Güncelleme Tarihi:
İnsanlar beni mutlu etti, insan beni can evimden vurdu, insanlar bana acı çektirdi. İnsanlar beni insanlığımdan utandırdı. İnsanlar bana yaşama sevincini, ağız dolusu gülmeyi, dostluğu, sevgiyi, sevginin kutsal olduğunu öğretti. Karamsar bir insan olmam gerekti, Torosların Çukurova'nın doğası, insanları beni yaşama sevinciyle doldurdu. İstanbul'un ağır kurşun geçirmez havası bile yaşam sevincimi elimden alamadı. Onun için yaşamın, yaşam sevincinin karamsarlığın değil, aydınlığın türkücüsü oldum.
Yerellik ve evrensellik konusunda en çok tartışılan isimlerden birisiniz. Sürekli Çukurova'yı anlattığınızı söylüyorsunuz.. Kitaplarınız bir çok dile çevrildi, yurt dışında en çok satan yazarlardan birisiniz. Yerelden evrensele giden yolun sırrı nedir?
- Her zaman yazarım söylerim, dilime pelesenk ettim. İnsan bir coğrafyada doğar, o coğrafya o insana damgasını vurur. Ama insanın her yönüne. Doğduğu toprağın bir kültür birikimi vardır, tortusu diyeceğim ama değil, birikintisi diyebilir miyim, bilmiyorum. Buna bir ad bulmaya çalışıyorum. Bu insan bir tarihten, bir dinden, bir kültürden gelir. Bütün bunlar ona damgasını vurur. Yöre kültürler de o kültürü besler. Yöre kültürler de o insana o insanlara damgasını vurur. Bütün bunlar doğal insanı oluşturur. Kişiliğin tam oluşması için bir insana bütün saydığım nitelikler de yeterli değildir. Bir de bütün insanlığın kabul etmek zorunda kaldığı insanlık kültürü var. Bu kültürü özümsemeyenler de tam bir yaratıcı kültüre erişemezler. Eski Mısır'ı, Mezopotamya'yı, eski Yunan'ı, Rönesansı çağımızı özümsemeyenler de yaratıcı bir kişiliğe kavuşamazlar. Bütün bu saydıklarımı özümsemeyenler, yaratıcılıktan uzak kalırlar. Korkum şu ki, günümüzde insanlık çok yalnız kaldı. Ne doğayı özümseyebiliyor, ne de insanlık kültürlerini. Bugünkü teknolojik gelişme dilleri kültürleri kalıplaştırıyor. Binlerce kültürlü, şimdiye kadar yaratıcı olmuş dünyamızı zenginleştireceği yerde sürü kültürüne indirgeme çabasında. Şuna inanıyorum ki insanlık tükenmenin, yaratıcılığını körleştirmenin önüne geçmenin bir yolunu bulacak, birbirini besleyen, zenginleştiren, aşılayan kültürlerine yeniden kavuşacak, bugünkü teknolojinin gücü yüzünden de eski sağlam yaratıcılığını da aşarak mutlu, görkemli bir dünya kuracaktır.
Yerelden evrenselliğe, bu sözlerin anlamını ben de kullandığım halde çok yerine oturtabilmiş değilim. Bir insan gökten düşmez, yukarda dediğim gibi onun kişiliği doğumundan ölümüne kadar gelişir. Yıllarca öne New York'ta bir konferansımda bir gazeteci bana sordu, siz hep sonuna kadar Çukurova'yı yazacaksınız dedi. Şöyle bir karşılık verdim: ‘‘Yalnız ben yazmıyorum Çukurova'yı. Çukurova benim doğduğum toprak olduğu gibi benim düşlerimin de ülkesidir. Yani romanlarımın da ülkesidir. Çukurova'yı Tolstoy da Dostoyevski'de Çehov'da, Stendhal'da, Balzac'da, Kafka' da, Joyce'da yazdı. Benim olduğu gibi herkesin de düş ülkesi yaşamı ve Çukurova'sı vardır. Bir de benim başka bir ülkem var, o da İstanbul'dur. Kırk yıldan fazladır ki İstanbul'u, İstanbul'un denizini yaşıyorum.
Çukorava'sız bir yazarın olabileceğini hiç sanmıyorum. Yerelden evrensele bu olsa gerek. Evrensele ulaşmak yalnız bu anlattıklarım da olmasa gerek. Daha bir çok öge evrensele varmayı gerektirmez mi? Cervantes'in yaşamına bakarsak, Don Kişot'u ancak öyle bir yaşamın yazaranın yazabildiğini anlayabiliriz.
Dilin özelliği romanın biçimini ve içeriğini belirler. Siz bu bağlantıyı nasıl yorumluyor sunuz?
