Güncelleme Tarihi:
Hukuk devletinin, demokratik ve laik Cumhuriyetimizin temel güvencelerinden birisi olan Danıştayımızın kuruluşunun 141’inci yıldönümü, “Danıştay ve İdari Yargı Günü” nedeniyle düzenlediğimiz bu anlamlı törende, Sizlerle birlikte olmaktan duyduğumuz mutluluğu belirtirken, Şahsım, Danıştay ve idari yargı mensupları adına en derin saygılarımı sunuyorum.
Cumhuriyetimizi kuran büyük devlet adamı Yüce Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını huzurlarınızda bir kez daha saygı, minnet ve şükranla anıyorum.
17 Mayıs 2006 tarihinde yaşanan, O menfur saldırıda kaybettiğimiz mesai arkadaşım, değerli meslektaşım Mustafa Yücel ÖZBİLGİN’e ve Danıştay mensuplarımızdan ebediyete intikal edenlere Tanrıdan rahmet; yasal çalışma sürelerini tamamlayarak emekliye ayrılanlara, sağlık, mutluluk ve esenlikler diliyorum.
Mensubu olmaktan her zaman büyük bir onur duyduğum Danıştayımızın kuruluş yıldönümünde, Danıştay Başkanı olarak yapacağım bu ilk konuşmanın ayrı bir heyecan ve mutluluğunu yaşadığımı belirtmek istiyorum. Ayrıca, bu günün, “Anneler Günü” olması nedeniyle tüm annelerimizin bu anlamlı gününü de saygı ile kutluyorum.
ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ
Anayasalarda devletin hukuki yapısı, temel organlarının kuruluşu, görev ve yetkileri ile bu organlar karşısında kişilerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan ve iktidarın gücünü sınırlayan kural ve ilkelere yer verilir. Diğer yasalar karşısında üstün konumları bulunan anayasalar, siyasal, sosyal ve ekonomik yaşama ilişkin getirdikleri temel ilkeler ile o ülkenin rejimini belirlerler. Anayasalar sadece bugünün değil, sonraki nesillerin de geleceğini düzenleyen toplumsal sözleşmelerdir.
Anayasaların, içeriği gibi, hazırlanış yöntemleri de önemlidir. Anayasal metinlerin oluşum sürecine toplumun tüm kesimlerinin iradelerinin yansıtılması, değişiklik çalışmalarının her evresinin kamuoyuna açık olması ve herkesin bundan yararlanmasına olanak tanıyacak şekilde yürütülmesi; demokrat, çağdaş ve çoğulcu bir anayasa için ön koşuldur.
Anayasaların kalıcılığı, istikrarı, toplumun tüm kesimlerinin ihtiyaçlarını, beklentilerini dengeli bir şekilde karşılamasına bağlıdır. Bu temel ilkeyi karşılamayan, ülke ve dünya koşullarında yaşanan gelişime ayak uyduramayan anayasaların, er veya geç değişikliğe uğraması kaçınılmazdır. Bu bağlamda, anayasa hazırlık çalışmaları, tüm siyasi partilerin, sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin, anayasal kuruluşların temsilcilerinin katılımıyla yürütülmeli, başka bir anlatımla, ortak konsensüsle hareket edilmelidir.
Çeşitli kurum veya kuruluşlarca ileri sürülen anayasa değişikliği önerileri, peşin ve siyasi önyargılarla reddedilmemeli, toplumun beklentileri, kamu yararı, anayasanın bugüne kadar uygulanan kurallarının ortaya koyduğu olumlu-olumsuz sonuçları gözetilerek değerlendirilmelidir.
Anayasayı değiştirme yetkisi, keyfi ve sınırsız bir yetki değildir. Yasama organı, kendisine hukukilik veren temel çerçevenin dışına taşmamalıdır. Bir anayasa değişikliğinin hukuki çerçeve içinde cereyan etmesi, anayasada öngörülen usul ve şekil şartlarını taşımasının yanında, anayasanın ruhuna ve hukukun evrensel ilkelerine uygun olması ile mümkündür.
Halen yürürlükte olan 1982 Anayasası’nın değiştirilemez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez maddeleri ile bu maddelerin göndermede bulunduğu, başlangıçta belirtilen temel ilkelere riayet etmek, Devletimizin kuruluş felsefesine aykırı olmamak kaydıyla Anayasada değişiklik yapılması mümkündür.
Cumhuriyetimizin özü ve ulusal yaşamımızın temeli olan laiklik ilkesi ve laik eğitim kurallarını dolaylı dahi olsa erozyona uğratacak hiçbir düzenlemenin iç hukukumuzda yeri bulunmadığı gibi, uluslararası hukuk ve hukukun evrensel ilkeleri bağlamında da koruma ve himaye görmesi söz konusu değildir. Nitekim bu husus, Anayasa Mahkemesinin, Anayasanın 10’uncu ve 42’nci maddelerinde yapılan değişiklikleri iptal eden kararında nihai olarak belirlenmiş bulunmaktadır.
İnsan hak ve özgürlüklerinin temelini oluşturan; devletin, farklı inanç ve yaşam felsefelerine eşit mesafede durmasını sağlayan; egemenliğin kaynağını millet iradesine bağlayan laiklik ilkesi, anayasa değişikliği çalışmalarında özenle korunması gereken temel kazanımlarımızın başında gelmektedir.
Türkiye, laiklik ilkesine sıkı sıkıya bağlılıktan uzaklaşarak, ne insan hak ve özgürlüklerini daha da ileriye götüren bir anayasa değişikliğini yaşama geçirebilir; ne de, yaklaşık elli yıllık bir geçmişe sahip Avrupa Birliğine tam üye olma hedefine ulaşabilir.
Yargı bağımsızlığını tam anlamıyla güvence altına almamış, iktidarların keyfi güç kullanımını dengeleyen mekanizmalara yer vermemiş, hukukun evrensel ilkelerini referans almamış bir anayasa; çağdaş ve demokratik bir anayasa olarak nitelendirilemez.
Anayasa hazırlama süreci ve genel ilkelere ilişkin olarak yukarıda yer verdiğimiz tespit ve değerlendirmeler bağlamında, son yapılan anayasa değişikliklerinin toplumsal uzlaşı ilkesini karşıladığını, aceleye getirilmeden kamuoyunun yeterli bilgi ve değerlendirmelerine sunulduğunu, hukuki ve teknik hiçbir eksikliğinin bulunmadığını söylemenin, mümkün olmadığı kanısındayız.
Halk oylaması süreci devam ederken metin değişikliği yapma yoluna gidilmesi; değişikliklerin bir kısmının Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş olması; anayasa değişikliğinin, görevdeki cumhurbaşkanı ve meclisin görev süresi bakımından etkisi ile yeniden cumhurbaşkanı seçilebilme imkanı ve sayısına ilişkin hususların hukuki tartışmalara açık bulunması, gündemdeki anayasa değişikliği çalışmaları konusundaki eleştiri ve kaygıların ne derece haklı olduğunun en bariz göstergeleridir.
