Güncelleme Tarihi:
Quebec Science dergisinde bir yazı okudum. Isabelle Cuchet adlı bir gazetecinin Montreal Üniversitesi Pedagoji Profesörü Marcel Thouin ile yaptığı bir röportaj. İzin verirseniz özetleyerek aktaracağım size. Benim ta öğrencilik yıllarından şikayetimdir bu, çocuklarıma bakıyorum, hâlâ bir değişiklik yok.
Bu konuşma sadece bilimsel konularla yani fen derslerinin eğitimiyle ilgili, ama sosyal için de, dil için de aynı şey geçerli.
İyi bir öğretmen çocuğun hayatını değiştirebilir. Bir konuyu sevdirebilir, çocuğu amatörce veya profesyonel olarak tarihe, coğrafyaya, ne bileyim şiire, sinemaya yönlendirebilir.
Daha yakında söyledim, benim Fransızca’yı sevmemde, edebiyatla ilgilenmemde (her zaman minnetle anarım, nûr içinde yatsınlar) Mösyö Marcoul’un, Mösyö Duchemin’in, İsmet Bey’in çok emeği, katkısı vardır.
Buna karşılık, bütün bir neslin Saint-Benoît’den tek kelime İngilizce bilmeden, hatta (ikinci dil olarak öğretilen) İngilizce’den nefret ederek mezun olmasının sebebi (ders saatlerinin yetersizliğinin yanı sıra) adı bende saklı, Ülkü Hanım adlı bir öğretmendir. Kadıncağız, (İngilizce biliyor muydu, onu da bilmiyorum) bizim kendisinden, eğitimden, okuldan, derslerden ve İngilizce’den nefret etmemiz için elinden geleni her şeyi yaptı. Çok da başarılı oldu...
Bizde dersler kuru kuru anlatılır. Coğrafya hocalarımız Pamuk Prenses’in, Badi badi’nin, tarih hocalarımız X.Sabahat’in, Kleopatra’nın, Sıfırcı Melahat’in, kimya hocamız Minas’ın sayesindedir ki... bu disiplinlerden nefret ettik. (Bunu da anlattım.)
Neyse, ne demek istediğimi anlatabildim herhalde. Röportaja gelelim. Şöyle:
*
ÖĞRETMENLERE DERS
Çocuklar fen derslerine bayılır... öğretmenleri iyi olursa tabii ki!
Quebec Science: Çocuklara kaç yaşından itibaren fen dersleri vermek gerekir?
Marcel Thouin : Kimya, fizik, biyoloji, teknoloji... eğitimin (formasyonun) önemli parçalarıdır. Günümüzde, demokratik bir ülkede yaşayan her sorumluluk sahibi insanın toplumun karşı karşıya olduğu önemli olayları, özellikle de bilimsel meseleleri (challange) anlayabilmesi gerekir. Mesela çevre gibi, beslenme gibi, içme suyu gibi sorunları kastediyorum. Onun için fen dersleri, yani bilimsel eğitim ilkokuldan başlamalı, tıpkı tarih gibi, Fransızca gibi, matematik gibi... çünkü bu yaşlar çocuğun entelektüel geleceği açısından, düşünme yapısının oluşması, sosyal ve kültürül altyapısının oluşması açısından hayatidir.
QS : Okullarda durum nasıl peki?
MT : Fen dersleri pek ciddiye alınmıyor.... (Kısaltıyorum) Birçok okulda deney çantaları açılmadan bekliyor mesela.
QS : Niye bu konuda eğitim geri peki?
MT : Bizde (Quebec) fen, daima matematiğin, Fransızca’nın gerisinde kaldı. Daha on yıl öncesine kadar ilkokul öğretmeni olacak gençlerin “fen dersleri temel eğitimi” alma mecburiyeti bile yoktu. Çocuklarımızı nesiller boyunca temel fen dersi eğitimi almamış öğretmenler yetiştirdi. (...)
QS : Bir çocuğun bilimsel konulara ilgisini çekmenin en iyi yolu nedir?
