Güncelleme Tarihi:
İŞTE DAVUTOĞLU'NUN CEVABININ TAM METNİ
Davutoğlu'nun, 70 sayfalık ifadesinin ilk bölümünden dikkat çekenler şöyle:
FİDAN'IN İFADEYE ÇAĞRILDIĞINI BAŞBAKANIN YANINDA ÖĞRENDİM
7 Şubat 2012’de yetki aşımında bulunulmuş ve MİT Müsteşarı Sayın Hakan Fidan, devam eden bir yargı sürecine dahil edilmek istenerek Sayın Başbakanımızın ve hükümetimizin millet adına meşru siyasal süreçler dahilinde yürüttüğü politikalar sorgulanmak istenmiştir.
MİT Müsteşarı Sayın Fidan, savcılık çağrısının ardından Sayın Başbakanımıza bilgi vermek için aradığında hasbelkader Sayın Başbakanımız ile birlikte aynı arabada İstanbul’da muhterem vaizlerimizden İbrahim Subaşı’nın cenazesinden Ankara’ya dönmek üzere havaalanına gidiyorduk. Sayın Başbakanımız, bu hamleyi yargı bürokrasisinin iktidara siyaset dayatması olarak değerlendirerek, son derece kararlı bir tutumla kesinlikle ifade vermeye gitmemesi talimatını verdi.
Bu olay, o döneme kadar daha çok dini cemaat ve sivil toplum hareketi olma nitelikleriyle öne çıkan bu yapının gerçek niteliği ve hedefleri konusundaki soru işaretlerini pekiştirdi.
17-25 Aralık operasyonları, Gülen ve takipçilerinin, bürokrasi içinde otonom’ bir yapı kurarak bağımsız hareket ettiğini, mensup oldukları yapının öncelikleri ve hedefleri çerçevesinde bürokrasi, iş dünyası, medya ve siyaset üzerinde tahakküm kurmayı sağlayacak yerlere sızdığını, yasadışı dinlemeler gerçekleştirdiğini, şantaj dosyaları oluşturduğunu ve seçilmiş hükümete darbe teşebbüsünde bulunmaya cüret edebildiğini gösterdi.
GÖRÜŞME TALİMATINI ERDOĞAN VERDİ
Bu çerçevede, 2013 BM Genel Kurulu toplantısına seyahatim öncesinde Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığımız değerlendirmede, bu yapının gittikçe artan bir şekilde Türkiye karşıtı çevrelerce kullanılmaya müsait hale gelmesi hasebiyle, Gülen’in daha önce yapılan çağrılar çerçevesinde Türkiye’ye getirilerek kontrol altına alınmasının gerekli olduğu kanaatine vardık.
KENDİSİNİ UYARDIM
Sayın Başbakanımızla yaptığımız bu değerlendirme neticesinde ve talimatı doğrultusunda, BM Genel Kurulu’na katılmak üzere ABD’de bulunduğum sırada, Gülen’le bir görüşme gerçekleştirdim. Gülen ile Eylül 2013’te gerçekleştirdiğim görüşme kişisel bir tercih sonucunda veya bir yakınlık gösterisi mahiyetinde şahsi bir ziyaret olmayıp Başbakanımız Sayın Erdoğan’ın bilgisi ve izni doğrultusunda, 7 Şubat sonrasında, söz konusu yapı mensuplarının o döneme kadar düşündüğümüz bir sivil topum örgütü olmanın ötesinde, devlet iradesinden bağımsız ve devlet hiyerarşisi dışında bir yapılanma içerisinde olduğu kanaatimizin oluşması üzerine, muhatabına somut mesajları doğrudan iletmek amacına matuftu. Bu görüşmede Sayın Başbakanımızla gerçekleştirdiğimiz istişare çerçevesinde açık bir şekilde gerekli uyarılarda bulundum.
