Güncelleme Tarihi:
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcısı ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde bir basın toplantısı düzenledi. Gündemdeki gelişmelere ilişkin açıklamalarda bulunan Kalın, basın mensuplarının sorularını da cevapladı. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın, kamuoyu ile canlı olarak da paylaşılan toplantıda şunları söyledi:
Bildiğiniz gibi Sayın Cumhurbaşkanımız, başbakanlığı döneminde, 2011 yılında her türlü güvenlik risklerini de göze alarak açlıkla, terörle, kuraklıkla mücadele eden Somali’ye bir ziyaret düzenledi ve Ramazan ayında gerçekleşen o ziyaretin ardından Somali adeta dünya haritasına tekrar konmuş oldu. Bu süre zarfında Türkiye’nin Somali’ye yaptığı yardımlar yaklaşık yarım milyar doları buldu, Türk şirketlerinin Somali’de yaptığı yardımlar da yaklaşık 100 milyon doları aştı. Geçen yılın Ocak ayında Sayın Cumhurbaşkanımızın yine Somali’ye yaptığı ziyaret sırasında bu 4 yıllık süre içerisinde yaşanan değişimi bizzat yerinde görme imkanımız oldu.
"YENİ BİR ‘TÜRKİYE İNSANİ YARDIM MODELİ’Nİ ORTAYA ÇIKARDI"
Bu yıl da inşallah önümüzdeki kısa vadede Sayın Cumhurbaşkanımızın bir Doğu Afrika seyahati kapsamında bir Somali ziyareti planlanıyor. Yine burada yürüyen projeler, eğitimle ilgili, sağlıkla ilgili, altyapıyla ilgili, havalimanı, deniz limanı ve diğer konularla ilgili çalışmaları da yerinden izleme imkânı olacak. Ayrıca, bildiğiniz gibi dünyadaki en büyük büyükelçiliğimizi şu anda Somali’de kurmuş bulunuyoruz. Bunun da çalışmaları hemen hemen tamamlandı ve Sayın Cumhurbaşkanımızın ziyareti sırasında da inşallah bu büyükelçiliğin açılışını, zatı devletleri gerçekleştireceklerdir.
Bu noktada yine bir noktanın altını çizmek isterim; Türkiye’nin Somali’ye yaptığı yardımlar da yeni bir Türkiye insani yardım modelinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu konuda hakikaten hızlı karar verebilme, yardımları direkt sahibine ulaştırma, lokmayı paylaşmanın yanında ‘balık tutmayı öğretmeyi’ de içeren bir yardım modeli geliştirildi ve bunun sonuçlarını da hamdolsun görmeye başladık.
Ama tabii Somali’de daha yapılması gereken çok şey var, uluslararası toplumun burada inisiyatif alması, Somali halkını açlığa, yokluğa, teröre terk etmemesi gerekiyor. Bizim Afrika’ya açılım politikamız bağlamında Somali’yle olan ilişkimiz, yardımlarımız da bundan sonra devam edecek. Yine bu çerçevede bu Afrika’ya açılım politikamızın bir devamı olarak, 29 Şubat-4 Mart tarihleri arasında, yani bu Pazar başlamak üzere Sayın Cumhurbaşkanımızın Fildişi Sahilleri, Gana, Nijerya ve Gine’yi kapsayan bir resmÎ ziyareti olacak, bu ziyaret kapsamında da ikili ilişkiler, anlaşmalar, iş forumları yapılacak. Sayın bakanlarımızın ve bürokratların yanı sıra kalabalık bir iş adamları heyeti de Sayın Cumhurbaşkanımıza eşlik edecekler. Böylece Batı Afrika Bölgesi’nde daha önce ziyaret edilmemiş ya da çok uzun zaman önce ziyaret edilmiş bu Afrika ülkelerini de ziyaret ederek Türkiye-Afrika ilişkilerini daha da geliştirmenin gayreti içerisinde olacağız.
"YEMEN’E BİR SAHRA HASTANESİ KURULACAK"
Bu çerçevede yine bizim insani yardımlar noktasında bildiğiniz gibi bir önceki hafta, 16 Şubat günü bildiğiniz gibi Yemen Cumhurbaşkanının Türkiye’ye bir ziyareti olmuştu. Burada da Türkiye-Yemen ilişkileri ele alandı. Ama o çerçevede özellikle Yemen’e yaptığımız insani yardımların dün itibarıyla Aden’e ulaştığını tekrar ifade etmek isterim. 6 bin tonluk bu insani yardım Cumhurbaşkanımızın da direktifleriyle Yemen’e gönderdiğimiz aslında ilk yardım konvoyu diyebiliriz.
