Murat BARDAKÇI
Oluşturulma Tarihi: Nisan 14, 2002 02:06
Necmettin Erbakan ve dostlarının Filistin konusunda fetva üstüne fetva verip İslam dünyasını cihada çağırmaları, bana bundan 88 sene önce devlet olarak verdiğimiz son cihad fetvasını hatırlattı.
Biz, Birinci Dünya Savaşı'na girerken, ‘‘İslam'ın düşmanlarına’’ karşı cihad ilán ettik ama fetvamız bir işe yaramadı, İslam dünyasının bir bölümü burnumuza bize karşı yazılmış bir başka cihad fetvası dayadı, Hristiyanlar'ın yanısıra Müslümanlar ile de savaşmak zorunda kaldık ve bu fetvalar savaşı on binlerce askerimizin canına maloldu.
Necmettin Erbakan ve dostları, Filistin konusunda fetva üstüne fetva verip İslam dünyasını cihada çağırmışlar.
Cihad, İslam'ın eski devirlerinde önemli neticeler veren bir uygulamaydı ama cihad ilánı sonraları, özellikle 19. asırdan itibaren şenlik ilánı gibi bir hal aldı, önüne gelen bir bahaneyle cihad açar oldu. Hattá bundan 20 sene kadar önce iki Müslüman lider, Saddam Hüseyin'le Ayetullah Humeyni bile birbirlerine karşı cihad ilán ediverdiler.
İşin bu tarafı ve bizim Hoca'nın böyle bir fetva vermeye yetkisinin bulunup bulunmadığı konusu, bir yana... Ben, Necmettin Erbakan'ın cihad fetvalarına imza koyduğunu görünce, bundan 88 sene önce ilán ettiğimiz resmi cihadı ve hemen arkasından yaşadığımız hayal kırıklığını hatırladım.
ALTIN, CİHADDAN TATLI GELDİ
Devlet olarak son resmi cihadı, 1914'ün 14 Kasım'ında biz ilán etmiştik. Ama ‘‘İslam'ın düşmanlarına’’ karşı yayınladığımız cihad fetvası bir işe yaramamış, İslam dünyasının bir bölümü burnumuza bize karşı yazılmış bir başka fetva dayamış, Hristiyanlar'ın yanısıra Müslümanlar ile de savaşmak zorunda kalmış ve bu fetvalar savaşı binlerce askerimizi canından etmişti.
İşte, 88 yıl önce yaşadığımız bu hayal kırıklığının öyküsü:
Tahtta Sultan Reşad, iktidarda İttihad ve Terakki Partisi vardı. Türkiye 11 Kasım günü Almanya ile Avusturya'nın müttefiki olarak İngiltere, Fransa ve Rusya'ya savaş ilán etmiş, seferberliğe gitmiş ve dünya harbine katılmıştı.
Savaş açtığımız her üç devletin bayrağı altında milyonlarca Müslüman yaşamaktaydı, karşı taraf da seferberlik ilán etmişti ve ordularında onbinlerce Müslüman asker vardı.
Babıali'de bu askerlerin Osmanlı'ya karşı savaşmalarının önüne geçmenin; düşman memleketlerde, özellikle de sömürgelerde yaşayan Müslümanlar'ı hükümetlerine karşı ayaklandırmanın yolları arandı ve çözüm ‘‘Hiláfet’’te bulundu: Osmanlı padişahları aynı zamanda ‘‘Halife’’, yani İslam áleminin lideri idiler ve ‘‘Sultan-Halife’’nin ilán edeceği bir ‘‘cihad’’, bütün Müslümanları bir anda Hiláfet bayrağının altında toplardı.