Ülkemize dönüşümde bu görüşmeyi ve edindiğim intibayı Sayın Başbakanımıza aktardım. Bu çerçevede, kendisini samimi görmediğimi, zaman kazanmaya çalışır bir intiba verdiğini ve bu kritik süreçte dikkatli olmamız gerektiğini ifade ettim. Bu görüşme sonrasında, Gülen’in hükümetimize ve ülkemize yönelik operasyonların içinde olduğuna ve bu tutumundan vazgeçme niyetinde olmadığına yönelik kanaatimiz pekişti.
BAŞKA BİR GÖRÜŞMEM OLMADI
Bu görüşme dışında, kendisiyle başka hiçbir görüşmem olmadı.
Bu görüşme ile, bu yapının, ülkemize ve milletimize karşı kullanılmasına engel olmak üzere gösterdiğimiz samimi çaba, maalesef, karşılık bulmamıştır. Nitekim bu görüşme sonrasında, bu yapının şahsıma, yürüttüğümüz dış politikaya, Sayın Başbakanımızın şahsına ve liderliğini yürüttüğü AK Parti iktidarına, ülkemize ve milletimize yönelik saldırıları artarak devam etmiştir. Nitekim bu görüşmeden 3 ay sonra 17-27 Aralık, dört ay sonra da MİT Tırları operasyonu düzenlenmiştir.
"RUS UÇAĞININ DÜŞÜRÜLMESİ TALİMATINI BEN VERDİM" SÖZLERİNİ NEDEN SÖYLEDİĞİNİ AÇIKLADI
24 Kasım 2015 tarihinde Rus uçağının düşürülmesi sonrasında 'talimatı bizzat ben verdim' diyen Davutoğlu, komisyona bu sözüyle ne demek istediğini şöyle anlattı:
"Grup toplantısında ifade ettiğim talimat, angajman kuralları ile ilgili. Ayrıca, ihlalin yapıldığı ilk an ile bir çok uyarının yapıldığı ve müdahalenin gerçekleştiği 5 dakikalık süre içinde, bu spesifik olay için ek bir talimat almanın ya da vermenin imkansızlığı da açıktır. Angajman kuralları genel bir talimattır; uygulama anında yeterli zaman olmaması sebebiyle bu talimatı alan komutan, pilot ya da asker bu genel talimatın gereğini yapma hususunda hem görevlendirilmiş hem de yetkilendirilmiş kabul edilir; saniyelerle sınırlı ihlal süreçlerinde ayrıca bir talimata ihtiyaç duyulmaz.
Talimatını verdiğim angajman kuralları Rusya dahil hiçbir ülkeyi hedef almamıştır, ancak aynı angajman kuralları hangi ülkeden olursa olsun savaş şartlarındaki bir ülkeden hava sahamızı ihlal eden bütün hava araçlarını kapsamıştır.
PİLOT FETÖ MENSUBU MU?
Bu olayda uçağı düşüren pilotun FETÖ/PDY ile irtibatlı olup olmadığı hususuna gelince, angajman kuralları konusunda talimat veren bir Başbakanın, Genelkurmay Başkanı ya da Hava Kuvvetleri komutanının, bu angajman kurallarının hangi askerimiz tarafından nerede ve ne zaman uygulanacağı konusunu öngörmesi mümkün değildir, çünkü ihlalin nasıl ve ne zaman gerçekleşeceği bilinemez.
Esasen angajman kurallarına ilişkin talimatın tarafımdan verildiğine ilişkin açıklamayı yapma nedenlerinden birisi de Sayın Genelkurmay Başkanımızın haklı bir gerekçe ve kaygı ile uçağın düşürülmesine ilişkin spekülasyonların görev yapmakta olan TSK mensuplarının angajman kurallarını yerine getirirken tereddüt göstermeleri sonucunu doğurabileceğini iletmesidir. Kendisine angajman kurallarını siyasi iradenin belirlediğini, bu kuralları uygulayan hiçbir TSK mensubunun tereddüt duymaması gerektiğini, gereken açıklamanın tarafımdan yapılacağını, ancak bu pilotun ya da süreç içinde görev yapmış diğer TSK mensuplarından herhangi birinin herhangi bir örgüt bağlantısı varsa bunun da hemen tetkik edilmesi gerektiğini söyledim.