- Dilin özelliği benim için çok önemlidir. Dil yaşamdan daha güçlüdür. Bir roman ustasının ilk işi bir roman dili yaratmasıdır. Roman dili yani kendine has bir roman dili yaratamayan bir romancının, bir roman dili yaratmadan bir roman biçimi, dahası bir roman içeriği yaratabilmesi bana göre müşkül bir haldir. Dilin özelliği romanın biçimini dahası da içeriğini yaratabilir. 19. Yüzyıl Rus romanının biçim ve içerik yeniliğini büyük Batı romanına karşı onlardan çok az etkilenerek Rus bozkırı, halk dili, destan, masal, türkü dili yaratmamış mıdır? Dilini iyi bilen bir yazarın onu kaynak yapan bir yazarın bütün etkileri aşarak yeni bir roman, şiir dili yarattığı gerçektir. Bizde de buna en büyük örnek Nazım Hikmet'tir. Nazım'ın eşsiz şiir diline biçimine halk dilinin, anlatımının kaynaklık ettiği çok belirgindir. Nazım kimileri gibi halk dilini, halk anlatımını taklit etmemiş onu sadece özümsemiştir. Nazım gibi büyük yetenekler kendi yollarını bilinçle kendileri çizer, kaynaklarını kendilerini yaratırlar.
Yaşam cömert davrandı
İtalya'daki ödül konuşmanızda ‘‘yazarlığımda yaşam bana çok cömert davrandı’’ diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
- İtalya'daki ödül konuşmamın sonunu şöyle bitirmiştim: ‘‘yaşam bana çok cömert davrandı’’ demiştim. Gerçekten de cömert davrandı. Ben bu cömertliğe layık olabildim mi, gerçekten şüpheliyim. Zengin, cömert bir insanın oğlu olarak verimli, cömert, doğası görkemli Çukurova'da doğdum. Babamı gözümün önünde Çukurova camiinde namaz kılarken vurdular. Beş yaşından on iki yaşına kadar kekeme oldum. Babamın sağlığında bir gözüm kazaya uğradı. Çok çok acılar çektim. Pamuk tarlalarında ırgatlık, batoslarda ırgatlık, tabelacılık, öğretmen vekilliği, Ramazanoğlu kitaplığında odacılık, pirinç tarlalarında su bekçiliği, traktör şöförlüğü, arzuhalcilik, gazetecilik. Doğayla, insanla içli dışlı yaşadım. Hapishane gördüm, işkenceden işkence beğen, ayaklarımı parçaladılar. İnsanlar beni mutlu etti, insan beni can evimden vurdu, insanlar bana acı çektirdi. İnsanlar beni insanlığımdan utandırdı. İnsanlar bana yaşama sevincini, ağız dolusu gülmeyi, dostluğu, sevgiyi, sevginin kutsal olduğunu öğretti. Karamsar bir insan olmam gerekti, Torosların Çukurova'nın doğası, insanları beni yaşama sevinciyle doldurdu. İstanbul'un ağır kurşun geçirmez havası bile yaşam sevincimi elimden alamadı. Onun için yaşamın, yaşam sevincinin karamsarlığın değil, aydınlığın türkücüsü oldum. Eğer yaşam bana bu kadar cömert davranmasaydı, karamsarlığı ve iyimserliği yüreğimin köküne kadar yaşamasaydım aydındılığın türkücüsü olamazdım. Bütün epopelerin dediği gibi ‘‘bir karanlıktan geliyor başka bir karanlığa düşüyoruz. ‘‘Bu büyük bir acı, bu acıyı insanlığın omuzları taşıyamaz. Ama insanlığın büyük sevinç gümbürtüsünü de yüreğimin kökünde duydum iyi ki bu görkemli dünyaya geldim, iyi ki bu güzelim dünyayı ölüme karşın yaşadık, gördük ya’’ diye.
İşte yaşam bana bu sevinci, dünyaya haykıracak kadar cömert davrandı.
Zaman zaman yapılan tartışmalarda öne çıkan bir soru vardır: Roman bitiyor mu? Sizin bu konudaki yorumunuz nedir?
- Bak Doğan kardeş. Roman hiç bir zaman ölmez. İnsanoğlu kendi macerasını her zaman ya şu ya bu biçimde anlatmak zorunda olmuştur. Bir takım anlatım biçimleri ortaya çıktı, sinema gibi. Daha da kimbilir neler çıkacak? Ama hiç biri romanın yerini tutamaz. Roman sözle yazılır. Söz insanın kanındadır. İnsanı insan yapan, insan yaratıcılığını sağlayan en büyük öge de sözdür. Söz insandır diyen de var. Roman sanatlar içinde en talihli sanattır. Hiç bir sanat romanın özelliğinden dolayı, ne kadar biçim anlatım biçimleri yaratırsak yaratalım romanın yerini hiç biri tutamaz. Çünkü roman, bir tek sanat türüdür ki okuyucuya yaratma olanağı verir. Roman gerçek bir romansa okuyucu o romanda kendini buluyorsa, kendine göre mutlaka yaratacaktır.
Roman sanatı neden eskimez.
- Beş milyar insan varsa dünyada beş milyar da dil vardır. Her insan kendi dilini yaratmıştır. Başka bir çare de yok. Şöyle ki ben roman okuyorum. Orada bir zeytin ağacı geçiyor. Bizim bir zeytin ağacımız vardı, Kadirlideki evde. O ağaç ben o romanı okurken benim altında ilk hikayelerimi yazdığım zeytin ağacı oluveriyor. Diyelim ki bir ova geçiyor romanda, hemen o ova benim Çukurova'mı çağrıştırıveriyor.