Bundan sonra da bu insani yardımlar devam edecek. Orada bir sahra hastanesi kurulması, yaralıların tedavi edilmesiyle ilgili de çalışmalarımız devam edecek.Bugün 26 Şubat, bildiğiniz gibi aynı zamanda Hocalı katliamın da yıl dönümü. 26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan’ın Yukarı Karabağ bölgesinde Hocalı şehrine düzenlenen saldırıda bildiğiniz gibi toplam 613 Azerbaycan vatandaşı Ermeni işgalciler tarafından katledilmişti. Yine bu saldırı sırasında 76’sı çocuk 487 kişi yaralanmış, 1275 kişi de esir alınmıştı, o olaylar sırasında kayıp olan 150 kişinin akıbeti de hâlâ meçhul. Sivil halka yönelik bu insanlık dışı saldırıyı burada bir kez daha kınıyor, Azerbaycan halkının yanında olduğumuzu tekrar ifade ediyoruz.
"ÇAĞRIMIZI YİNELİYORUZ"
Aynı zamanda Yukarı Karabağ meselesinin çözümüyle ilgili olarak adeta artık bir durma noktasına gelmiş olan Minsk sürecinin de bir an önce başlatılması ve soruna diplomatik bir çözüm bulunmasıyla ilgili çağrımızı da yineliyoruz. Yine bu süreçte de hakkaniyetli ve kalıcı bir çözüm noktasında Azerbaycan’ın yanında olduğumuzu, ama diplomatik süreçlerin de derhal devreye sokulması gerektiğini tekrar hatırlatmak istiyoruz. Bu vesileyle tekrar Hocalı katliamında hayatını kaybeden Azerbaycanlı kardeşlerimize Allah’tan rahmet diliyorum, yakınlarına başsağlığı diliyorum.
"SURİYE’DEKİ ATEŞKESİ PRENSİP OLARAK DESTEKLİYORUZ"
Suriye’yle ilgili bildiğiniz gibi bu gece itibarıyla Münih ateşkesi çerçevesinde yeni bir sürecin başlaması hedefleniyor. Bizim de katıldığımız ve desteklediğimiz Cenevre görüşmeleri bağlamında bildiğiniz gibi geçtiğimiz Aralık ayında Birleşmiş Milletler 2254 sayılı kararı çerçevesinde çatışmaların durdurulması ve siyasi geçiş sürecinin sağlanması kararı alınmış idi. Fakat maalesef o tarihten bu yana Esed rejimi ve destekçilerinin karadan ve havadan yaptığı saldırılar yüzünden ne 2254 nolu BM maddesi uygulanabildi, ne insani yardımlar ulaştırılabildi, ne de herhangi bir ateşkes sağlanabildi.
Tabii geldiğimiz noktada Münih’te yapılan görüşmeler neticesinde kısmi diyebileceğimiz bir ateşkesin sağlanması noktasında mutabık kalındı ve bu ateşkes bu gece 00:00 itibarıyla yürürlüğe girecek. Biz prensip olarak bu ateşkesi destekliyoruz, bu kararın alınmasında Türkiye de aktif bir rol oynadı. Fakat şu ana kadar yaşananları dikkate aldığımız zaman, Cenevre görüşmeleri ve sonrasında, hatta Münih anlaşmasının uygulanması tarihine giderken, yani bu gece itibarıyla dahi Rus uçaklarının bombardımanlarının, Esed güçlerinin karadan yaptığı saldırıların devam ediyor olması ateşkesin geleceği konusunda bizi ciddi endişelere sevk etmektedir.
