Güncelleme Tarihi:
Sabah. Biz uyandığımızda UÇK askerleri hayata başlamış oluyordu. Çeşmede el yüz yıkandıktan sonra dokuza kadar bitirilen kahvaltı mönüsü şöyleydi: Sahandan kaşıkla içilen çay, ekmek peynir. Ve bize Türkiye'den gelen helvaları da ikram ettiler. Bu bir kıyaktı. Herkes yiyemiyordu.
Kahvaltıdan sonra askerler cepheye yollanırken, bizi de belli bir yere kadar yanlarına alıyorlardı. En çok Sırpların ne kadar korkak olduğundana sözediyor, sadece güçlerinin sivillere yettiğini anlatıyorlardı. Öğle yemeği cephede yeniyordu. Kamptaki mutfaktan her gün taşınıyordu yemekler. Daha çok kuru fasülye türü şeyler...
Akşam hava kararınca, istirahate çekilen askerlerle geri dönüyorduk. Oysa çatışmalar gece de devam ediyor, yorgun olanlar kampa dönüp dinleniyor. Akşamları fazla bir eğlence yok. Daha çok şarkı söyleniyor; kahramanlık şarkıları, UÇK marşları... Sohbet ediliyor. Kimin nereden geldiği o sohbetler sırasında ortaya çıkıyor: Mesela İngiltere'de master yapmakta olanlar vardı aralarında. Avustralya, Amerika'dan gelenler vardı. Konuşmalarda hüzün pek yoktu, espri yapıp gülüyorlardı daha çok. Bazı amatör savaşçıların komik anılarını anlatıp kahkahalara boğuluyorlardı. Almanya'dan gelen profesyonel bir ‘‘soyguncu’’nun hikayesini dinledik. Otomobil hırsızıymış, meşhurmuş. Şimdi çok iyi, gözükara bir savaşçı. ‘‘Beni polis yakalasa öldürürdü, hiç değilse burada ölürsem memleketim için öleceğim’’ diyormuş.
Hepsi birbirine kardeş diye hitap ediyordu, yani ‘‘Vılla’’... Para, kız muhabbeti pek yapmıyorlardı. Unutmuşlar öyle şeyleri... Ama aralarında az sayıda da olsa kadınlar da var. Çoğu ilkyardımda çalışıyor. Ama savaşanlar da var. 17 yaşında bir kız vardı mesela, karateciydi.
İSİMSİZ YABANCI
Cephede ilk günümüz. Biz birinci cepheye doğru yolalmaya çalışırken, Sırplardan alınmış askeri araçların içinde, sedyelerin üzerinde yaralıların taşındığını gördük. Kan kaybediyorlardı. Onları hastaneye yetiştirmeye çalışıyorlardı. Fotoğraf çekemez hale geldim ilk anda; ayaklarım kesilmişti sanki. Orada neden bulunduğumuzu unutup yaralıların taşınmasına yardım ettik. O gün şiddetli bir çatışma olmuştu. Beş ölü vardı. Bir tanesi Arnavut asıllı değildi, ismini de kimse bilmiyordu. En yakın köye indirip cenaze töreni yapıldı ve ölüler gömüldü. Onun mezarına konan tahtaya, ‘‘NN’’ yazdılar (No name/İsimsiz). ‘‘İyi insandı’’ dediler onun için, ‘‘Ama biz de birgün onun yanına geleceğiz...’’
SAVAŞA ALIŞILIYOR
Ayrılacağımız gün, artık savaşa alışmıştık, bir yandan da yıkanmayı özlemiştik. Ama diğer taraftan yine geleceğiz, dedik. İnsan alışıyor, orada savaşın gerekliliğini, normal olduğunu ve barışın gereksiz ve gerçek olmayan birşey olduğunu düşünüyor. Barış içinde yaşayan insanları aptal buluyorsun, para ve güç peşinde koşmalarını anlamsız buluyorsun.
KOPUŞ BU SORUYLA BAŞLADI: Kosova mı, Kosovo mu?
Faruk BİLDİRİCİ
‘‘Kosova mı, Kosovo mu?’’ Sırplar ve Arnavutların kopuşu böyle başladı. Sırplar, ‘‘Kosovo’’, Arnavutlar, ‘‘Kosova’’ diye yazıyor; sorun, bir harf karşıtlığı kadar anlamsız görünüyordu...
Nüfus sayımında insanlara etnik kimlikleri de soruluyordu ve 1991 sayımında ‘‘Ben Yugoslavım'' diyenlerin sayısı iki milyona yaklaşıyordu. Onlar kendilerini Sırp, Hırvat, Boşnak ya da Arnavut olarak görmüyorlardı.