Anayasa değişikliğinin yoğunlukla gündemde olduğu ve bu değişiklik çalışmalarında Anayasanın yargı ile ilgili kurallarının ağırlıklı olarak yer alacağı yolundaki söylem ve açıklamalar karşısında, bir kısmı Danıştayın önceki kuruluş yıldönümü ve idari yargı günlerinde kamuoyu ile paylaşılmış önerilerimizi, ilgililerin bilgi ve değerlendirmelerine bir kez daha sunmayı, anayasal bir kurum olmanın görev ve sorumluluğu içinde görüyoruz.
Anayasal ve yasal değişiklik çalışmaları hakkında getirilen öneriler ve bu konuda yapılan açıklamalar, yasama organının faaliyet alanına bir müdahale olarak algılanmamalıdır. Açıklama, görüş ve önerilerimizin temelinde hukuk devletinin ve yargı bağımsızlığının aksayan ve eksik kalan kısımlarının düzeltilmesi amacından başka bir şey bulunmamaktadır.
Üzülerek ifade ediyorum ki, Bizim, üzerinde önemle durduğumuz ve sıklıkla yinelediğimiz öneriler, devlet adına yetki kullanan makamlarca yeterince önemsenmemiştir. Hukukun üstünlüğünün tüm kurum ve kurallarıyla yaşama geçirilmesi, tam bağımsız ve güvenceli bir yargının tesisi için görüşlerimizi kamuoyu ile paylaşmaktan hiçbir zaman geri durmayacağız.
Anayasa değişikliği çalışmalarının yargıya ilişkin kısmının, Türkiye Cumhuriyeti ile Avrupa Birliği arasında, Birliğe katılım yolunda yürütülen müzakere süreci kapsamında hazırlanan, “Yargı Reformu Stratejisi Taslağı” ile birlikte düşünülmesi gerekmektedir.
Yargı organlarının kuruluşu, görev ve yetkileri, yargı bağımsızlığı, hakim ve savcı teminatına ilişkin düzenlemelere Anayasada yer verilmiş olması karşısında, yargıda reform niteliğindeki değişikliklerin öncelikli olarak anayasada yapılması gerektiği tartışmasızdır. Bu nedenle, yargıya ve yargılama sürecine ilişkin anayasa değişikliği önerilerimiz, “Yargı Reformu Stratejisi Taslağı”ndaki değerlendirme ve önerileri de karşılayacaktır.
CUMHURBAŞKANININ YARGIYA İLİŞKİN GÖREV VE YETKİLERİ
Cumhurbaşkanı, 1982 Anayasası’nın kendisine tanıdığı görev ve yetkiler çerçevesinde, yüksek mahkemelerin oluşumuna doğrudan ya da dolaylı olarak etkin bir şekilde katılmakta ve bu konuda kapsamlı yetkilerle donatılmış bulunmaktadır.
Anayasanın 104’üncü maddesine göre Cumhurbaşkanı, yargı ile ilgili olarak: Anayasa Mahkemesi üyelerini, Danıştay üyelerinin dörtte birini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilini, Askeri Yargıtay üyelerini, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi üyelerini, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini ilgili düzenlemelerde öngörülen usul çerçevesinde doğrudan ya da kendisine sunulan adaylar arasından seçme ve atama görev ve yetkisine sahiptir.
Bu durum Cumhurbaşkanına, Anayasanın kendisine verdiği takdir yetkisi çerçevesinde yüksek yargı organ ve kurullarını ve bu kapsamda yargıyı biçimlendirme imkanı vermektedir.
Türkiye’de Cumhurbaşkanının konumu, yetkileri ve seçimi her zaman tartışma konusu olmuştur. Cumhurbaşkanının klasik parlamenter hükümet sisteminde olmaması gereken yetkilere sahip olduğu, güçlü ve etkili bir konumda bulunduğu, yetkilerinin yeniden gözden geçirilerek parlamenter hükümet sistemi ile uyumlu olacak şekilde azaltılması gerektiği, Cumhurbaşkanlarımız da dahil olmak üzere kamuoyunda sıklıkla gündeme getirilmiştir.
Cumhurbaşkanının, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilmesini öngören 1982 Anayasası’nda, 2007 yılında yapılan ve halk oyuna sunulmak suretiyle kabul edilen değişiklik ile halk tarafından seçilmesi esası benimsenmiştir.
Yapılan değişiklik ile Cumhurbaşkanlığı makamına, siyasi partiler tarafından aday gösterilmesi yolu açılmış; Cumhurbaşkanının, parlamentoda, toplanma ve görüşme yeter sayısına ilişkin aranılan oran nedeniyle uzlaşı ile seçilmesi mecburiyeti sona erdirilmiştir. Tüm bu değişikliklerin sonucu olarak da, Cumhurbaşkanının tarafsız ve siyasi partiler üstü konumda bulunmasına ilişkin gereklilik daha da esnetilmiş bulunmaktadır.
Yargı bağımsızlığının tam anlamıyla sağlanabilmesi için, yüksek mahkemelerin ve yargı kurullarının oluşumuna yönelik ilerleyen bölümlerde getireceğim öneriler de dikkate alınarak Cumhurbaşkanının yargı erkine ilişkin görev ve yetkileri sınırlandırılmalı ve bu bağlamda Anayasanın 104’üncü maddesi yeniden düzenlenmelidir.
DANIŞTAYA ÜYE SEÇİMİ
Yüksek mahkemelerin ülke için arz ettikleri önem, yargı erki içinde taşıdıkları değer, her türlü tartışmanın dışındadır. Yargının nihai amacı olan hukukun üstünlüğünün sağlanması ve adaletin gerçekleşmesi, yüksek mahkemelerin gücü ve mensuplarının bağımsızlığı ile doğru orantılıdır.
Yüksek yargıçların seçimini yapan organ ve seçimlerde uygulanan yöntem, yargının bağımsızlığı ile yakından ilgilidir. Böyle bir etkinin varlığı, seçen veya seçilen kişi ya da organ tarafından kabul edilmese dahi, kamuoyunda tartışılır olması, güven sarsıcı ve yargı erkinin etkinliğini zedeleyici bir nitelik taşır.
İdari yargıda temyiz mahkemesi görevini de yürüten Danıştaya üye seçme işi, seçimi yapan organ yönünden değerlendirilmesi gereken bir konudur. Bilindiği üzere Anayasa’nın 155’inci maddesinde: Danıştay üyelerinin dörtte üçünün, birinci sınıf idari yargı hakim ve savcıları ile bu meslekten sayılanlar arasından, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca; dörtte birinin ise, nitelikleri kanunda belirtilen görevliler arasından, Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi öngörülmüştür.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun, oluşumu nedeniyle, Danıştaya ve Yargıtaya üye seçme görev ve yetkisinin, yüksek yargı yerlerinin kendilerine bırakılması, bu konudaki eleştiri ve tartışmaları sona erdirecektir.