SOMUT İRTİBAT TESPİT EDİLEMEDİĞİNİ BİLDİRDİ
Nitekim Sayın Genelkurmay Baş- kanımız daha sonraki görüşmemizde pilotun geçmişini ve ilişkilerini araştırdıklarını ve somut bir irtibat tespit edilemediğini bildirmiştir.
Eğer 15 Temmuz öncesi tespit edilemeyen birçok irtibat gibi o gün tespit edilemeyen irtibatlar, 15 Temmuz sonrasında hukuki süreç içinde açığa çıkarılarak ispat edilirse, hukukun öngördüğü ceza ne ise bunun gereğinin yargı tarafından yapılacağından hiçbir şüphemiz olamaz.
15 TEMMUZ GECESİ İKİ AYRI DÜĞÜNE GİTTİM
Davutoğlu, 15 Temmuz günü nerede olduğunu şu sözlerle anlattı:
"15 Temmuz gecesi eşim Sare Hanım ile birlikte Ankara’da idim. O gece çok önceden kararlaştırılmış iki düğüne davetli idik. Önce Başbakanlığım döneminde her ikisi de bizimle çalışan iki basın müşavirimizin Ankara Gölbaşı ilçesinde o gece saldırıların hedefi olan Polis Özel Harekat Merkezi’ne de çok yakın Vilayetler Evi’ndeki düğünlerine katıldık. Daha sonra yine Başbakanlık dönemimdeki aşçılarımızdan birinin düğünü için Eryaman’a giderek oradaki düğüne iştirak ettik.
Saat 22.00 civarında, İstanbul’da köprülerde yaşanan ve gerek sosyal medyaya gerekse ulusal basına yansıyan olağan dışı durumdan haberdar oldum. Bunun üzerine koruma müdürüme İstanbul Emniyet Müdürü’nü aramasını söyledim. Oradan ilk aldığımız bilgi durumun ciddi ve gergin olduğu yönündeydi. Hemen Başbakanlığın ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün aranmasını istedim. Sonunda Ankara Emniyet İstihbarat’a ulaştık onlar da durumun sıkıntılı olduğunu ifade ettiler.
Yaşananın bir darbe teşebbüsü olduğu kanaatine vardığımda, önce sosyal medya üzerinden halkımıza 'milli iradeye sonuna kadar sahip çıkacağız. Çağdaş hukuk devleti darbelerle değil demokrasi ve milli irade ile korunur' mesajını yayınladım.
DAVUTOĞLU: HÜRRİYETLER GENİŞLEMELİ, MÜLKİYET HAKKI TEMİNAT ALTINA ALINMALI
15 Temmuz Darbe Komisyonunun sorularını yanıtlayan eski Başbakan Davutoğlu, bir daha böyle acılar yaşanmaması için bireysel hürriyetlerin artırılması, yönetimde meşruiyet, bürokraside ehliyet gibi sekiz temel ilkeye dayalı güçlü ve müreffeh bir Türkiye inşa edilmesi gerektiğini vurguladı.
Davutoğlu bu ilkeleri şöyle sıraladı:
• Bireysel alanda hürriyet;
• Sivil toplum ve ekonomide aleniyet (şeffaflık)
• Eğitim alanında keyfiyet (kalite)• Hukuk alanında adalet,
• Devlette daimiyet
• Yönetimde meşruiyet.
