Güncelleme Tarihi:
1- Sene 1955… Ankara’dayız. Tam tarih 3 Ekim Pazartesi, saat gece 03.00… Memur Hayati Bey ile öğretmen Rabia Hanım ilk çocuklarına kavuşmak üzere hastanedeler. Bekleyiş sonunda müjde geliyor; biz kız çocuğu. Hayati Bey ‘Kızım oldu!’ diye sevinçten hastane koridorunda Ankara zeybeği oynuyor. Bugün Türkiye’nin en çok satan ve tanınan yazarlarından Buket Uzuner işte hayata böyle neşeli bir ortamda geliyor. Uzuner, “Annem bu olayı öyle heyecanla ve çok anlattı ki, ben babamdan öğrendiğim ‘kostak kostak’ misketi hem çok severim hem de sanki dünyaya gözümü açtığımda babamın benim için dans ettiğini görmüş gibi o anı hatırlarım. Türkiye’de ilk çocuk olarak doğan kızına sevinçten oynayan bir kız olmak, çok kutlu bir başlangıçtır’ diye başlıyor anlatmaya…
UMAY NİNELER SÜLALESİ
Baba Hayati Bey Ankaralı. Annesinin kökenindeyse büyük dede olarak Erzincanlı Mevlevî şair ve bilgin İbrahim Hakkı var. Rabia Hanım, sanata, edebiyata, tabiata ve bilime saygılı bir gelenekten gelen evrene, canlılara sevgi dolu bir kadınlar sülalesinden geliyor. Uzuner devam ediyor: “Onun için ‘Tabiat Dörtlemesi’ romanlarımda geçen ‘Umay Nineler sülalesindendir’ diyebilirim. Annem liseyi Çamlıca Kız Lisesi’nde parasız-yatılı okumuş. Sonra Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde arkeoloji bölümünde efsanevî Ekrem Akurgal’ın öğrencisi oluyor. Okumaya çok meraklı fakat hiç parası yok. Eğitimini sürdürebilmek için iş ararken bir memuriyet sınavında Ankaralı babama da böyle rastlıyor. Birbirlerine yazdıkları aşk mektuplarını, siyah-beyaz fotoğraf arkalarını okumak beni hep mutlu etmiştir. Sonrasında Ankara’ya hiç ısınamayan bir ‘İstanbullu gelin’ oluyor.”
‘KIZIM YAPIYORSA DOĞRUDUR’
Aileye üç yıl üç ay sonra bir de erkek kardeş, Salih ekleniyor. Uzuner, devam ediyor: “Babamla tam baba-kız aşkı yaşadık, elimi tutup, bana Zeki Müren’in ‘Bülbül âşıkmış güle’ şarkısını ninni olarak söylerdi. Beni hep ‘akıllı kızım’ diye sever, değer verir, fikrimi alırdı. Ben orta halli, her istediğini alamayan ama kadınların da aklına saygı duyulduğu bir evde büyüdüm. Ergenliğe girdiğimde babam aşırı korumacı davranmaya başladı. Çok şükür ki üniversitede babamın kızına olan sevgisi, geleneklerin baskısını aştı. ‘Kızım yapıyorsa doğrudur’ diye kocaman kahkahalar atardı.”
2- TAM BİR ‘İNEK’ SAYILMAZDIM
Anne Rabia Hanım, iki çocuğunun da sanat ve bilime ilgili olması için emek veriyor. Daha ilkokula başlamadan onları Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne götürüyor. Tarihi ören yerlerine geziler düzenliyor. Uzuner, “Hititleri, Selçuklu Prensesi Gevher Nesibe Sultan’ı ve sonra romanlarıma konu olan birçok kültürel bilgiyi taa o zaman işlemiş bana...” diyor. Eğitime Sakalar İlkokulu’nda başlıyor. Anafartalar Kız Lisesi’nde devam ediyor. Bu yılları şöyle anlatıyor: “Fen bölümdeydim ama kompozisyon ve edebiyatta da çok meraklıydım. Tam anlamıyla ‘inek’ öğrenci sayılmazdım. Yaramaz ve dik başlıydım. Öğretmenlerle hiç korkmadan çatışırdım. Dolayısıyla Defne Kaman’ın ilkokul anılarıyla benimkiler -nedense -hayli benzer...”