MT : Her şeyden önce, öğretmen olsun, ana baba olsun, çocuğu yetiştiren kişinin çocuğun bilimsel kültür seviyesini bilmesi gerekir. Bu çıkış noktası çok önemli. Bilimsel konularda hiçbir temeli olmayan çocuk, dünyayı aklıselimle, mantıkla çözmeye çalışır. Güneş doğudan yükseliyor, batıdan kayboluyor, demek ki güneş dünyanın etrafında dönüyor. İnsanlar daha çok kışın grip oluyor, demek ki hastalığın sebebi soğuk. Çocuğun vardığı bu hatalı sonuçların gerisinde doğal bir mantık yatıyor. Büyük, çocuğa fen dersleri verirken, ne bildiğini, nasıl düşündüğünü dikkate almazsa, çocuğu lüzumsuz bilgilerle yükler. Çocuk verilen dersi ezberlemeye yönelir ve hemen unutur. Öğretmenin çocuğun kafasıda fırtınalar estirmesi, beynini aktive etmesi, çocuğu katılmaya teşvik etmesi gerekir. Çocuk ancak onu şaşırtan bir durum karşısında kafasındaki kavramları değiştirir.
QS : Bir örnek verseniz...
MT : Eğlenceli bir örnek vereyim. Mesela çocuklardan, tadına bakmadan, bir bardak (saf) içme suyuyla bir bardak şekerli suyu ayırt etmelerini isteyelim. Çocukların çoğunun ilk tepkisi bunun mümkün olmadığını söylemek olacaktır. En az birinin tadına bakmak gerekir, değil mi? Halbuki bu bilmeceyi çözmenin birçok yolu var. Şekerli su daha yapışkan olur, mesela bir pipetin içinde daha az akıcıdır. İki bardağı da birer tabağa boşaltsak, arılar ve sinekler şekerli suya yönelir. Böyle bilmeceleri çözdürmek için çocukların grup halinde çalışmasında fayda var. Böylece fen derslerinin iletişimle (interaksiyon) daha kolay öğrenebileceğini görürler. Her çocuk bir fikir üretir, tartışılır ve bir sonuca gidilir. Her grubun bulduğu çare farklı olabilir.
QS : Çocuklar böyle bir eğitime nasıl tepki veriyorlar?
MT : Bayılıyorlar. Hatta, bu benim fikrim, elit tabakanın çocuklarına değil, fakir çocuklara hitap eden “fen ilkokulları” bile açılabilir. Eğitimden uzaklaşması tehlikesi olan çocuklar bu yolla motive edilmiş olursar, çünkü böyle metodlar çocukları aktive eder. Konuşma, tartışma, hareket etme, okuldan dışarı çıkma, masaya su dökme, kimyasal ürünleri kullanma vs hakkı verilmiş olur bu çocuklara. Ama maalesef öğretmenlerin çoğu fen derslerinde bu “oyun” metodlarını hiç kullanmıyor.
QS : Demek ki önce eğitmenleri eğitmek gerek. Nasıl olacak bu?
MT : Öğretmenlerin çoğu didaktik dersi görüyor. Yapıcı olmaları, çocukları keşfetmeye yönlerdirmeleri gerektiğini biliyorlar. Geleceğin öğretmenleri terminolojiyi iyi öğreniyor da, bu eğitim sisteminin gerisindeki mantığı kavrayamıyorlar. Rollerini iyi anlamaları için, birçok alanda temel kavramları öğrenmeleri gerekir, bilim felsefesi, bilim sosyolojisi, bilim tarihi... Çünkü çocukların düşünce yapısı Ortaçağ’daki insanlarınkinden farklı değil. Öğretmen, Ortaçağ’dan bugüne ilmin geçtiği merhaleleri bilmezse, insan düşüncesinin evrimini bilmezse, çocukların kafalarındaki sıkıntıları nasıl anlayıp, aşmalarına yardım edebilirler? Bunu beceremeyen öğretmen dogmatik bir eğitime sığınır.
*
Röportaj özetle böyle.
... Sizi (daha fazla) sıkmak istemiyorum. Konuşma bu minval üzere sürüp gidiyor. Düşünüyorum da, hocalarımız matematikten, fizikten, kimyadan, biyolojiden, edebiyattan, tarihten, coğrafyadan... yani bilimden, hayattan nefret etmemizi mi istiyorlardı, yoksa bize fenni, sosyal bilimleri öğretecek kadar bilgiye mi sahip değillerdi?
Yoksa, acaba (Çünkü benim okuduğum “papazlar mektebindeki” misyonerler büyük bir aşkla derslere girerken, Türk hocaların çoğu – bir iki muhteşem hocamız hariç – bıkkın, “şu ders bitse de gitsem” havasında, hatta bize karşı “Allah belanızı versin, sizin yüzünüzden buradayım” tavrında idi.) Evet, yoksa acaba emeklerinin karşılığını alamadıklarından, geçim sıkıntısından, yol parasından yani akıllarını bize veremediklerinden mi “böyle” idiler?