Güncelleme Tarihi:
13 asır sürmüş bir süreçtir bu.
Atatürk’ün yaratıcı gayretiyle ümit verici bir sonuca ulaşan bu süreç, onun mirası tahrip edildikten sonra yeniden başlamış bulunuyor.
Bütün İslam dünyasında ve o arada Türkiye’de. ‘Ilımlı İslam’ dedikleri işbirlikçi melanet dini ve onun ‘eşbaşkanlık iktidarı’ bu sürecin yeniden başlatıldığının en şaşmaz kanıtı.
Hayatî gerçeği görelim: Aksi takdirde, daha nice Gazze vahşetlerinin acısıyla kahroluruz.
Tek Gazze ile de bırakmazlar; bir Gazze birkaç Gazze olur.
Bakın, şunu görmemiz lazım:
Beniisrail, yaklaşık dört bin yıl ıstırap çektikten sonra gereken dehaya ulaştı. Şimdi, 20 milyon Yahudi dünyayı idare ediyor. Acı çektirerek ve fesada boğarak idare ediyor.
Ama ediyor.
Madeninizi değerli kılmak için ıstırap çekmekten başka çareniz yoktur. O madeni nasıl ve ne için kullanacağınız ayrı bir meseledir. Bunu anlamadığınız veya anlayıp da gereğini yapmadığınız sürece sürünmeye mahkûmsunuz.
Hayat, kabadayılığa çok uzun süre prim vermez. Verdiği prim için ödettiği fatura da çok kahırlı ve acıdır.
İslam dünyası denen kitleler, özellikle Türk-İslam dünyası denen kitle, oldukça uzun bir süreişi kabadayılıkla götürdü.
İslam tarihinde kabadayılıktan prim devşirerek saltanat sahibi olmayan iki dahi lider tanıyorum: Yaratıcı deha olarak İmamı Âzam, teşkilatçı deha olarak Mustafa Kemal Atatürk.
İslam dünyasında kabadayılığın işe yaramayacağını anlayıp yaratıcı çile dönemini açan ilk eylemci lider Atatürk’tür.
Onun reçetesi, çileye, durmadan yürümeye, yaratmaya bağlı bir reçetedir.
Mustafa Kemal’in reçetesini ne onu istismar eden bazı ‘sözde Atatürkçü’ ufuksuzlar anladı ne de ona sövmeyi din zanneden dinci ruhsuzlar…
Onun reçetesi, ayaklarını uzatarak yatıp afra tafra satmaya değil, ıstıraba dayalı olduğu için, ayaklarını uzatıp yan yatmaya alışmış İslam dünyası Atatürk’ten rahatsız oldu. Ne var ki, rahatsızlığının gerçek sebebini mertçe söylemek yerine, her zamanki gibi dinin kredilerini kullanarak gerçek yüzünü maskelemeyi tercih etti:
Başka bir deyişle, acı reçeteyi uygulamaya koymamasını Atatürk’ü din dışı ilan ederek bir bahaneye bağladı.
Sonuç ortada: Para var, nüfus var ama adam ve nüfuz yok. Yani sürünmek mukadder…
EKBER ŞAH’IN ÖNEMLİ AMA BAŞARISIZ DENEMESİ
İman, düşünce ve gayretine dünkü yazımızda birkaç cümleyle değindiğimiz Müslüman-Türk hükümdarı Ekber Şah, fikirleri, özlemleri ve gayretleriyle Atatürk’ün ruh ikizi gibi duruyor. Farkları, Ekber’in sadece iyi bir devlet adamı ve kaliteli bir aydın olmasına karşın Atatürk’ün yaratıcı ve teşkilatçı dehaları benliğinde toplamış bir hilkat harikası olmasıydı.
Bu iki dehayı benliğinde toplayan ruhları devreye sokma konusunda tarih asla cömert davranmamıştır. Birkaç yüz yılda bir rastladığımız bir cömertliktir bu.