• Bürokraside ehliyet
• Toplumsal alanda aidiyet
HÜRRİYETLER GENİŞLETİLMELİ
"Bireysel hürriyetler alanının daraltılmasına değil genişletilmesine ihtiyaç vardır. Dünyada otoriter ve popülist eğilimlere yöneliş bizi yanıltmamalıdır. Aslında tam da böylesi bir dönemde kendi hür iradesine malik, onurlu ve başı dik insanların yaşadığı bir ülke inşa etmek başlı başına bir farklılık ve çekim alanı oluşturur" diyen Davutoğlu'nun önerilerinden dikkat çeken satırlar şöyle:
Unutmayalım ki, darbe virüsü, karamsarlık psikolojisinin bir ur gibi yayıldığı toplumsal bedenlerde hayat alanı bulur. Bir an önce toplumsal, ekonomik ve siyasal akışı normalleştiren bir psikolojik ortam oluşturmalıyız. Bekamızı teminat altına alacak temel unsur, vatandaşlarımıza sunacağımız onurlu ve umutlu bir gelecek beklentisidir. 15 Temmuz’un oluşturduğu travmayı süratle aşarak insanlarımızın zihninde tehdit ve riskleri öne çıkaran beka kaygısından daha çok, bekamızı teminat altına alacak vizyoner bir gelecek beklentisi oluşturmalıyız.
TROLLERLE MÜCADELE EDİLMELİ
Devlet kuramlarında hiyerarşik şeffaflığı yok eden paralel yapılara asla izin verilmemeli, sosyal medyada şahsiyet katliamı yaparak insan onurunu yok eden ve provokasyon üreten kimliksiz hesaplarla hukuk nezdinde mücadele edilmelidir.
MÜLKİYET HAKKI TEMİNAT ALTINA ALINMALI
Sürdürülebilir büyüme amacına ulaşabilmek ise istikrarın ve öngörülebilirliğin sağlandığı rekabetçi ve kurallı bir piyasa ekonomisi ortamının oluşturulmasını gerektirir. Böyle bir yapıyı kurmak ve muhafaza edebilmek için;Özel mülkiyet hakkının ve girişim hürriyetinin teminat altına alındığı,Hukukun üstünlüğüne ve evrensel özgürlükçü demokrasiye dayanan bir anayasal düzen bu bağlamda güçlü ekonominin ön şartı olarak görülmelidir.
EĞİTİM DEVRİMİNE İHTİYAÇ VAR
Zihniyet planındaki bu mücadelenin başarılı olabilmesi için eğitimde niteliksel bir devrime ihtiyaç olduğu aşikardır. Eğitim insan devşirme alanı olarak değil, insan yetiştirme alanı olarak görülmeli ve günlük siyasi tartışmaların dışında tutulmalıdır. Son on dört yıl içinde AK Parti iktidarları süresince eğitimde gerçekleştirilen niceliksel devrim mutlaka niteliksel bir devrim ile tamamlanmalı ve milli kaynaklarımız öncelikle eğitim alanına tahsis edilmelidir.
Bu niteliksel devrim esastan bir sorgulamaya dayanmalı, eğitim mekanik bir bilgi aktarımı olarak değil, organik bir zihniyet oluşum süreci olarak görülmelidir. Bu çerçevede, öğrencilerin tek tek şahsiyetlerini güçlendiren özgür düşünce yönteminin öğretildiği, güçlü bir müktesebatla desteklenmiş zihinsel altyapının inşa edildiği ve özgün bir yaklaşımla yeni fikirlere ve ufuklara açık araştırmacı bir ruhun süreçlere hakim kılındığı bir eğitim anlayışı geliştirilmelidir.
YARGIYA GÜVENSİZLİK TUZUN KOKMASIDIR
Yaşadığımız acı tecrübe, kadim kültürümüzde var olan Adalet Mülkün Temelidir’ ilkesinin mana ve mefhumunun önemini bir kez daha sarih bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Her türlü toplumsal düzenin ilk erdemi ve esası adalettir. İnsan hayatının, aklının, inancının, neslinin ve mülkünün teminat altına alınmadığı sosyal ve siyasal düzenler iç ve dış her türlü darbe girişimine, kaosa ve saldırıya açık hale gelir. Son dönemde toplum ve devlet hayatımızdaki en büyük güven erozyonu hukuk sistemimizde yaşanmıştır. Yargı sistemine güvensizlik tuzun kokması anlamına gelir.
