırken, günlerdir aç kalmış, yorgun, hasta ve donanımsız askerin bunca soÄŸukta ve rutubette, çamur içinde bu eziyete nasıl dayandığına ÅŸaÅŸar. SavaÅŸ Aralık 1877'de Osmanlı'nın bozgunuyla bittiÄŸinde bunu yediremez. SavaÅŸ alanını denetlemeye gelen Grandük Nikolay'ın önüne atar kendini: ‘‘SavaÅŸlarda bir taraf kazanır, diÄŸeri kaybeder, tamam. Ama sizin askerleriniz deÄŸilse de Bulgarlar yaralılarımızın karnını deÅŸiyor, gözlerini oyuyor, bu insanlığa sığmaz!’’ Grandük de eÄŸer bu söyledikleri doÄŸruysa onu derhal memleketine göndereceÄŸini, deÄŸilse astıracağını söyler. Bir süre sonra Tuna’da seyreden bir yük gemisindedir. Çok zorlu ama araya bir de aÅŸk sığdırdığı uzun bir yolculuktan sonra Makriköy'e dönmek üzere...Dönüşte Divan-ı Harp Daimi ReisliÄŸi'ne kadar uzanacak iÅŸine baÅŸlayan Ä°smail PaÅŸa, savaÅŸ sırasında tanıyıp çok sevdiÄŸi Ali ve Ä°brahim beylerin ablalarının güzel kızıyla evlenir; Nesibe'nin küçük kardeÅŸi Hatice Ä°hsan'ın onu görür görmez aşık olduÄŸundan habersiz. Ancak kısa bir süre sonra Nesibe'yi, ardından da oÄŸlunu kaybedecek; ablasının tavsiyesiyle Ä°hsan Hanım'la evlenecektir. Ablası kadar güzel olmasa da, zekası ve okuma merakıyla Ä°smail PaÅŸa'ya daha yakın olan Ä°hsan Hanım ise sevdiÄŸi adamla evlendiÄŸi için mutludur ancak ablasına iliÅŸkin vicdan azaplarından ölene kadar kurtulamadığı da aÅŸikardır. Ablası sık sık rüyalarına girer. Bir keresinde şöyle der: ‘‘Uzun süre bir ölüyü kıskandım, üstelik ablamı!’’ AÄ°LENÄ°N SUÄ°KAST BELASIÖldüğünde, vasiyeti üzerine kocasının deÄŸil ablasının yanına gömülen Hatice Ä°hsan Hanım'la Ä°smail PaÅŸa'nın iki oÄŸlu bir kızı olur. Ama yangınlar, depremler, ekonomik yıkımlar yanında, siyasi çalkantılarla hayatları huzura ermiÅŸ deÄŸildir. Ãœstelik kafaları karışmıştır epeyce. Ä°mparatorluk mu, Ä°ttihad ve Terakki mi, yoksa baÅŸka bir çıkış yolu mu? MeÅŸrutiyet ilan edildiÄŸi gün ailesiyle birlikte Makriköy sokaklarında marÅŸlar söyleyen, Ä°ttihad ve Terakki'yi epey destekleyen, sonra onların da Abdülhamid gibi davranmaya baÅŸladığını gören PaÅŸa, sonraki hayatını her an uÄŸrayacağı bir suikast beklentisiyle ve cevaplayamadığı sorularıyla geçirir.Evde bile iki tabancayla gezdiÄŸi, öyle günlerdir ki onlar, küçük Meliha, yatağında inmeden ölen anneannesini görünce ‘‘İttihatçılar anneannemi öldürmüş’’ diye koÅŸar içeri. Nitekim bir suikasttan kıl yapı kurtulan PaÅŸa, Divan-ı Harp'e ifade vermeye çağırıldığını öğrenemeden, 1914'te kalpten ölür. Ondan sonra Ä°hsan Hanım devam ettirir sorularını: ‘‘Harbin bitmesi iyi de, geriye vatan denecek yer kalıyor mu? Åžimdi Makriköy iÅŸgal altında; Fransızlar çayırda futbol oynuyor, çarşıda kadınlara laf atıyor!’’ Ä°ki iÅŸgal askerini mahalle gençleri dövünce evde bayram havası esecektir ama Anadolu'da bundan fazlası olduÄŸunu duymaları da uzun sürmez. Ä°hsan Hanım'a göre, PaÅŸa’nın nasıl kurulur diye sık sık sorduÄŸu halde cevabını bulamadığı Türk devleti kurulmaktadır.Ä°hsan Hanım'ın gayretleriyle oÄŸulları NaÅŸid Ä°sviçre'de Tıp, Hasan Tahsin ise Ä°stanbul Ãœniversitesi'nde Edebiyat okur. Ama aile bir süre daha aynı kaderi yaÅŸamayı sürdürür; savaÅŸ NaÅŸid'in Avrupa yolculuÄŸunu keser, verem Hasan Tahsin'in ilk eÅŸini erkenden alır. Hasan Tahsin oÄŸlunu babasının kurtulduÄŸu suikast belasına kurban verir: Ä°smail Erez, Paris'te büyükelçiyken Asala militanları tarafından öldürülür. Kitabın 1936 doÄŸumlu yazarına gelince... Dedesinin anılarıyla büyüyen Selçuk Erez de babası NaÅŸid ve kızkardeÅŸi Reyhan Erez gibi tıp okur. Babasının uzmanlığı olan kadın doÄŸumu New York Columbia-Presbyterian Tıp Merkezi'nde ihtisas eder, Houston Baylor Ãœniversitesi'nde jinekolojik onkoloji ileri ihtisası yapar.Bir NiÅŸantaşı ve BeyoÄŸlu çocuÄŸu olan Erez'in Makriköy'le iliÅŸkisi küçükken anne-babasıyla, aile ahbaplarına yapılan ziyaretlerle sınırlı kalır. Ama Makriköy'e Dönüş, onun geçmiÅŸine ve içine doÄŸru yaptığı bir yolculukturÂ
button