Ziya Paşa’nın meşhur bir sözü vardır biliyorsunuz ‘Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz’; biz somut olarak sahada ne yapıldığını görmek istiyoruz. Umarız bu gece başlayacak olan bu ateşkes hem çatışmaları durdurur, hem sivil ölümleri önler, hem de Suriye halkının Halep gibi, İdlib gibi farklı bölgelerde acil ihtiyaç duyduğu insani yardımların ulaştırılmasına imkân sağlar. Fakat maalesef şu an itibarıyla dahi Halep’in kuzeyinde, Azez’de, Tel Rıfat’ta, İdlib’de, Türkmen Dağı bölgesinde saldırıların devam ettiği haberleri gelmektedir. Şu ana kadar rejim bu tür müzakereleri, daha önce hatırlarsanız Viyana görüşmelerini, Cenevre görüşmelerini, hep daha fazla zaman kazanmak, mevzi kazanmak için bir araç olarak kullandı. Umarız bu sefer farklı bir netice ortaya çıkar. Ama sahada kötüye giden gidişat maalesef bu konuda çok da umutlu olmamamıza imkân sağlıyor.
"ULUSLARARASI HUKUKTAN KAYNAKLANAN HAKLARIMIZI KULLANIRIZ"
Öte yandan, özellikle Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından PKK iltisaklı PKK’nın Suriye kolu olan PYD, YPG gibi örgütlerin sahadaki hareketliliği ve artık açıkça rejim saflarına geçmiş olması da bizim için ayrı bir endişe kaynağıdır. Bu noktada Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit eden durumlar ortaya çıktığı müddetçe, Suriye’nin neresinden gelirse gelsin, ister DAEŞ’ten gelsin, ister YPG, PYD gibi örgütlerden gelsin, Türkiye uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını kullanır, angajman kurallarını uygular. Bu noktada şunun altını açık bir şekilde çizmek isteriz: Biz müttefiklerimizle, dost ülkelerle her konuyu müzakere ederiz, istişare ederiz, ama Türkiye’nin ulusal güvenliği asla bir müzakere ve pazarlık konusu değildir.
PKK ile PYD ve YPG arasında, öbür taraftan bu örgütlerle Esad rejimi arasında bulunan ilişkiyi görmek istemeyenler aslında başka bir hesabın içindeler. Bu ilişkinin derinliği, boyutları, aslında bu ülkelerin kendi istihbarat raporlarında da tescil edilmiştir. Fakat sahadaki birtakım fırsatları değerlendirmek adına DAEŞ’le mücadele bahanesiyle bu ilişkinin adeta yok sayılması bizim açımızdan yok hükmündedir.
Şunun altını da çizmek isterim: Zaman zaman uluslararası basında Türkiye’nin ‘Suriye’deki Kürtlerin kazanımlarından rahatsız olduğu, bunun için PYD ve YPG gibi örgütlere karşı tavır aldığı’ şeklinde asılsız, hiçbir akıl, mantık ölçüsüyle bağdaşmayan yorumların yapıldığını görüyoruz. Şunun altını ısrarla tekrar çiziyoruz: Bizim Suriye Kürtleriyle bir sorunumuz yok, bizim sorunumuz Suriye’deki terör örgütleriyledir. Bizim mücadelemiz ne Suriye Kürtleriyledir, ne Irak Kürtleriyledir, ne coğrafyadaki başka Kürtlerledir. İran veya Türkiye, bizim mücadelemiz PKK’nın güdümünde bir devlet oluşumuna doğru giden süreçle ilgidir. Türkiye sınırının hemen güneyinde PKK güdümlü bir devlet yapılanması, devlete benzer bir yapı, otonom yapı, kanton türü şeylere elbette izin vermez.
Hatırlayın, daha dünyada hiç kimse Suriye Kürtlerinin adını ağzına bile almazken, Sayın Cumhurbaşkanı 2009, 2010, hatta 2011 senesinde Suriye Kürtlerinin haklarının tanınması için Suriye rejimine çağrıda bulunmuş, kimlik kartlarının verilmesi için çaba sarf etmiştir. Düne kadar Suriye Kürtlerinin adını bile ağzına almayan çevrelerin şimdi onların temsilcisiymiş gibi ortaya çıkan birtakım terör örgütlerini yanlarına çekerek kullanmaları, ortada çok açık bir çıkar hesabının olduğunu göstermektedir.