YARGI GÜÇ DEVŞİREN ÇIKAR ALANINA DÖNÜŞTÜ
Toplumsal ve siyasal hayattaki en büyük meselemiz, yargı alanının adalet dağıtılan değer yüklü bir alan olmaktan çıkıp güç devşirilen bir çıkar alanı haline dönüşmüş olmasıdır. Darbeler doğrudan ve dolaylı olarak hem böyle bir anlayıştan beslenmişler, hem de böyle bir anlayışın yayılmasına zemin oluşturmuşlardır.
Bugün bu hain darbe girişimine karşı alınan ve alınacak olan tedbirlerde en hassas alanın yargı sistemimiz olduğu kanaatindeyim. Öncelikle hukuk eğitimimizin tek tek vicdanlarıyla karar verecek ahlaki ve mesleki donanıma sahip hakimler ve savcılar yetiştirecek şekilde yeniden yapılandırılması gerekmektedir.
YARGININ KONTROL ALTINA ALINMASI SUÇ OLMALI
Hakim, adalet dağıtırken muhataplarının kimliklerine, kökenlerine ve özelliklerine karşı kör ve sağır olmalıdır. Yargının her türlü vesayet odağına karşı güçlü kılınabilmesi için bütün toplumsal ve siyasal güç merkezleri nezdinde tam anlamıyla bağımsız ve tarafsız olması sağlanmalıdır. Yargının kontrol altına alınması çabası hangi gerekçeyle ve kim tarafından yapılırsa yapılsın en büyük suç olarak görülmelidir.
SUÇUN ŞAHSİLİĞİ
Bu hain yapıya karşı yürütülen mücadelede, devam etmekte olan yargı süreçlerinin hayati önem taşıdığı kanaatindeyim. Sayın Cumhurbaşkanımızın kurunun yanında yaşların da yanmaması’ şeklinde tasvir ettiği suçun şahsiliği yaklaşımı titizlikle sürdürülmelidir. Bu darbe girişimini örgütleyenler, buna iradi olarak katılanlar ve bu darbe girişimine lojistik destek sağlayanlar en şiddetli şekilde cezalandırılmalı, ancak bu puslu havadan istifade ederek kendi bireysel ve siyasal hesaplarını görmek amacıyla başka tasfiye hareketlerine yönelebilecek art niyetli kişilere ve odaklara karşı da azami hassasiyet gösterilmelidir.
DEVLET ÖFKEYLE AYAKTA KALAMAZ
Burada hataya düşülmesini engelleyecek en temel ilke suçların şahsiliği’ ilkesidir. Unutmayalım, devlet öfke ile değil, hakkaniyet temelinin üzerine oturtulmuş adalet terazisi ile hareket ettiği zaman ayakta kalabilir. Suçların şahsiliği ilkesi’, bu yargılamaları rotasından saptırarak mağduriyet psikolojisi oluşturmak isteyebilecek kripto darbecilerin oyunlarını bozacak yegane panzehirdir. Hataya düşülmesini engelleyebilecek ikinci ilke de yurt çapındaki adli kurumlarımızın aynı kriterlerle yargıda bulunmalarını sağlayacak bir açıklıkta suç ve suçlunun tanımının berraklaştırılmasıdır. Bu noktadaki muğlaklık, yargı objektifliğini zedeleyerek başka öznel hesapların etkili olmasına ve birçok mağduriyetin yaşanmasına yol açabilir.
ÇOCUĞUNU OKULA GÖNDERDİ DİYE...