Cihad fetvası ardarda beş ayrı fetvadan meydana geliyordu ve zamanın Şeyhülislám'ı Ürgüplü Hayri Efendi hazırlamıştı. İlk fetvada İslam padişahının cihad ilán ettiği, bütün Müslümanlar'ın ‘‘mallarıyla ve bedenleriyle’’ bu cihada katılmalarının farz olduğu söyleniyordu. İkinci fetva İngiltere, Fransa, ve Rusya'daki Müslümanlar'ı bu üç devlete karşı birleşmeye çağırıyordu. Üçüncü fetvada, cihad emrine uymayanların Allah'ın gazabına ve musibete uğrayacakları hatırlatılıyordu. Dördüncü fetva İngiliz, Fransız ve Rus ordusunda bulunan Müslüman askerlerin İslam ordusuna yani Osmanlı askerlerine karşı zorlansalar bile savaşmalarının ve bir başka Müslüman'ı öldürmelerinin haram olduğunu anlatıyordu. Son fetvada ise İngiltere, Fransa, Rusya, Sırbistan ve Karadağ Müslümanları'nın İslam Hükümeti'ne yardım eden Almanya ve Avusturya'ya karşı savaşmalarının Hiláfet'in aleyhine olacağı söyleniyor, bu işe kalkışan bir Müslüman'ın büyük günah işlemiş sayılacağı, her türlü fenalığa müstahak olacağı ihtar ediliyordu.
Fetva, 1914'ün 14 Kasım sabahı Süleymaniye'deki Meşihat binasından, yani Şeyhülislamlık makamından Fatih Camii'ne büyük bir merasimle götürüldü ve camiin avlusunda bekleyen binlerce kişiye hitáben ‘‘Fetva Emini’’ Ali Haydar Efendi tarafından okundu. Cihad ilán edildiğini öğrenen halk gözyaşları içerisinde dua ediyor, minarelerden salá veriliyordu.
Bir hafta sonra, fetvanın İslam dünyasına duyurulması maksadıyla bir beyanname yayınlandı. Metnin altında Şeyhülislám Ürgüplü Hayri Efendi'nin, daha önce şeyhülislámlık yapmış olan üç kişinin, on bir kazaskerin ve devrin önde gelen on dört din áliminin imzası vardı.
İşin acı tarafı, işte bütün bunlardan sonra yaşananlardı...
Bel bağlanan fetvalar hiçbir işe yaramadı ve cihadı kimseler ciddiye almadı. İngiliz ve Fransız idaresi altındaki Müslümanlar'ın değil siláhlı mücadeleye, taş atmaya bile dermanları yoktu. Müttefikler karşımıza hem kendi birliklerini, hem de sömürgelerinden getirdikleri her renkten binlerce askeri yığdılar. Çanakkale'de savaştıklarımızın bir kısmı Müslüman'dı, hatta İstanbul'u işgal edenlerin arasında İngilizler'in Hindistan'dan, Fransızlar'ın da Senegal'den getirdikleri ‘‘din kardeşimiz’’ vardı.
Bütün bunların ötesinde, ilán ettiğimiz cihadın hiç mi hiç uğramadığı yer, kutsal topraklar oldu. İngilizler'in dağıttığı altınlar Arap dünyasına cihaddan daha cazip geldi; Şerif Hüseyin bize bir karşı fetva ile cevap verdi, o da cihad ilán etti ve başlatığı isyanla sadece Arap yarımadasını değil, onbinlerce askerimizi de geri gelmemecesine oralarda bıraktık.
SANKİ JAPONLA SAVAŞTIK
Şimdi gazete köşelerinde yahut TV ekranlarında ‘‘Araplar geçmişte bize düşmanlık etmediler, Arap isyanı diye birşey hiç várolmadı’’ gibisinden ahkám kesenleri gördükçe bu cihad fiyaskomuzu hatırlıyor, ‘‘Filistin'de, Sina'da, Kudüs'te ve Yemen çöllerinde bizi arkamızdan vuranlar demek ki din kardeşlerimiz değil, Japonlarla Avustralya yerlileriymiş’’ diye düşünüyorum.
Birileri, vakti zamanında ‘‘Halife’’ unvanını taşıyan koskoca padişahın ilán ettiği cihadı bile ciddiye almayan İslam dünyasına şimdi altında birkaç medrese hocasıyla ‘‘sábık’’ ve de ‘‘sákıt’’ bir başbakanın imzasının bulunduğu yeni bir cihad fetvası sunuyorlar.