Hatırlayın, baba Hafız El Esed Suriye Kürtlerine nasıl muamele etmişti? O dönemde de gene o Kürtlere sahip çıkan Türkiye olmuştu. Hatta gene hatırlayın, 80’li ve 90’lı yıllarda Türkiye aleyhine kullanmak için Suriye topraklarını PKK’ya açan da Hafız Esed idi, Beşar Esed’ın babasıydı. Oğlu da şu anda çok farklı bir politika izlemiyor. Daha düne kadar Kürtleri adeta yok sayan, ezen bir rejim, şimdi onları kendi kirli savaşında kullanmak için yanına çekmeye çalışıyor. Biz bu oyunun farkındayız, elbette buna müsaade etmeyiz.
"DOST VE MÜTTEFİK ÜLKELERİ YANIMIZDA GÖRMEK İSTERİZ"
Bu noktada terörle mücadele dost ve müttefik ülkeleri kendi yanında görmeyi talep etmek Türkiye’nin en doğal hakkıdır, bu konuda en ufak bir tereddüt söz konusu değildir. Bu konuda farklı düşünceleri olan, tereddüt yaşayan ülkeler varsa bunlarla bizim farklı düşünmemiz de elbette kaçınılmazdır ve doğaldır. Buradan Türkiye’nin ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda bizim geri adım atmamız hiçbir şekilde söz konusu değildir. Bugün şu veya bu bahaneyle terör örgütlerine göz yumanlar ve onlarla iş tutanlar yarın bu terör örgütlerinin kendilerine karşı silah doğrultacağından emin olabilirler. Biz bunun geçmişte çok örneklerini gördük, Orta Doğu coğrafyasında gördük, Balkan coğrafyasında gördük, başka yerlerde gördük, Afrika’da, Asya’da gördük, bu oyuna gelmemek gerekir.
Türkiye burada nasıl DAEŞ’le mücadele meşru bir mücadeleyse ve benzer terör örgütleriyle, Nusra’dır, El Kaide’dir vesaire, meşru mücadeleyse, Türkiye’nin PKK’yla ve onun Suriye uzantısı olan terör örgütleriyle mücadelesi de meşrudur, haklıdır. Nitekim Türkiye’nin Suriye konusunda yaptığı uyarıların ne kadar haklı olduğunu da son 3-4 yıllık süreç ve yaşanan dram açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Bu noktada mülteciler meselesiyle ilgili de son durumu sizinle paylaşmak isterim. Türkiye üzerindeki bütün ağır yüklere ve güvenlik risklerine rağmen Suriye mültecilerine ve Irak mültecilerine yönelik açık kapı politikasını devam ettirmektedir. Sayın Cumhurbaşkanımızın Başbakanken formüle ettiği açık kapı politikası neticesinde binlerce, on binlerce Suriyeli insanın hayatı kurtarılmıştır. Hamdolsun mükâfat olarak bu bile Türkiye’ye yeter. Ama biz üzerimize düşen bu görevi en iyi şekilde yerine getirmeye devam edeceğiz. Şu anda 2.7 milyonu aşan mülteciler kamplarda kalıyor, şehirlerimizde kalıyor, sıfır noktasında sınırda kalan mülteciler var, ama onların ihtiyaçlarını karşılamak, minimum insani şartlara kavuşmalarını sağlamak için gerek devletimiz, gerek sivil toplum kuruluşlarımız, vatandaşlarımız, belediyelerimiz yoğun bir mücadele içerisinde devam ediyorlar.
Fakat şunun altını da tekrar çizmek isteriz ki; ‘Suriye mültecilerine kapını aç’ ya da ‘Mülteci akımını engelle’ diyen ülkeler, Suriye’de hava bombardımanlarını, Esed rejiminin karadan yaptığı saldırıları durduramadıkları müddetçe bu mülteci krizinin daha da derinleşeceğinden hiç kimsenin şüphesi olmasın. Bu çerçevede Avrupa Birliği’yle yürütülen müzakereler neticesinde bir AB eylem planı biliyorsunuz hayata geçiriliyor. Şu anda bunun detayları çalışılıyor, projeler hazırlandı AB tarafına iletildi, iletiliyor. Bunlar da çok yakın bir zamanda hayata geçecek ve umarız Suriyeli mültecilerin daha insani şartlara kavuşması noktasında sahada bir fark yaratır diye ümit ediyoruz.