Tekrar Ekber’e dönelim:
Ekber, yaşadığı büyük tecrübelerle, din ulemasının dini ve toplumu çürüten temel tahrip unsuru olduğunu gördü. Ve gördüğünü, başta ulema kadrosu olmak üzere herkese söyledi.
Ekber’in ikinci önemli işi din ulemasını devlet işlerinden el çektirmek oldu. Onun bu icraatı adı konmamış bir laiklik denemesi gibidir.
Ekber, ulemanın devlet ve yönetime el atarak talan ve çıkarlarına dini âlet ettiklerini ve bu çıkarları korumak için yapamayacakları kötülük olmadığını görmüştü. Allah’ı araç yapan bu kötülüğü durdurmak için din ile devletin ve din adamlarıyla devlet adamlarının ayrılmasının kaçınılmaz olduğunu anlamıştı.
Ekber, ulema denen düzenbazlar zümresinin oynadığı oyunları yakın takibe almıştır. Mesela, devrin en ünlü ulema ve mollalarından Mahdûmül Mülk Mevlâna Abdullah Sultan Puri, zengin bir adam olmasına rağmen, zekât vermemek için her yıl sonuna doğru malını-mülkünü karısının üstüne devreder, birkaç hafta sonra tekrar kendi üstüne alırdı. Böylece zekât için aranan ‘malın üstünden bir yıl geçmiş olma’ şartı asla tahakkuk etmez ve zekât da gerekli hale gelmezdi.
Molla Sultan Puri, aynı şeytanî oyunu kullanarak kendisini zenginler arasında görmemiş ve Hacc’a da gitmemiştir.
Ekber bütün bunları değerlendirerek şu hükme vardı:
“Allah’a tapmak iddiasındakilerin büyük çoğunluğu kendi çıkarlarına tapıyorlar.” (Hikmet Bayur, Bir İnkılap Teşebbüsü: Ekber Gurkan, Belleten, 1938, sayı: 5-6)
Tabiî ki bu icraatın faturası çok ağır olmuştur. Özellikle din adına alınan cizyeyi, Hindulara konan bazı vergileri kaldırması dinci çevreleri âdeta kudurtmuştur. Ekber, devletin, eşitliği bozan bu vergilerle değil, çalışmak ve üretmek suretiyle zenginleşmesi gerektiğini ifade ediyordu.
Ekber, yine kendisinin kullandığı bir tâbirle, ‘tağallüb-i mütegallibân: Zorbaların tasallutu’ olmasın istiyordu.
Tasavvuf ağırlıklı bir İslam anlayışına sahip olan Ekber’in insancıl, toleranslı, kucaklayıcı, evrenselliği öne çıkaran din anlayışı, menfaatleri baltalanan ulema tarafından İslam’dan çıkma ve dinsizlik olarak damgalandı ve aleyhine yoğun bir propaganda başlatıldı.
Tıpkı İmamı Âzam’a, tıpkı Atatürk’e yapıldığı gibi.
Ekber, İslam tarihinin büyük sûfî düşünürlerinin hemen hepsinde (özellikle İbn Arabî, Hacı Bektaş, Mevlâna ve Yunus’ta) görebileceğimiz şu anlayışı öne çıkarmış ve bir büyük devlet adamı sıfatıyla bunun uygulamasına geçmiştir:
“Bizim bütün insaniyete yardım ve dostluk göstermekten başka maksadımız yoktur.” (Bayur, aynı makale)
Ekber’in sosyal alandaki icraatı da ulemayı çok rahatsız etmiştir. Mesela o, ulemanın şiddetle karşı çıktığı şu işi yapmıştır:
Evlenme yaşını kızlarda 14, erkeklerde 16 olarak kayıtlamış, nikâh anında damat ve gelinin bizzat ortada olmalarını şart koşmuş, kadınlara da boşama hakkı tanımıştır.
Fıkıh tarihinde bu fikrin öncüsü İmamı Âzam’dır ki, zındıklıkla itham edilişinin sebeplerinden biri de bu fikridir.
Fikri tam anlamıyla hayata geçirmek ise Mustafa Kemal’e nasip olmuştur.