Bütün bu tasniflerde hukuki açıdan tanımlanabilir, değerlendirilebilir ve ölçülebilir kriterler konmalıdır. Mensubiyet şartları, bunun için kabul edilen kriterler ve bunların geçerli addedildiği tarih aralıkları net olarak ve kamu tarafından bilinir şekilde tanımlanmalıdır. Örgütün hukuki açıdan kriminal bir yapı olarak tanımlandığı süreç öncesinde ilgili okula çocuğunu verme, şirketlere katılım ya da para yatırma gibi işlemlere yapılacak cezalandırmalar devlete olan güveni sarsar ve bireyleri bugün meşru olarak faaliyet gösteren şirket, banka, sendika ve özel okulların da ilerde böyle tanımlanabileceği tereddüdüyle sosyal ve ekonomik hayatın işleyişini zayıflatır.
Ayrıca bu konuda farklı kişilere farklı kriterler uygulanması da yapılmakta olan mücadeleye zarar verir. Unutmayalım ki, darbeyi engelleyen unsur 15 Temmuz gecesi milletçe gösterdiğimiz onurlu direniştir; bu direnişi nihai zafere taşıyacak olan ise adalet terazisinin bu yargı sürecinde doğru işletilmesidir.
OHAL, DARBECİLERİN İŞTAHINI KABARTIR
15 Temmuz darbe girişimi sonrasında olağanüstü hal bir zaruret halini almıştır ve hukuki açıdan gerekli görüldüğü sürece uzatılması da anayasal bir tedbir olarak doğrudur. Ancak bu uygulama toplumda bir olağanüstü psikolojiye de dönüşmemelidir. Toplumda hayatın normal akışını etkileyen tedirginliğe ve belirsizliğe yol açan her olağanüstü hal psikolojisi yeni bir darbe kalkışması planlamak için uygun zaman kollayan darbecilerin iştahını kabartır. Olağanüstü hal uygulamaları kaosu engelleyecek seri karar alma yeteneğini artırmalı, ama kendisi hayatın normal akışını etkileyecek sonuçlar doğurmamalıdır. Bu açıdan biz halka değil devlete olağanüstü hal ilan ettik’ söylemi doğrudur ve özenle uygulanmalıdır. Olağanüstü halin gerektirdiği tedbirler süratle alınmalı, sürdürülen soruşturmalar en kısa sürede tamamlanmalı ve toplumda öngörülebilir normalleşmeyi sağlayacak bir psikolojik ortam hazırlanmalıdır.Olağanüstü hal beraberinde olağanüstü bir psikoloji getirdiğinde ticaretin, turizmin, yatırımların artmasına dayalı ekonomik canlanmanın sağlanması güçleşir.
Özetle, olağanüstü hal gerektiği ölçüde ve zamanda karalılıkla uygulanmalı, ancak ekonomik, toplumsal ve siyasi öngörülebilirliği yok eden bir olağanüstü psikolojiye yol açmamalıdır. Muhtemel darbe teşebbüslerine karşı en etkili panzehir süratle normalleşmektir.
İSTİHBARATTA REKABET ÖNLENMELİ
Ülkemize yönelik iç ve dış tehditlerin iç içe geçmiş olması, siber saldırılar ve algı operasyonları gibi asimetrik yöntemlerle boyutlanması devletimizin istihbarat ihtiyacını arttırmaktadır. Bu durum, iç ve dış istihbaratın kurumsal düzeyde profesyonelleştirilmesini gerekli kılmaktadır. Başta MİT Müsteşarlığı olmak üzere istihbarat kurumlarımızın, çağın gereklerine uygun, değişime ayak uydurabilen, bölgesel ve küresel gelişmelere yönelik daha hızlı refleks gösterebilecek yetenek ve kapasiteye sahip olması gerekmektedir. Bu kapsamda, istihbarat kurumlan arasında olumsuz rekabetin oluşması, kurumlar arası işbirliği ve koordinasyon eksikliği, kuramlarımızın görev alanlarının net olarak ayrılmaması şeklinde özetlenebilecek yapısal sorunların çözümü için gerekli adımlar atılmalıdır.