TERÖRLE MÜCADELE
Bu noktada bir diğer konu, yine son günlerde gündemimizi yoğun bir şekilde işgal eden terörle mücadele meselesidir. Bu konuda aslında uzun uzun izahat yapmaya gerek yok, çözüm sürecini kimin sabote ettiği ve silah bırakma çağrılarına rağmen, bırakınız silah bırakmayı terörü ve şiddeti daha fazla azdıran tarafın kim olduğu bellidir. PKK terör örgütü çözüm sürecini de sabote ederek, suiistimal ederek, istismar ederek silah bırakmayacağını açık bir şekilde ortaya koymuştur. Buna karşı her demokratik hukuk devletinin yaptığı şeyi yapmaktadır Türkiye Cumhuriyeti. Kamu düzenini korumak, vatandaşlarını korumak için terörle mücadele etmektedir. Operasyonlar bu bağlamda da devam edecektir.
Özellikle 17 Şubat Ankara saldırısından sonra da, gerek başkentimize, gerek diğer şehirlerimize yönelik olabilecek muhtemel saldırılara karşı da ilave tedbirler alınmıştır, en üst düzeyde de bu konu ilgili makamlarımız tarafından takip edilmektedir.
Tabi 17 Şubat Ankara saldırısı terörün vahşi ve çirkin yüzünü bir kez daha göstermiştir. Fakat saldırıdan sonra terör eylemini savunanlar, onların taziyelerine gidenler, o teröristten bir kahraman çıkartamaya çalışanlar da aynı şeklide kendi alçak, hain, çirkin yüzlerini göstermişlerdir. Hele hele siyaseti buna alet ederek ya da benzer kavramların arkasına sığınarak terörü estetize etmek, romantize etmek dünyanın hiçbir ülkesinde kabul edilebilir bir şey değildir.
Bakın, Ankara saldırısında bizim 28, daha sonra bir vatandaşımız vefat etti, 60’ın üzerinde de yaralı insanımız var. Şimdi bu saldırıyı yapan terör örgütü mensubuyla, bu canlı bombayla Suriye’de ya da Irak’ta veya dünyanın başka bir yerinde kafa kesen, toplu intihar saldırısı yapan, araçlı bombalı saldırılar yapanlar arasında ne fark var? Şimdi siz bunlar arasında böyle bir ayrım ve hiyerarşi kurmaya çalıştığınız zaman bir kere dürüst davranmamış olursunuz, tutarlı davranmamış olursunuz. Siyaseti ve medyayı ve benzer kavramları terörü meşrulaştırmak, şirin göstermek için kullananlar ne demokrasiye, ne bu millete ve vatana, ne de evrensel değerlere bağlı olmadıklarını açık bir şekilde ifade etmektedirler.
"TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI YAPIYORLAR"
Bu noktada terörle mücadele noktasında Türkiye Cumhuriyeti’ne, hassaten de Sayın Cumhurbaşkanımıza saldıranlar ister siyasetçi olsun, ister gazete yorumcusu olsun, ister raportör olsun, ister falanca gazetenin başyazarı olsun neticeyi değiştirmez. Bunlar açıkça terör örgütünün propagandası yapmaktadır. Avrupa’da veya başka yerlerde benzer saldırılar olduğunda Türkiye nasıl açık, net bir tavır almış ve terörü lanetmiş ve bunu somut adımlarla göstermişse, aynı tavrı Türkiye’nin de müttefik ülkelerden, dost ülkelerden ve farklı çevrelerden beklemesi gayet doğaldır. Bu noktada terörle mücadelenin öncelikli amacı, kamu düzenini kurmak, ülkemizin birlik ve beraberliğini sağlamaktır.
Bunu ‘Kürtlerle mücadele, Kürtleri ortadan kaldırma, kazanımlarından rahatsız olma’ gibi lanse etmeye çalışanlar, sadece ve sadece terör örgütünün propagandasını yapmaktadırlar. Birileri Türk hükûmetini beğenmeyebilir, Cumhurbaşkanımızı beğenmeyebilir; ama bu asla ve asla terör örgütlerini desteklemeyi, onlara arka çıkmayı meşrulaştırmaz. Bu hususun açık, net bir şekilde artık görülmesi gerekmektedir. Türkiye bir hukuk devletidir ve terörle mücadelede özgürlük, demokrasi, hukuk ve güvenlik dengesini de en iyi şekilde kurmanın gayreti içerisindedir, bunun dışındaki teşebbüslere elbette müsaade edilmeyecektir.