Bu tespitler, L.Doğan Tılıç'ın, Ümit Yayıncılık'tan yeni çıkan ‘‘Milliyetçiliğin Pençesindeki Kartal Kosova’’ adlı kitabında yer alıyor. Tılıç, kitabında, Kosova sorununu, İngilizce yazım sırasında çıkan ‘o' ve ‘a' anlaşmazlığının başlangıç noktasından alıyor ve okuyucuyu, eski güzel günlerden, bugünün kan ve gözyaşı yüklü Kosova'sına doğru özel bir yolculuğa çıkarıyor. Kosova'daki ilk cinayetin öyküsünü, Kosova sorununun tarihi kökenlerini, savaşın uluslarası boyutlarını ayrıntılarla irdeliyor. Bununla da kalmayıp 1991-92 yıllarında gazeteci olarak bulunduğu Yugoslavya'da tanık olduğu insan öyküleriyle barışa ve insana dönük bir çerçeve çiziyor.
MİLONKOVİÇ'İN SEÇİMİ
Barış hareketinin simgesi haline gelen Sırp genci Miroslav Milonkoviç de kitaptaki portrelerden birisi... ‘‘Orduya yeni katılmış bir grup asker arasında tartışma çıktı. Grubun yarısı silahlarını bırakmayı ve savaşmamayı öneriyordu. Diğerleri ise büyük bir savaşma arzusu içindeydiler. Miroslav karar veremiyordu. Ya savaşa gidecek ve dün arkadaşı, komşusu olan insanları öldürecekti ya da savaşa gitmeyip ‘vatan haini' damgası yiyecekti. O, ikisini de yapmadı. Yapamadı. Ne Tovarnik'e cepheye doğru yola çıkanlara katılabildi, ne de silahını bırakanlara. Miroslav'ın delikanlı yüreği vatan hainliğini de, komşularını, dostlarını öldürmeyi de kabullenemedi. O gün, Şid kasabasının hayvan pazarında kendini vurdu. ’’
Tılıç, Belgrad'da barış yanlılarının gösterilerinin tüm hızıyla sürdüğü dönemde bir yandan da Sırp milliyetçiliğinin ilk belirtilerinin caddelere nasıl taştığını bir örnekle anlatıyor: ‘‘Yugoslavya'nın üzerine çöken felaketin Belgrad'da görülen ilk işaretlerinden biri de, her gün Prens Michaelova Caddesi üzerine tezgah kurup teypten yüksek sesle Sırp milli marşları çalarak, kasetler ve Sırp milliyetçiliğinin rozet türünden değişik sembollerini satan kovboy şapkalı, kırmızı kaşkollu ve çizmeli adam oldu. Her gün dolaştığım o caddede, o kovboy şapkalı ve kırmızı kaşkollu, hırpani kılıklı ve sağlam yapılı Sırp delikanlısının tezgahı etrafındaki kalabalığın biraz daha arttığını görüyordum. O tezgahın etrafına biriken kalabalığı izlemek, Yugoslavya'da milliyetçiliğin tırmanışını izlemek gibi birşeydi.’’
OSMANLI'DAN SIRPLARA
Her gece, Belgrad'daki bürosunun penceresinden bombaların düşüşünü seyreden, bulduğu gerçek kırıntılarını haberleştirmeye devam eden İspanyol gazeteci Juan Fernandez Elorriga, kitaba yazdığı önsözde yaşadığı acıyı satırlara döküyor: ‘‘Doğan Tılıç, Balkanları bilen ve hisseden Türklerden biridir. Yugoslavya'nın trajedisine tanıklık etmiş bir gazetecidir. 1990'ların başında Yugoslavya'nın parçalanma sürecini birlikte hüzünle izlediğimiz günleri anımsıyorum (...) Ben hala Belgrad'dayım ve Tito'nun sosyalist Yugoslavya'sından arta kalan ve belki bir süre sonra Kosova'yı da kaybedecek olan bu ‘mini-Yugoslavya'da neler olduğunu ve neler olacağını yorumlamaya çalışıyorum (...) Keşke bugün bu topraklarda, şu bomba gürültüleri ve felaket getiren ‘inat'la birlikte değil de, 132 yıl önce bütün Balkanların Osmanlı sultanları yönetiminde birleştiği günlerde yaşasaydık. Büyük bir devlette ve çok daha fazla ulustan insanın birlikteliğinin güzelliklerini tadabilseydik, diye düşünmekten kendimi alamıyorum.’’
NATO uçaklarının yağdırdığı bombaların ‘‘tedavi edilmeye çalışılan hastalıktan daha vahim sonuçlara yol açabileceği’’nden kuşku duyuyor Elorriga. Zaten Tılıç da 204 sayfalık kitabında, sorunun çözümünün bu kadar kolay olmadığını gözler önüne seriyor. ‘‘Milliyetçiliğin pençesindeki Kartal Kosova’’, tozduman, kan ve de çığlıklar arasında olup bitenleri anlamak için eşsiz bir pusula sunuyor. Hem de yüzünü barışa ve insana dönmüş bir kalemden...