Güncelleme Tarihi:
Ekber’inciddiyet ve dirayetle neşter vurduğu yaralardan biri de İslam’ı temsil mevkiinde olanların bu dini temsil değil, perişan ettikleri merkezinde idi.
Atatürk’ün bu konudaki fikri de aynen bu idi.
Ekber, tıpkı Büyük Atatürk gibi, İslam tarihinin dram noktalarından birine parmak basarak şöyle diyordu:
“Pek çok kişiyi zorla dinimize soktuk ve bu işi Müslümanlığa hizmet sandık. Ama meselenin esasını öğrenince çok üzüldük. Kendimiz Müslüman olmadan başkasını ona tâbi kılmak saygın bir iş değildi. Zorla gasp edilen bir vicdan dindar olmaz.” (Bayur, aynı makale)
Ölüme götürülmek üzere zehirlendiğinde son isteği sorulan İmamı Âzam da bu fikrin ürünü olan şu vasiyeti yapmıştı:
“Beni, gasp edilmemiş bir toprağa defnedin!”
Çünkü Büyük İmam, Emevî ve Abbasî halifelerinin ‘cihat’ adı altında açtıkları savaşlarla elde edilen toprakların ‘gasp edilmiş topraklar’ olduğu kanısındaydı.
Bu fikri, Arap-Emevî zorbalığına karşı fıkıh diliyle ilk ifade eden İmamı Âzam’dır. İfade ne demek, İmamı Âzam Hazretleri, bu fikir uğrunda hayatını vermiştir.
Ekber, “Allah, aklını işletmeyenlerin üstüne pislik indirir” (Yûnus, 100) diyen bir kitabın mü’mini olarak, geleneksel ulemanın din adı altında akla pranga vurmalarından da çok şikâyetçiydi.
Tıpkı İmamı Âzam gibi, tıpkı Mustafa Kemal gibi…
Akla uzak kalmak Müslüman kitleyi, ecdadı taklit batağına itmiştir. Ekber, tam bu noktada, yirminci yüz yılın en büyük İslam düşünürü olan Muhammed İkbal’in (ölm. 1938) bir şiirinde aynen kullanılan şu sözü söylemektedir:
“Eğer taklit iyi bir şey olsaydı peygamberler kendi babalarına uyarlardı.” (Bayur, aynı makale)
Ekber’in İmamı Âzam ve Atatürk’le kader benzerliklerinden biri de şudur:
Ekber, insancı ve evrensel tavırlarıyla hoşgörülü davrandığı gayrimüslimlerce İslam’dan çıkmış gösterilirken, Müslüman din uleması tarafından da gayrimüslimlere hoşgörüsü sebebiyle ‘kâfir’ ilan edilmiştir.
Tıpkı İmamı Âzam gibi, tıpkı Mustafa Kemal gibi…
Türk-İslam hümanizminin güçlü öncülerinden biri olan Ekber Şah’ın, ‘Sulh-i Küll’ nazariyesiyle dünyaya barış mesajları verip bu mesajın gereğini kendi ülkesinde yaptığı o zamanda (16. yüzyıl) Batı’nın durumu korkunç bir zulüm ve kaos manzarası arz ediyordu. Rahmetli Hikmet Bayur durumu şu satırlarla özetliyor:
“Ekber’in zamanında İngiltere Kralı Sekizinci Henri, kendi kurduğu inanç dışındaki herkesi idam ettiriyordu. Katolikler hain diye asılır veya kesilir, Protestanlar dinden çıkmış diye diri yakılırlardı.Onbeş yıl içinde elli bin kişi mahkûm olmuştur. İspanya’da İkinci Filip bir tek Protestan kalmayıncaya kadar hepsini diri diri yaktırdı. Aynı kral, Felemenk’te üç ayda, yaktırmak ve kestirmek suretiyle bin sekiz yüz protestanı idam ettirdi.1573’te, İspanya ordusunun kuşattığı Harlem kenti açlıktan teslim olunca kentteki on beş bin kişi kılıçtan geçirildi. Aynı kralın aynı ordusu Fransa’nın Dullans kentinde silah çekmeden teslim olan dört bin protestanı öldürmüştür.”
“Fransa’da ise Kral 9. Şarl’ın Sen Bartölmi katliamı sırasında verdiği talimat şudur: ‘Öldürün ama hepsini öldürün ki sonradan bunu yüzüme vuracak kimse kalmasın.’ Bu katliamda sekiz bin protestan öldürüldü.”
“İşte, Ekber böyle bir âlem içinde ‘Sulh-i Küll’ siyasetini ortaya atmış, bunun nazariyesini yapmış ve onu o günkü Avrupa’ya yakın büyüklükte bir imparatorluk içinde tatbik etmiştir.” (Bayur, aynı makale)
Sorun teolojik eksende çözülmedikçe, Müslümanın en büyük ayak bağı, en büyük engeli, en büyük düşmanı bizzat kendisinin yaşadığı, savunduğu, yücelttiği din olacaktır. Bu mesele çözülmeden Müslüman dünyanın hiçbir meselesi çözülemez.
Kur’an bir ‘salah’ (barış, esenlik) dini getirmiştir; Müslüman dünyanın yaşadığı ise bir ‘fesat’ dinidir. Bunun içindir ki İslam dünyasının kurtuluşu, fesat dininden salah dinine, fesat teolojisinden salah teolojisine, kısacası örf dininden Kur’an’ın dinine geçmekle mümkündür.
Bunun bir anlamı da tabulara teslimiyetten işletilen akla geçmektir.
Teololjik fesadın nelere mal olduğuna güzel bir örneği, Bernard Lewis veriyor:
“Kâfirlere karşı kutsal cihatta İslam’ın işine yaradığı için ateşli silahların kabulü mümkün oldu; matbaa ve saat kuleleri ise böyle bir amaca yaramadığı ve İslamlığın toplumsal dokusunu bozabileceği için kabul edilemedi. Busbecq’in tasvir ettiği zihinsel tutum birçok örneklerle kanıtlanmıştır.”
“Bir sultan, ele geçirilen bir Venedik kadırgasının yapımını ve donatımını örnek almayı arzu ettiği ve kâfir tarzının bu taklidine karşı bazı itiraz sesleri yükseldiği zaman, ulema, kâfirlerden onlara karşı yeni savaş yöntemlerini öğrenmenin kutsal cihat uğruna caiz olduğuna fetva verdi. Fakat, İspanya’dan gelen Yahudi mülteciler Türkiye’de basımevi kurmak için İkinci Bayazıt’tan izin istedikleri zaman, Türkçe ve Arapça hiçbir kitap basmamak ve sadece İbranice ve Avrupa dillerine münhasır olmak şartıyla razı oldu.” (Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 42-43)
Peş peşe üç yazıyla “İslam dünyasında temel sorun teolojik” derken neyi kastettiğimiz, sanıyorum biraz olsun anlaşılmıştır.