Kendi Başkanını, Başsavcısını, başkanvekillerini ve daire başkanlarını seçen Danıştay Genel Kurulu, kendi bünyesinde görev yapacak üyeyi de seçebilmelidir.
Özet olarak, Anayasada ve buna bağlı olarak ilgili kanunlarda yapılacak değişiklik ile Danıştaya gerek hakim ve savcı sınıfından, gerekse diğer idari görevlerden yapılacak üye seçme yetkisi, Danıştaya bırakılmalıdır.
HAKİMLER VE SAVCILAR YÜKSEK KURULU
Anayasa’nın 159’uncu maddesinde düzenlenen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun, oluşum şekli, görev ve yetkileri ile kararları kamuoyunda yeterince tartışılmış ve en son Yargı Reformu Stratejisi Taslağı’na ilişkin kurum ve kuruluş görüş yazılarında, eleştiri ve çözüm önerileri Bakanlığın bilgisine sunulmuştur.
Danıştay görüşü de dahil olmak üzere bu önerilerde;
- Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun kendisine bağlı bir teşkilatı, ayrı bütçesi ve sekreteryasının olmaması,
- Kurulun iki doğal üyesi olan Adalet Bakanı ve Bakanlık Müsteşarının Kurulda yer alması,
- Hakimler ve savcılar hakkında soruşturma açtırma yetkisinin, yürütme erki içerisinde yer alan ve siyasi kimliği de olan Adalet Bakanına ait bulunması,
- Hakim ve savcılar hakkında denetim yetkisine haiz adalet müfettişlerinin, Adalet Bakanı tarafından atanıyor ve Bakan adına denetim görevini yerine getiriyor olmaları,
- Kurul kararlarının yargı denetimine açık olmaması,
eleştiri konusu yapılmış ve Kurulun, çalışma yöntemi ve oluşumu itibarıyla yargı bağımsızlığı ve hakim savcı teminatı bakımından hiç de uygun olmayan bir yapılanmaya sahip olduğu, siyasi iktidarın etkisine açık bir halde bulunduğu yolunda ortak görüş oluşmuştur.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun, hukuki yapısı, görev ve yetkileri, yargının bu Kuruldan beklentileri ve Yargı Reformu Stratejisi Taslağı’na yönelik Danıştay olarak getirdiğimiz görüş ve önerilerimizi ana hatları ile sizlerle paylaşmak istiyorum.
KURULUN OLUŞUMU
Mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esasları çerçevesinde görev yapan Yüksek Kurulun oluşumu, siyasi etkilerden uzak ve erkler ayrılığı ilkesine uygun olmalıdır. Ancak, bugünkü yapısı itibarıyla, yürütme organının temsilcisi olan Adalet Bakanına ve Bakanlık Müsteşarına Kurulda yer verilmesi ve Kurulun Bakanın başkanlığında toplanıyor olması, yargı bağımsızlığına uygun düşmediği gibi erkler ayrılığı ilkesi ile de bağdaşır nitelikte değildir.
Mevcut oluşumun dahi uygun görülmeyip, Bakan ve Müsteşarın Kurulda yer almaması gerektiği yolundaki genel eleştiriye karşılık, Strateji Taslağında, yasama ve yürütme organlarının Kurula üye seçiminde yetkili kılınmak istenmesi, yargı bağımsızlığını ciddi olarak zedeleyeceği gibi Kurulu, bu organlara karşı bağımlı hale getirecektir.
Yargının daha bağımsız, daha tarafsız ve daha teminatlı bir statüye taşınmasının hedeflendiği çağımızda, bu öneri ve düzenleme girişimlerinin, yargıyı, mevcut durumundan çok daha geriye götüreceğinde kuşku bulunmamaktadır.
Öte yandan, bu konuya ilişkin önerilerin, geçmişte sakıncaları görülerek vazgeçilen yöntemlere geri dönüş niteliğinde bulunduğu gibi, Yargı Reformu Stratejisi Taslağı’nın hazırlanmasında referans alındığı belirtilen belgeler ile örtüşmediği, hatta onlara aykırılık oluşturduğu da açıktır.
Yüksek Kurulun, daha bağımsız, daha etkin ve siyasi etkilerden uzak bir yapıya kavuşturulması için, oluşumunda, Adalet Bakanı ve Bakanlık müsteşarına yer verilmemeli; Kurulun, Danıştay ve Yargıtay Genel Kurullarınca doğrudan seçilmiş eşit sayıda yüksek yargıçtan oluşması sağlanmalıdır.
KURULUN YENİDEN YAPILANMASI, GÖREV VE YETKİLERİ
Anayasada, hakim ve savcıların idari bakımdan Adalet Bakanlığına bağlı olduğu belirtilmiş, hakim ve savcıları denetleme görev ve yetkisi ise Adalet Bakanlığı emrinde çalışan müfettişlere verilmiştir.
Sözü edilen kurallar gereği hakim ve savcıların özlük ve disiplin işleri Bakanlık tarafından yürütülmekte; yine Adalet Bakanlığına bağlı adalet müfettişlerince hakimler ve savcılar hakkında düzenlenen hal kağıtları, inceleme ve soruşturma raporları, meslekte ilerleme, yükselme, tayin ve disiplin işlemlerinde birinci derecede etkili olmaktadır.
Yargı bağımsızlığının önündeki en büyük engellerden birisi olan bu düzenlemeye son verilmeli, Teftiş Kurulu ve Yüksek Kurulun sekreteryası görevini yerine getiren Bakanlık Personel Genel Müdürlüğü ile Ceza İşleri Genel Müdürlüğünün görevleri yeniden düzenlenmek suretiyle siyasi iradeye bağlı birimler olmaktan çıkarılmalıdır. Bu birimler, doğrudan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna bağlanmalı, soruşturma yetkisi de Kurula devredilmelidir.
Bu bağlamda, adalet müfettişlerinin seçimi, yasal düzenleme ile nesnel ölçütlere dayandırılmalı ve bu konudaki yetki de Yüksek Kurula bırakılmalıdır. Öte yandan, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun 100’üncü maddesinde düzenlenen, idari yargıdan atanan adalet müfettişlerinin sadece, bölge idare, idare ve vergi mahkemelerinin denetimi ile idari yargı hakim ve savcılarının soruşturmalarında görevlendirilecekleri yolundaki sınırlandırma, adli yargıdan atanan adalet müfettişlerine de uygulanmalı, bu yargı kolundan gelen müfettişlerin de sadece adli yargı yerlerinin denetimi ile adli yargı hakim ve savcıları hakkında yürütülen soruşturmalarda görevlendirilebilecekleri yolunda paralel bir düzenlemeye yer verilmelidir.