3- BİLİME HAYRANIM
Onun büyülendiği şeyse lisedeki biyoloji kitabında gördüğü bir DNA çift sarmal modeli oluyor: “Hayatın sırrının hücrenin içindeki bu molekülde yattığını anlayınca büyülenmiş, DNA’ya âdeta âşık olmuştum. Moleküler biyoloji böyle girdi hayatıma. Fakat bilime duyduğum ilgi aslında yine annemin bize çocukken iki önemli kadın hakkında büyük hayranlıkla anlattıklarına kadar geriye gider. Bu iki kadın; Madam Curie ve Halide Edip Adıvar’dır. Bir ‘Cumhuriyet Kızı’ olan annem, kendisi doğmadan önce Halide Edip’in Sultanahmet Mitingi’nde milletinin özgürlüğü için zulme karşı yaptığı birleştirici söylevini sanki kendisi bizzat oradaymış gibi coşkuyla anlatırdı. Annem doğuştan bir hikâyeciydi ve lisede edebiyat bölümünde okumuştu. Madam Curie’ye de hayrandı. Curie’nin kadınları küçümseyenlere inat iki bilim Nobeli alan tek bilimci olduğunu sanki o kendi annesiymiş gibi gururla söylerdi. Çünkü annem için ırk, kültür değil insanlık önemliydi ve insanlığın bilim yoluyla geleceği kuracağını anlamıştı.”
BİTMEYEN ENERJİ ‘KIZ NEŞESİ’
Hayata neşeli ortamda gelen Uzuner bize bir de ‘Kız Neşesi’ kavramından bahsediyor: “Kadınlar, kendilerine yasaklanmış her alanda büyük başarılar elde ediyorlar. Kadınların, kendilerine binlerce yıldır uygulanan tüm baskılara rağmen zihinlerinde hiç sönmeyen ateş, tabiatın onlara verdiği ‘her koşulda hayatı yeniden kurma enerjisi’ var ki, ben buna ‘Kız Neşesi’ diyorum. 30 yıldır Türkiye’nin hemen her şehrini geziyorum. Yeni fikirlere açık, öğrenme merakı olanların, sanata, edebiyata zaman bulmak için koşturanların büyük çoğunluğu her yaştan kadınlar, hep kadınlar…”
ÇOK ÖZLÜYORUM...
“Attilâ İlhan bana ‘Senin hayatın mutlaka yazılmalı çocuğum’ demişti… Beni 18 yaşımdan, bu sözü söylediği 36 yaşıma kadar bizzat tanımıştı; aile yapımı, düşüncelerimi, hayallerimi iyi bilmesi, yurtdışı üniversite hayatım hakkımda Norveç, Amerika, Finlandiya ve Afrika’dan yazdığım mektuplar nedeniyle haberdar olması… Yakın bir dost, bir ağabey, baba gibi yakınımdı… Onu çok özlüyorum.”
4- DÜĞÜNDE PASTA KESMEK YERİNE DÜNYAYI DOLAŞTIM
1972’de Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü’ne girdi. Ardından Norveç’teki Bergen Üniversitesi ve Amerika’daki Michigan Üniversitesi’nde biyoloji ve çevrebilim eğitimi aldı. Finlandiya’daki Tampere Teknik Üniversitesi ve ODTÜ’de araştırmacı olarak çalıştı, ders anlattı. Diyor ki: “Çocukken astronot olmak isterdim. Bu merak hem benim Tenten sevgim hem de elinde atlasla kardeşimle bana sık sık dünyadaki diğer ülkeleri, okyanusları anlatan, seyahatin, maceraların güzelliklerinden bahseden, Jules Verne okuyan annemin zihnime ektiği tohumlar yüzünden olabilir. Dünyayı gezmek, gençken tek başıma farklı kültürleri keşfetmek heyecanı, benim için gelin olup, düğünde pasta kesmek hayalinden daha önemli oldu. 22 yaşında cebinde bursu dışında hiç parası, güvencesi olmadan, internetsiz, cep telefonsuz bir dünyada yollara düşmeye cesaret eden bir kız oldum.”
5- USTAM ATTİLÂ İLHAN
Peki edebiyata tam zamanlı geçişi nasıl olmuştu? Şöyle anlatıyor: “Lise son sınıfta kompozisyonlarım derece alıyor, okul ve yerel gazetelerde yayımlanıyordu. Üniversitede el yazısıyla yazdığım öyküleri bir dosyaya koyup, Attilâ İlhan’ın editörlük yaptığı Bilgi Yayınevi’ne okuması ricasıyla bıraktım. Sonraki beş yıl evden ve okuldan çok o editör odasında Türkiye’nin en önemli yazarlarıyla tanışacağım ve bütün edebî, felsefî sorularımı sorabileceğim bir bilge, görgülü ve esprili bir öğretmen-usta bulmuştum kendime. Benim için bilimle edebiyat birbirini besledi. Biyoloji okurken de öyküler yazıyordum. Çoğu reddediliyor, bazıları Varlık, Yarın, Oluşum, Türk Dili gibi dergilerde yayımlanıyordu. Geceleri öykü yazıyor, gündüz okula gidiyordum. İnsan otuzlarına doğru anlıyor ki, ancak bir işe adandığında onda derinleşebilmek olasılığı beliriyor.”