Tevfik Fikret'in çok hoş bir sözü vardır: ‘‘Zihi tasavvur-ı bátıl, zihi hayal-i muhál’’ der... Yani ‘‘Ne kadar güzel ve boş bir düşünce, ve nasıl olmayacak bir hayal’’...
ZAPTİYE
Dünyanın kitapsız tek üniversitesi artık bizde
Geçen haftalarda, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde yaşanan gariplikleri yazdım. Kütüphane paralı hale getirilmiş; fotokopi yahut mikrofilm isteyenler masrafın yanısıra ‘‘telif hakkı’’ diye bir ödemeye mecbur tutulur olmuştu. Türkiye'nin en önde gelen elyazması merkezlerinden olan eski eserler bölümünün kapısı ise, senelerdir kilitliydi.
Derken, rektör Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu'ndan faksla bir açıklama aldım. Söze ‘‘üzüldüğünü’’ söyleyerek başlıyor, ‘‘tarihi eserlerle dolu’’ olan kitaplığın sürekli hizmet verdiğini; kütüphaneden yeni değil, son yirmi yıldan beri ücret karşılığı yararlanıldığını anlatıyor ve ‘‘paralı uygulama araştırıcılara bir külfet olmayacaktır’’ diyordu.
Yazdıklarının tamamı yanlıştı, zira birileri rektörü yanlış bilgilendiriliyordu. Kemal Bey'in ‘‘hizmet verdiğini’’ iddia ettiği eski eserler bölümü üç senedir kapalıydı. ‘‘20 seneden beri varolduğunu’’ söylediği paralı uygulama kendi devr-i iktidarında, üstelik bundan sadece 2,5 ay önce, 31 Ocak 2002'de başlamıştı ve mikrofilm fiyatları ‘‘Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanı’’ olan hanımefendinin insafına göre tayin edilmekteydi.
Anlayacağınız, Kemal Bey'in bana gönderdiği açıklamada ismim dışında yazdığı herşey yanlıştı, gerçekdışıydı ve üç paragrafta böylesine devásá üç hata, koskoca İstanbul Üniversitesi'nin rektörüne hiç mi hiç yakışmıyordu.
Prof. Alemdaroğlu ile, geçen hafta telefonla konuştum. Yazdıklarının doğru olmadığını söyledim, ‘‘Sizi yanıltıyorlar. Kütüphanenin vaziyetini gidip gözlerinizle görün’’ dedim. Sonra, masraf dışında bir ‘‘telif ücreti’’ alınmasının Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre ‘‘suç’’ olduğunu anlattım. ‘‘Araştırıp sizi tekrar arayacağım. Öyle bir iş yapılıyorsa, sorumlularını en sert biçimde cezalandırırım’’ dedi.
Ama Rektör Bey aramadı, daha doğrusu arayamadı, zira hafta boyunca ziyadesiyle meşguldü: Fakültelerin seminer kitaplıklarını kapatıyor, onbinlerce nadir eseri mahzenlere attırıyordu. Çoğu son derece kıymetli olan 130 bin civarında kitap, üniversitenin ‘‘Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanı’’ Prof. Dr. Meral Alpay'ın ‘‘telkinleri’’ ve de rektör Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu'nun ‘‘talimatı’’ ile, ‘‘yer ihtiyacı’’ bahanesiyle mahzenlere tıktırıldı ve bu hercümerç içinde, kütüphaneciliğin temel gereklerinden olan sayım ve tespit bile tabii ki yapılmadı.
Halimiz ne güzel değil mi? ‘‘İrfan merkezimiz’’ üniversitenin rektörü onbinlerce kitabı ortadan kaldırtıyor, sonra yıllarını üniversiteye vermiş olan ve bu işe karşı çıkan hocalara, hem de hanım profesörlere, ‘‘Size bunun hesabını sorarım!’’ diye kükrüyor, bütün bunları sadece İlber Ortaylı ile bendeniz gündeme getiriyoruz ve başka kimsenin çıtı çıkmıyor!
İstanbul Üniversitesi, Kemal Bey ile Meral Hanım'ın sayesinde ‘‘Dünyanın kitapsız fakültelere sahip ilk ve tek üniversitesi’’ olma unvanını hakkıyla elde etmiştir. Hayırlı olsun...