Kurulun, Adalet Bakanlığının, dolayısıyla siyasi iradenin etkisinden kurtulmasında mali bağımsızlık da büyük bir öneme sahiptir. Çalışması için gerekli mali ve fiziki imkanları Bakanlığa bağlı olan bir Kurulun, gerçek anlamda bağımsızlığından söz etmek olası değildir. Yüksek Kurulun yeniden yapılandırılması, görev ve yetkileri konusundaki değişiklik önerilerine paralel olarak, Bakanlık bütçesinden ayrı bir bütçeye sahip olmasını, kendisine ait bina ve fiziki imkanlara kavuşmasını sağlayacak düzenlemelere ihtiyaç bulunmaktadır.
Öte yandan mahkemelerin kaldırılması ve yargı çevrelerinin değiştirilmesinde olduğu gibi mahkemelerin kurulmasında ve gecikmesinde sakınca bulunan hallerde hakim ve savcıların geçici yetki ile başka yerlerde görevlendirilmelerinde de yetki, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna ait olmalıdır.
Yargı bağımsızlığı, hakim ve savcı teminatının yalnızca bu statünün kazanılmasından sonraki süreç ile sınırlı olmadığı, hakim ve savcı adaylığına kabul yöntemlerinin de bu sürecin bir parçası olduğu göz ardı edilmemelidir. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yapısına ve oluşumuna ilişkin getirilen önerilerle birlikte, hakim ve savcı adayı mülakatının da Yüksek Kurul tarafından yerine getirilmesi, daha sağlıklı bir yöntem olacaktır.
KURUL KARARLARININ YARGI DENETİMİNE AÇILMASI
İdari yetki kullanan her makam gibi Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun kararları da yargı denetimine açık olmalıdır. Bir idari işlem olduğu tartışmasız olan Kurul kararlarına karşı yargı yolunun kapatılmış olması, çağdaş hukuk devleti kavramıyla bağdaşmayan bir sınırlamadır.
Özlük işleri ile ilgili idari işlem ve eylemlere karşı tüm kamu görevlilerine tanınan dava açma hakkının, hakim ve savcılara tanınmamış olması, kanun önünde eşitlik ilkesine ve hak arama özgürlüğüne aykırılık oluşturmaktadır.
Nitekim, Avrupa Hakimleri İstişare Konseyi tarafından hazırlanan, “Yargı Kurullarına” ilişkin taslak görüşü yorumlayan Venedik Komisyonu da, bu konuda, her türlü sınıf hegemonyasından kaçınmak için, disiplin uygulamalarına karşı bağımsız mahkemeye başvuru imkanının sağlanması gerektiğini belirtmiş ve bu imkanının yargı bağımsızlığı için ek bir güvence getirdiğine vurgu yapmıştır.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun çoğunluğunun yüksek yargıçlardan oluşması, Kurul kararlarının yargı denetimi dışında bırakılması sonucunu doğurmaz. Yargı kararları gibi kesin olan Kurul kararlarının düzeltilmesi, etki ve sonuçlarının bertaraf edilmesi, mevcut düzenlemeler çerçevesinde mümkün değildir.
Kurul kararlarına karşı yargısal denetim dışında, kendi bünyesi içinde etkili itiraz müessesesi gibi yöntemler bir çözüm yolu olarak görülmemelidir. Dava hakkının kullanımını güvence altına alacak esaslar yasa ile düzenlenmeli, Kurul kararlarına karşı açılacak davalar ilk derece mahkemesi olarak Danıştayda görülmelidir.
YARGI DENETİMİ DIŞI BIRAKILAN KONULAR
İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunu açık tutan temel Anayasa kuralına karşılık yine Anayasada Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun kararları ile Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ve Yüksek Askeri Şura kararları yargı denetimi dışında tutulmuş, uyarma ve kınama cezalarının ise yargı denetimi dışında bırakılabileceği öngörülmüştür.
Devletin üstün otoritesinin hukuka bağlılığının sağlanması, tüm eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olması ile mümkündür. Bireylerin hukuksal durumlarını etkileyecek işlemlere karşı yargı yolunun işletilememesi, hak arama hürriyetinin önüne konulmuş önemli bir engeldir.
Anayasa kuralları ile yargı denetimine getirilen ve hukuk devleti ilkesini önemli ölçüde zedeleyen bu sınırlamalar sona erdirilmelidir.
Bu kapsamda, Anayasanın 125’inci maddesinin Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemleri ve Yüksek Askeri Şura kararlarını yargı denetimi dışında bırakan ikinci fıkrası ile yine Anayasa’nın 129’uncu maddesinin, uyarma ve kınama cezalarının yargı denetimi dışında tutulmasına neden olan üçüncü fıkrası kuralı kaldırılmalıdır.
YÜCE DİVAN
Bilindiği üzere, Cumhurbaşkanını, Bakanlar Kurulu üyelerini, yüksek yargı organlarının başkan ve üyelerini, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Sayıştay Başkan ve üyelerini görevleriyle ilgili suçlardan dolayı yargılama görevi, Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesine ait bulunmaktadır.
Yüce Divan görevinin Anayasa Mahkemesince yerine getirilmesi; ceza yargılamasının uzmanlığı gerektiren bir yargı alanı olmasına rağmen, Mahkemenin oluşumunda hakim ve savcı mesleğinden gelmeyen üyelere yer verilmiş olması; çağdaş hukuk sisteminde genel kabul gören ve adil yargılama ilkesinin temellerinden birini oluşturan iki dereceli incelemenin, başka bir anlatımla temyiz incelemesinin bulunmaması yönlerinden sürekli olarak eleştiri konusu yapılmıştır.
Bu konuda daha önce belirttiğimiz üzere, Yüce Divan görevi, ceza hukuku kavram ve ilkelerini bilen ve uygulayan Yargıtay ceza daireleri başkan ve üyeleri ile idare hukuku kavramı olan görev suçu ve ilkelerini bilen ve uygulayan Danıştay meslek mensuplarının katılımıyla oluşturulacak bir kurula verilmeli ve iki dereceli inceleme öngörülmelidir.
ANAYASA ŞİKAYETİ (BİREYSEL BAŞVURU HAKKI)
Anayasa Mahkemesine, Anayasada sayılan diğer görevlerin yanında, “Bireysel Başvuru Hakkı” olarak da isimlendirilen, “Anayasa Şikayeti” yolu ile; anayasal hak ve özgürlüklerden birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddialarına dayalı başvuruları inceleme görevi verilmek istenilmektedir.
Temel hak ve özgürlüklerin korunmasında, yegane başvurulacak yol, anayasa şikayeti olmadığı gibi; bu konuda tek yetkili yargı yeri de Anayasa Mahkemesi değildir. Bu hak ve özgürlükleri koruma mekanizmaları, devletlerin; yapılarına, uyguladıkları yargı sistemlerine ve hukuk kültürlerine göre değişkenlik göstermektedir.