KİMSENİN ADAMI/KADINI OLMADIM
“Yaramazlıklarım ve asla körü körüne itaatkâr olmayışım nedeniyle bazı öğretmenlerin gıcık olduğu bir öğrenci tipiydim. Edebiyat dünyasında da aynı tutumum söz konusudur. Birbirini kollayan hiçbir siyasi veya edebî grubun içine hapsolmadım. Edebiyatta hâlâ yalnız ve kimsenin adamı/kadını olmayışım bu yüzdendir, bedellerini hâlâ öderim fakat çok da eğlendiğimi gizlemeyeceğim.
- VAZGEÇMEYEN, SIZLANMAYAN YAZARLAR
Bir jenerasyon Uzuner’in 1990’larda ‘İki Yeşil Susamuru’, ‘Balık İzlerinin Sesi’ ve ‘ Kumral Ada Mavi Tuna’ romanlarını okuyarak yetişti. Buket Hanım bu romanların bugün Z kuşağı tarafından da ilgiyle okunduğunu söylüyor. Nedir bunun sırrı? Kendinden örnek vererek yanıtlıyor: “Çok sevdiğim kadın yazarlar Sevgi Soysal, Doris Lessing ve Margaret Atwood beni ilk gençliğimde çok etkilemişti. Biz kendimize benzer meseleleri olan ve bunları anlatmak, açıklamak cesareti, samimiyeti, sahiciliği olan, bunu da ince ince işleyerek, toplumdaki her engele karşı yazmaya devam eden, vazgeçmeyen, sızlanmayan yazarları seviyoruz. Bizim sesimiz oldukları için onlara şükran duyuyoruz. Bu benim için böyledir. Bilmem sizin için nasıl?”
- TABİATA EFENDİ DEĞİLİZ
Uzuner, “Bilimle ilişkim artık bir amatör olarak daha çok bilim yayınlarını takip etmek, bazı konferansları izlemek düzeyinde. Romanlarımda mutlaka bilimci birkaç karakter vardır” diyor. Peki yazar Buket Uzuner, iklim kriziyle ilgili ne düşünüyor? Yanıtı: “Bir zamanlar tüm insanlık tabiata saygılıydı çünkü onun sadece bir parçası olduğunu biliyordu. Sonra insanlık kendisini efendi ilan etti ve tabiatı tüm canlılara kıyarak, parçalayarak sömürmeye başladı. Uygarlık tarihi dediğimiz şey yıkım, savaş ve kıyımlarla dolu. En büyük kıyımı da insan dışı canlılara, yani tabiata yaptık. Şimdi tabiat bitiyor ve biz o olmadan yaşamayız. Geldik mi başa? Neymiş? Biz tabiata efendi değilmişiz.” Ekolog Buket Uzuner’in bu sorunla ilgili çözüm önerileriyse şöyle: “Olabildiğince sade yaşamaya başlasak, ihtiyacımız olmayan şeyleri tüketmesek zihnimiz, bedenimiz ve gezegenimiz temizlenir. Yeter mi? Hayır. Büyük ekonomilerin karbon tüketimini azaltmalarını sağlayacak yeşil enerji merkezli siyaset için baskı olmalı.”
- ‘DİĞERKÂMLIK’ BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİ ARTTIRIR
Peki Uzuner’in neşeli olma reçetesi nedir? Yanıtı: “Eğer sevdiklerimizin sıkıntılarını gerçekten dinlemeye başlarsak, bunun bizim kendi iç dünyamıza da iyi geleceğini artık hormon bilim ve sinirbilim de kanıtlıyor. Adına diğerkâmlık, özgecilik (alturizm) denen, ‘başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetme, diğer insanlara maddi veya manevi kişisel çıkar gözetmeksizin yararlı olmaya çalışma’nın insanın bağışıklık sistemini güçlendiren oksitosin hormonunu arttırdığı söyleniyor. Size “enayi” diyenlere bakmayın, deneyin göreceksiniz!”