DARBELERE KARŞI ÖZGÜRLÜKÇÜ KÜLTÜR
Darbelere karşı toplumsal bünyemizi ve devletimizi ayakta tutacak en önemli dayanağımız, vatandaşlık kimliğine dayalı aidiyet bilinci ve hayatın her alanına nüfuz eden özgürlükçü demokratik kültürdür. Toplumsal bütünlüğümüzün harcı milletimize, ülkemize ve devletimize duyduğumuz aidiyet bilincidir, çünkü devletler ve milletler ancak ve ancak ortak aidiyet bilinciyle ayakta dururlar. Eğer bir toplumda aidiyet bilinci zayıflamışsa, devlet bir grup vatandaşını dışlamışsa, ötekileştirmişse, o andan itibaren o devletin ayağa kalkması, o milletin felah ve sükun bulması mümkün değildir.
ÖZGÜRLÜKÇÜ YENİ BİR ANAYASA YAZILMALI
Bu yeni siyaset inşası öncelikle anayasal zeminde başlamalı ve Cumhuriyetimizin 100. yılına yürürken 12 Eylül darbe anayasasının yerine katılımcı, çoğulcu, özgürlükçü, demokratik ve sivil bir anayasa yazımı ile tahkim edilmelidir. Özgürlük, eşitlik ve adalet değerleri üzerine inşa edilecek yeni anayasal düzenimizin en temel ilkesi, ahlaki re¬feransı ve ruhu insan onuru olmalı, insan onurunun ancak ve ancak insanın tercih ve irade gücünü yansıtan özgürlükler ile hayat bulmakta olduğu gerçeğinden hareketle de yeni anayasal düzenimizin odağında insan hak ve özgürlükleri yer almalıdır. Bu çerçevede düşünce, inanç, ifade ve girişim özgürlüğü insan onurunun ve kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak anayasal koruma altına alınmak suretiyle, darbe kültürünün can damarları bütünüyle kesilmelidir.
Bugün siyasal mutabakat eksikliği dolayısıyla gerçekleşemeyen bu hedef, yürütme erkindeki kargaşayı düzeltmek üzere teklif edilen anayasa değişikliği sonrasında da mutlaka gündemimizde olmaya devam etmelidir. Unutmayalım ki ne kadar değiştirirsek değiştirelim, 12 Eylül’ün darbe ruhu bu anayasanın satır aralarında, fıkralarında ve kelimelerinde dolaşmaya’ devam ediyor."
BÜROKRASİDE EHLİYET
Bürokrasiyi güç mücadelesi alanı olmaktan çıkarmanın en temel ilkeleri ehliyet ve liyakattır. Bürokraside ehliyet ve liyakat ilkelerinin terk edilmesi ve nepotizmin yaygınlaşması devlet düzeninde etkinliği, verimliliği ve rasyonaliteyi yok etmek suretiyle sistemin yozlaşmasına ve kamunun sisteme olan güveninin sarsılmasına yol açar. Bu ilkelerin hayata geçirilebilmesi için bürokrasiye giriş objektif kurallara ve adil süreçlere, bürokraside kalma ve yükselme ise objektif kriterlerle ölçülebilir performansa bağlanmalıdır.
Bu tecrübeden hareketle bürokrasiye giriş şartlarının tamamıyla rasyonel süreçlerle ve ehliyet ve liyakat esasları üzerinden tanzim edilmesi ve her türlü nepotizmden, ayrımcılıktan ve kayırmacılıktan arındırılması sağlanmalıdır.
Her bir vatandaş objektif ehliyet ve liyakat kuralları içinde değerlendirilmeli, adayların kökenleri, düşünce ve inançları bürokrasiye giriş, kalış ve terfi için engelleyici bir kriter olarak görülmemelidir. Öte yandan, bu objektif süreçleri kim gizli bir gaye ile tahrif etmeye kalkışırsa en şiddetli şekilde cezalandırılmalıdır.