Temel hak ve özgürlüklerin korunması konusunda hukuk sistemimizde ciddi bir boşluk varmış gibi gösterilmesi, üstelik bunun da kapsamı, içeriği ve gerekliliği ortaya konulmamış anayasa şikayeti yöntemi ile karşılanması önerisini doğru bulmuyoruz.
Türkiye Devleti, başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve eki protokoller olmak üzere, imza koyduğu sözleşmelerde yer alan, tüm hak ve özgürlüklere bağlı kalacağını kabul etmiş ve bunların iç hukukta hayata geçirilmesi konusunda gerekli tedbirleri alma mecburiyetine girmiştir. Bu çerçevede 2004 yılında Anayasa’nın 90’ıncı maddesine eklenen kural ile de, temel hak ve özgürlüklere ilişkin andlaşmalara, yasalar önünde önem ve öncelik vermiştir.
İdari yargı, Anayasa ve yasalar ile kendisine verilen görev, yetki ve sorumluluk sahası içerisinde, hak ve menfaat ihlaline dayanan uyuşmazlıkları çözerken, temel hak ve özgürlüklerin ihlal edilip edilmediğinin hukuki değerlendirmesini, ulusal ve uluslar arası hukuka uygunluk yönünden yapmaktadır.
Esasen, Anayasa ve uluslar arası hukukun koruduğu temel hak ve özgürlüklerin ihlal edilip edilmediği konusundaki en sağlıklı incelemenin, uyuşmazlığın çözümünde uzman olan mahkemece yapılacağı konusunda da kuşku duymamak gerekir.
İlgili temyiz merciinin incelemesinden geçmek suretiyle kesinleşmiş yargı kararının, hangi amaç ve yöntem adı altında olursa olsun başka bir yüksek mahkeme tarafından yeniden incelenmesi sonucunu doğuracak olan anayasa şikayeti yolu, yargı ayrılığı ve yüksek mahkemelerin denkliği ilkesini zedeler.
Kaldı ki, Anayasa Mahkemesinin, mevcut teşkilat ve kadro sayısı itibarıyla anayasa şikayeti yolunun getireceği dava yükünün altından kalkması olası görülmediğinden, kadrosunun genişletilmesi ihtiyacına bağlı olarak Mahkemeye üye seçimini yapacak organ ve makam konusunu gündeme getirecek, bu da zaten var olan yüksek mahkemenin kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun yapılanması sorununu daha da büyütecektir.
Anayasa şikayeti konusu daha çok, Anayasa Mahkemesi çatısı altında ve bu yola mevzuatında yer veren ülkelerin uygulayıcıları ile bu başvuru yolunun gerekliliğine inanan akademisyenlerin katılımıyla gerçekleşen sempozyumlarda irdelenmiş, farklı görüşlerin yer aldığı geniş platformlarda tartışılmamıştır. Yargı düzenimizde, gerek kurumsal, gerekse yargılama usulü bakımından çok önemli etki ve sonuçlar doğuracak olan Anayasa şikayeti yoluna, başta Danıştay ve Yargıtay olmak üzere diğer yüksek mahkemelerin görüş ve önerileri dikkate alınmadan Anayasa değişikliği paketinde yer verilmesini isabetli bulmuyoruz.
HAKİM VE SAVCILARIN ÖRGÜTLENME HAKKI
Yargı mensuplarının örgütlenme hakkı, uluslar arası metinlerde de üzerinde önemle durulan konulardan birisidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Hakimlerin Bağımsızlığı Hakkında Temel İlkeler, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Tavsiye Kararı ve Bangalor Yargısal Davranış İlkeleri gibi uluslar arası düzenlemelerde ortak yaklaşım, hakim ve savcıların bağımsızlıklarını korumak, mesleki eğitimlerini geliştirmek, menfaatlerini savunmak gayesi ile kendi insiyatifleri doğrultusunda örgütlenme, kurulmuş örgüt ve organizasyonlara katılabilme hak ve özgürlüğünün sağlanması yolundadır.
Yargı Reformu Stratejisi Taslağında, örgütlenme hakkı çerçevesinde Hakimler ve Savcılar Birliğinin kurulması amaçlanmakta ve bu hakkın halen Türkiye Büyük Millet Meclisinde bulunan, “Türkiye Hakimler ve Savcılar Birliği Kanun Tasarısı” ile yaşama geçirilmesi öngörülmektedir.
Hakimler ve Savcılar Birliği şeklinde bir yapılanma, yargı mensuplarının örgütlenme hak ve özgürlüğünü evrensel ölçütlere uygun bir şekilde karşılamaktan uzak olduğu gibi, Anayasanın 135’inci maddesinde düzenlenen kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşlarına ilişkin örgütlenme modelinin amacı, konusu ve üyelerinin statüsü dikkate alındığında, sözü edilen yasal düzenlemenin, Anayasaya uygunluk bakımından da sorunsuz bir metin olduğunu söylemek mümkün değildir.
Öte yandan, anılan Kanun Tasarısı ile hakimler ve savcılar için zorunlu mesleki örgütlenmeyi öngörmek, hakim ve savcıların “oda ve birlik” dışında sadece, resim, müzik, heykel gibi güzel sanatlar ve spor alanında kurulmuş derneklerin kurucusu ve üyesi olabilecekleri yolunda sınırlamaya gitmek, Anayasa’nın dernek kurma hürriyetini düzenleyen 33’üncü maddesiyle, hakimlik ve savcılık mesleğine ilişkin 140’ıncı maddesi kuralına ve yukarıda belirtilen uluslararası düzenlemelere aykırılık oluşturacaktır.
Sonuç olarak, tüm vatandaşlar gibi kendi iradeleri ile örgütlenme özgürlüğüne sahip bulunan hakim ve savcıların, bu haklarını kullanabilmeleri için, konunun ayrı bir kanunla düzenlenmesine ihtiyaç bulunmamakta, genel hükümlere göre örgütlenme hakkının kullanımı yolunun işletilmesi, yeterli görülmektedir.
YARGININ MEŞRUİYETİ
Son zamanlarda yargının meşruiyeti kavramı belirli bazı çevrelerce sık sık gündeme getirilmektedir. Sanki, Türk yargısının bir meşruiyet sorunu varmış gibi gösterilmekte ve Yargı Reformu Stratejisi Taslağı’nda da belirtildiği üzere, yargı yetkisinin kendisine meşruiyet kazandırabilmesinin, doğrudan veya dolaylı olarak milli iradeden kaynaklanması koşuluna bağlı olduğu belirtilmektedir.
Başka ülkelerdeki uygulamalardan, hatta hakim ve savcıların halk tarafından seçildiği istisnai örneklerden yola çıkılarak, yargı organlarının oluşumunda, yasama ve yürütme erklerinin rollerinin arttırılmasına ilişkin öneriler, yargı bağımsızlığını zedeleyici sonuçlar doğuracaktır.
Kıyaslama yapılmak suretiyle getirilmek istenen sistemin, Ülkemizin toplumsal ve siyasi koşullarına uygunluğu düşünülmediği gibi, yargıyı siyasallaştırdığı konusundaki yakınmalar nedeniyle bu ülkelerde de yoğun bir şekilde tartışıldığı hususu dikkate alınmamıştır.
Yargı yerlerini yok saymak, kararlarını sorgulamak, milli irade ile yargı arasında bir ayrışma varmış gibi bu hususu tartışmaya açmak, üç temel erkten biri olan yargıyı güçsüz bırakır, hukuk devleti ilkesini zedeler ve devleti zaafa uğratır.
Fonksiyonları, görev alanları, konumları birbirinden farklı olan yasama, yürütme ve yargı organlarının demokratik meşruiyetlerinde ortak ölçüt, “milli irade” kavramı ile özdeşleştirilmeye çalışılan “siyasal çoğunluk” olamaz. Böyle bir düşüncenin kabulü, her siyasal iktidar değişikliğinde yargı yerlerinin oluşumunun, mensuplarının konumlarının yeniden belirlenmesi sonucunu doğurur ki bu durum, yargının siyasal tercihler doğrultusunda şekillendirilmesinden başka bir şey değildir.
Aynı Anayasadan aldıkları yetki ile Türk Milleti adına egemenlik yetkisini kullanan; yasama, yürütme ve yargı organlarının meşruiyetleri bakımından birbirlerine üstünlüğü bulunmadığı gibi; millet adına yetki kullanımında, seçilmişler ve atanmışlar şeklindeki bir ayrımın da yeri yoktur. Unutulmamalıdır ki, yargı, görevi gereği yasama ve yürütme organlarının eylem ve işlemlerini denetlerken, aynı zamanda, bu organların işlemlerine hukuk düzeninde meşruiyet de kazandırmaktadır.
Yargı yerlerinin demokratik meşruiyeti, siyasal çoğunluğun bu organlardaki temsili oranında değil, bu organların millet nazarındaki saygınlığı ve güvenilirliğinde aranması gerekir. Bunun sağlanmasının da temel koşulu, yasama ve yürütme erklerinin yargı üzerinde etkili olma istek ve arzularının engellenmesinden, yani, yargı bağımsızlığından geçmektedir.
YARGI BAĞIMSIZLIĞI VE YARGININ SİYASALLAŞMASI
Hukuk devleti ilkesine anlam ve içerik kazandıran, yargı bağımsızlığıdır. Yargı bağımsızlığının temel amacı, vatandaşa adaletin her türlü etkiden, yönetme ve yönlendirmeden uzak, kendi kurum ve kuralları çerçevesinde gerçekleşeceği güven ve inancını verebilmektir.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi, yasama ve yürütmenin yargı üzerindeki baskısını önlemek için getirilmiş bir ilkedir. Yargı organının işleyişinde yasama ve yürütmenin etkin hale getirilmesi durumunda, yargı bağımsızlığından söz etmemiz mümkün olamaz.
Siyasal iktidarların yargıya egemen olma ve onun faaliyetlerini kontrol etme düşünceleri, toplumda kaos yaratır. Hukuk, siyasetten bağımsız olmalı, siyaset de hukuk içerisinde ve hukukun temel prensipleri esas alınarak yapılmalıdır.
Yargı bağımsızlığı sadece, anayasal ve yasal düzenlemelerle sağlanamaz. Devlet adına yetki kullanan herkesin, bu ilkeye yürekten inanması, kendisini hukukun üzerinde görmemesi ve buna uygun hareket etmesi gerekir. Yargı kararlarının saygı ile karşılanması, her zaman ve her koşulda, ilkesel olarak benimsenmelidir.
Yargı bağımsızlığının ve tarafsızlığının önündeki en büyük tehlike, yargının siyasallaşmasıdır. Toplum, yargı bağımsızlığı konusunda azami duyarlı olmalı, yasama ve yürütme erklerinin tasarrufları da dahil olmak üzere yargı bağımsızlığını zedeleyici her müdahaleyi dikkatle izlemeli, bu konudaki duyarlılığını, meşru vasıta ve yollardan ortaya koymasını bilmelidir.
Yasaları yorumlama ve uyuşmazlıklara uygulama yetkisini elinde bulunduran yargıçlar, kendi inanç ve görüşlerinden sıyrılmak, dış etkenlere karşı direnmek ve böylece herkesin yasalar önünde eşitliğini sağlamakla yükümlüdür.
Hiç kimsenin, yargıyı ve ona hizmet edenleri töhmet altında bırakacak, bir tarafmış gibi gösterecek fikir ve kanaatlerde bulunma hakkı yoktur. Bu tip açıklamalar, söylemler, kanaatler yargı faaliyetine zarar verir.
Yargı bağımsızlığı, hakim ve savcı teminatı, bir sorumsuzluk ve sınırsızlık değildir. Yargı mensubu, hukuka ve adalete önce kendisi inanmalı, yargı görevini tam ve doğru bir şekilde yerine getirme becerisini gösterebilmelidir. Yasaların kendisine verdiği yetkileri kullanırken, özenli davranmalı, yansızlığı konusunda taraflara sonsuz güven vermelidir.
Hakimler, fikir ve ideolojilerine göre değil, Anayasaya, kanuna ve hukukun evrensel ilkelerine göre vicdani kanaatleri doğrultusunda karar verirler. Eğer yargı ve onun yaşayan ögeleri hakim ve savcılar, bir taraf olarak görülmek isteniyor ise; onlar, hukuktan, adaletten, insan hak ve özgürlüklerinin korunması ve yaşatılmasından yanadırlar.
Yargımızın sorunları, eksikleri, hatta yanlışları da olabilir, ama bu durum hiçbir zaman yargıya güvensizlik sonucunu doğurmamalıdır. Yargı, hatalarını, yanlışlarını kendi usulü ve sistematiği içerisinde çözer.
Basın ve yayın organları da, soruşturma veya yargılama aşamasında bulunan işlerde, kamuoyunu doğru ve tarafsız bilgilendirme sorumluluğunun dışına taşmamalıdır. Yargıyı yönlendirmeye çalışmamalı, kesinleşmiş bir yargı kararı olmadıkça hiç kimseyi suçlu imiş gibi göstermemeli, küçük düşürücü haber ve yorumlara yer vermemelidir.
TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİN KORUNMASINDA YARGININ ROLÜ
Temel hak ve özgürlüklerin teminatı bağımsız yargıdır. Yargı bağımsız ve güvenceli değilse, temel hak ve özgürlüklerin en ileri seviyede ve en üst hukuk normunda düzenlenmiş olması dahi bir anlam ifade etmez.
Yargının amacı, hukuk ve toplum düzenini sağlamak, insanların adil ve huzur içinde yaşamalarını temin etmektir. Yargı, bu görevini Anayasaya, yasaya, hukukun evrensel ilke ve kurallarına, insan hakları ve temel hak ve özgürlüklere sıkı sıkıya bağlı kalarak yerine getirmek zorundadır. Yargı bağımsızlığı, hakim teminatı bunlar için vardır. Bu kutsal görevi yerine getirecek yargı mensuplarımızın gerek eğitimleri gerekse görev anlayışları ve hukuka olan saygılarının üst seviyede olması, tarafsızlık ve objektiflik ilkelerini özümsemiş olmaları ve hukuk kurallarını özgürce uygulamaları yargının olmazsa olmazıdır.
Temel hak ve özgürlüklerin ve bu haklardan en kutsalı olan yaşama hakkının korunmasının önündeki en büyük engellerden birisi, terörizmdir.
Terörizm, 21’inci yüzyılda insanlığın önündeki en büyük tehlike olma özelliğini artırarak sürdürmektedir. Temel hedefi sivil toplumları etkisiz kılmak, toplumda kaos yaratmak olan ve küresel bir boyut kazanan terörizmden en çok zarar gören ülkelerden birisi de maalesef Ülkemizdir.
Toplumsal barışı tehdit eden, kamu düzenini bozan, insan hayatını hiçe sayan her türlü oluşumun, düşüncenin, davranışın ve bunların eyleme dönüştüğü terörün hukuk devletinde yeri olamaz.
Devlet, yargısına, aydınına ve tüm bireylerine sahip çıkma ve onu koruma becerisini gösterebilmelidir. Toplumsal huzur, insanların birbirleriyle uyum ve karşılıklı hoşgörü içinde yaşama arzuları, yasa ve kurallara uymaları ile sağlanır.
Türkiye, her türlü şiddeti ve terör eylemini, temel hak ve özgürlüklerin zedelenmesine izin vermeden, hukuk kuralları içerisinde önleme iradesini, özenle korumalıdır.
Anayasa ve yasaların uygulama ve yorumunda, insan hak ve özgürlüklerin korunmasında çok önemli görev üstlenmiş yargıç ve savcılarımızın, bu görevlerini yerine getirirken her türlü baskı ve şartlanmadan uzak ve yukarıda belirttiğimiz ilkeler doğrultusunda karar vermeleri çağdaş, uygar, hukuka saygılı devlet olmanın en belirgin göstergesidir.
Adalet dağıtımında çok önemli konumları bulunan savcılar, görevlerini yaparlarken mevzuatımız ve uygulamalar çerçevesinde, Birleşmiş Milletler Savcıların Rolüne Dair Yönerge’de belirtilen, hukukun evrensel ilkelerini de dikkate almak suretiyle, soruşturmaları gizlilik içerisinde yürütmeli, zanlının durumunu gereği gibi dikkate almalı, hukuki konuları teknik yönüyle incelemeli, masumiyet, suçsuzluk karinelerine azami riayet etmeli, insan hakları ihlali oluşturan hukuka aykırı yollara başvurularak elde edilen delilleri kullanmamalı ve hukuken kabul edilebilir somut deliller üzerinden hareket etmelidir.
Yargı mensupları, ülkede huzur ve sükunun sağlanmasında verdikleri kararlarla önemli rol oynarlar. Objektiflik, bir yargı mensubunun görev sırasında uyması gerekli en önemli kuraldır. Yargı mensubunun, objektif ve tarafsızlığının tartışılması, verilen kararların da tartışılmasına neden olur ki yargı ile amaçlanan toplumsal düzen sarsılır. Bu nedenle yargı mensupları, tarafsızlığı ve objektifliğinin tartışılmasına neden olacak her türlü davranıştan kaçınmak zorundadır.
Yargı mensubu, devletin menfaati ile devletten daha güçsüz ve daha çok korunmaya ihtiyacı olan bireyin menfaatleri arasındaki dengeyi iyi kurmalı, kendisini devletin memuru olarak görmemelidir. Yargının, yasama ve yürütme erkleri karşısında bağımsızlığının, hakim ve savcı güvencesinin amacı budur.
İnsan hak ve özgürlüklerine yönelik ihlallerin engellenmesi, kişinin maddi ve manevi varlığının geliştirilmesi ve güvenceli bir yapıya kavuşturulması, ulusal ve uluslar arası etkin bir yargısal denetim mekanizmasının varlığını gerektirmektedir. Bu özgürlüklerin korunmasına ilişkin mevzuatımızda yapılan düzenlemeler kadar, bunun pratiğe aktarılması da büyük bir önem taşımakta ve bu konuda asıl görev, idareye ve onun emrindeki kolluk güçlerine düşmektedir.
Kolluk güçleri, suç delillerinin tespiti, faillerin yakalanması görevini yerine getirirken, yasalarda öngörülen usul ve esaslara kesinlikle riayet etmelidir. Bu konuda Danıştayımız, kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlar nedeniyle idare aleyhine açılan davalarda, tazminata hükmedilmesi halinde, idarenin ödemek zorunda kaldığı tazminatın, Anayasa ve Devlet Memurları Kanunu hükümleri uyarınca sorumluluğu saptanan ilgili kişi veya kişilere rücu edilmesi gerektiğine karar vermektedir.
DANIŞTAYIN İŞ YÜKÜ VE İSTİNAF SİSTEMİ
1982 yılında idare mahkemelerinin kurulmasından bu yana geçen 27 yıllık süre içinde idari yargının yurt düzeyinde örgütlenerek genişlemesi, idare edilenlerin hak arama özgürlüklerini daha kolay kullanmalarını sağlamış, idarenin yargı yolu ile denetlenmesi bilincini artırmıştır.
Bu olumlu gelişmeye karşılık: İdarenin, idare edilenlerle olan ilişkilerinde en basit uyuşmazlıkların dahi çözümünün yargıya taşınması; yargı yerlerinin belli konularda yerleşmiş ve istikrar kazanmış içtihatlarına uygun davranılmayarak aynı konuların yeniden yargı önüne gelmesine sebep olacak eylem ve işlemlerde bulunulması; kamu görevlilerine ilişkin işlemlerde, takdir yetkisi kullanılırken çoğu zaman liyakat ve kariyer gibi nesnel ölçütlere bağlı kalınmaması yargı yerlerinin iş yükünü ciddi oranda artırmıştır.
Adaletin hızlandırılması, davaların en az giderle ve makul bir süre zarfında sonuçlandırılması, yargı yerlerinin ortak amacıdır. Ancak, iş yükünün fazla olması, bu ortak amacın gerçekleştirilmesini pek çok yargı yeri için imkansız kılmaktadır.
1 Nisan 2009 tarihi itibarıyla Danıştayda incelenmeyi bekleyen dava ve iş sayısı 149.586’dır. Danıştayın iş yüküne ilişkin geriye doğru üç yıllık istatistiki verilere bakıldığında: Gelen dava ve iş sayısı, 2006 yılında 86.039, 2007 yılında 110.934, 2008 yılında 130.278; anılan yıllarda sonuçlandırılan dava ve iş sayısı ise, 2006 yılında 73.137, 2007 yılında 87.403, 2008 yılında 96.916’dır.
Görüldüğü üzere, Danıştayın her yıl bir önceki yıldan daha fazla uyuşmazlığı karara bağlamasına karşın, Danıştaya gelen dava ve iş sayısındaki sürekli artış, dosya birikiminin çoğalmasına sebebiyet vermektedir.
Danıştayın, olağandışı artış gösteren iş yükünün, yüksek mahkeme olmanın gereklerine uygun, makul bir düzeye çekilmesi, uyuşmazlıkların daha kısa sürede sonuçlanmasını sağlayıcı çözüm önerilerinin yaşama geçirilmesi; Danıştay Kanunu, Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkında Kanun ile İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda değişiklikler yapılmasını zorunlu kılmaktadır.
İdari davaların görülmesini hızlandıracak bu tedbirlerden, bölge idare mahkemelerinin görev alanının genişletilmesi suretiyle, Danıştayın temyiz incelemesine tabi olan bazı uyuşmazlıkların bu mahkemelerde sonuçlandırılması, üzerinde sıkça durulan yöntemlerin başında gelmektedir. Başkanlığımızın, bu konuda alınabilecek acil önlemlere ilişkin yasa değişikliği hazırlık çalışmaları devam etmektedir.
Bölge idare mahkemelerinin, istinaf mahkemeleri olarak teşkilatlanmaları, adli yargıda olduğu gibi idari yargıda da istinaf mahkemelerinin kurulması, Adalet Bakanlığının gündem maddelerinden birini oluşturmaktadır.
Öncelikli olarak, istinaf sistemine geçişin temel amacı ortaya konulmalı, konunun hukuki ve teknik alt yapısı, bu sisteme yer veren ülkelerin uygulamaları da göz önünde bulundurulmak suretiyle irdelenmelidir. Bölge idare mahkemelerinin görev alanının genişletilmesi konusundaki yasa değişikliği çalışmalarının varlığı ile istinaf mahkemelerinin kurulması halinde şu an faal olarak çalışan 26 bölge idare mahkemesinin durumlarının ne olacağı hususu da dikkate alınarak bu sisteme geçişin yararlı olup olmayacağı değerlendirilmelidir.
Konuşmamın son bölümünde, Danıştayın öncelikli olarak gereksinim duyduğu bazı yasal düzenlemeleri belirtmek, hizmet binası ile ilgili yürütülen çalışmalar konusunda sizleri bilgilendirmek istiyorum.
- Bilindiği üzere Danıştay Kanunu’nda, Danıştay tetkik hakimliği ile savcılığına atanabilmek için meslekte beş yıl hizmet etmiş olmak şartı aranmaktadır. Danıştayın ihtiyaç duyduğu tetkik hakimi sayısının, Kanunda öngörülen hizmet yılını tamamlamış hakimler arasından karşılanamaması nedeniyle, bu koşulu taşımayan idari yargı hakimlerinin de Danıştay tetkik hakimi kadrolarına belirli bir süre atanabilme olanağını sağlanmak için Danıştay Kanunu’nda geçici madde düzenlemesi yapılmasına ihtiyaç bulunmaktadır.
- Çalışmaya ara verme süresi ile ilgili olarak, 2004 yılında, 5219 sayılı Kanun ile Danıştay Kanunu, İdari Yargılama Usulü Kanunu ve diğer kanunlarda yapılan değişiklik ile Danıştay ve idari yargı yerlerinin her sene ağustosun birinden, eylülün beşine kadar çalışmaya ara verecekleri kuralına yer verilmiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana kesintisiz olarak devam eden uygulamada değişikliğe gidilmesi, yargı mensuplarının, eş ve çocuklarının tatil ve eğitim dönemleri ile örtüşmemesi nedeniyle çalışmaya ara verme süresinden yararlanma istemlerinde azalmaya bunun sonucu olarak da heyet halinde çalışan mahkemelerde izin sorunlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Öte yandan, Danıştay Kanunu’nda 5219 sayılı Kanunla yapılan değişiklik, çalışmaya ara verme süresinin son günü konusunda da duraksama yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Bu bağlamda, sözü edilen düzenlemenin dava sürelerine etkisi nedeniyle olası hak kayıplarının önlenmesi ve yargı yerlerinin çalışmaya ara verme sürelerinin bitiş tarihlerindeki birlikteliğe aykırı uygulamaların engellenmesi bakımından, çalışmaya ara verme dönemi ve süresi yeniden gözden geçirilmeli, bu konuda düzenleme yapılmalıdır.
- 2575 sayılı Danıştay Kanunu, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu ve ilgili mevzuatta, Danıştayın ilk derece mahkemesi olarak veya temyiz yolu ile baktığı davalarda, Danıştay savcısı düşüncesinin taraflara tebliğ edilmesi ve usulü ile ilgili konulara yer verilmemiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin, savcı düşüncesinin başvurana tebliğ edilmesini öngören ve sırf bu nedenle Türkiye’yi tazminata mahkum eden kararlarının varlığı karşısında, konunun yasal düzenleme ile çözüme kavuşturulması gerekmektedir.
- Yargı hizmeti, yargı mensupları yanında, yazı işleri müdüründen, zabıt katibi, mübaşir ve yardımcı hizmetler sınıfına kadar diğer görevlilerin katılımıyla yürütülen ortak bir faaliyettir. Hizmetin yürütülmesinde hakim ve savcı dışında yer alan idari personelin katkısı ve önemi göz ardı edilemez. Büyük bir özveri ile çalışan idari personelin maaşlarında iyileştirme yapılmalı, emeklilik hukuku bakımından da etkili olan ek gösterge rakamları görevler ve unvanlar itibarıyla yeniden belirlenmelidir.
HİZMET BİNASI
Yoğun çabalar sonucunda, 2008 yılında Başkanlığımıza tahsisi sağlanan Eskişehir yolu, Lodumlu mevkiinde bulunan taşınmaz üzerine, Danıştay hizmet binası yapımı için, en uygun projenin, katılımcı sayısının yüksek tutulduğu mimari proje yarışması yöntemi ile elde edilmesine karar verilmiş ve bu kapsamda açılan yarışmaya 64 proje sunulmuştur.
Proje jürisince, yarışma, 29/06/2008 tarihinde sonuçlandırılmış ve Mimar Cem AÇIKKOL tarafından hazırlanan proje, birinciliğe layık görülmüştür.
Hizmet binamız için 2009 yılı Bütçesine ödenek konulmuş olup, bina yapım ihalesine ilişkin uygulama projelerini de kapsayan ihale dosyasının hazırlanması süreci devam etmektedir.
Hizmet binası sorunumuzu, kalıcı olarak çözmeyi amaç edindiğimiz projenin en kısa sürede yaşama geçirilmesi için yürütülen sürece, Hükümetimizce gerekli desteğin devam ettirileceğine inanıyoruz.