Güncelleme Tarihi:
83 sanıklı Deniz Subayları davasında, 24 yıl hapse mahkûm edildi. 1974 affından yararlandı ve tahliyesinin ardından yurtdışına çıktı. Kurduğu Partizan Yolu (16 Haziran) adlı örgütü 1988’de feshetti, 1993’te Türkiye’ye döndü. 1993’ten 2008’e kadar 15 yıl yargılandıktan sonra ‘tek kişilik örgüt’ olarak anılan ‘16 Haziran örgütünü kurup yönettiği ve örgüt adına öldürme, yaralama ve bombalama gibi çok sayıda eylemin talimatını verdiği’ gerekçesiyle çarptırıldığı müebbet hapis cezasının infazı için teslim oldu. Karar duruşmasındaki savunmasında, davanın şaibeli olduğunu, 16 Haziran örgütüne üye olmak suçundan bugüne kadar kimsenin ceza almadığını ve kendisinin hiçbir eylem talimatı vermediğini söylemişti. Kuray, Şubat 2009’da cezaevine girdi. 28 Kasım’da, 7 yıl 10 ay sonra tahliye oldu. 22 yıllık eşi, sinemacı ve aktivist Nur Sürer, hemen her hafta kocasını görebilmek için Sincan ve Edirne cezaevlerine gitti. Çifti, özgürlüklerinin ilk haftasında, evlerinde ziyaret ettik. Kuray, F Tipi cezaevlerini, 8 yıl sonra parmaklıkların dışından ilk kez gördüğü Türkiye’yi, pişmanlıklarını, akıllı telefonlarla imtihanını anlattı.
Bu sizin ilk cezaevi tecrübeniz değildi...
- 1969’da devrimci gençleri öldürmeye başlamışlardı. O zaman ben donanmada genç bir subaydım. Bu cinayetleri protesto etmek amacıyla bir bildiri yayınlamıştık. Genelkurmay rahatsız oldu ve YAŞ kararıyla ordudan atıldım. Ardından da hapishaneye alındım. İlk cezaevi deneyimim oydu. 3-4 ay Güllübahçe Cezaevi’ndeydim. 12 Mart döneminde 4 sene yattım. En son da 7 yıl 10 ay Sincan ve Edirne cezaevlerinde yattım.
Peki bu son sefer nasıl geçti? Sincan F Tipi Cezaevi’ndeydiniz…
- Bu F tipleri özel yapılmış. Dünyadaki deneyler takip edilmiş. Kolektif aksiyon tarafımıza vuruyorlar bizim. Yalnızlaştırma var. Hücreler arasında ilişki yok. Zaten ilk 2 yıl tek başıma yattım. Ancak 2 yıl sonra başka birini gördüm. Ondan sonra iki kişilik, üç kişilik, dört kişilik hücrelere alıyorlar. 15 Temmuz’dan sonra da Sincan’ı boşaltmak için Edirne F Tipi Cezaevine gönderdiler.
F Tipi, pek çok protestoya, açlık grevlerine, ölüm oruçlarına neden olmuş bir cezaevi sistemi. Siz 90’lı yıllarda bu protestoların içinde yer almış mıydınız?
- İşin en ateşli olduğu dönemde ben Avrupa’daydım. Basından takip etmiştim. F Tipi cezaevleri mücadelesinde 350 kişi yaşamını yitirdi. Bir metrekarelik hak için inanılmaz bir mücadele verilmiş. Kendini yakanlar, ölüm orucuna yatanlar… 350 gencecik çocuk… Ben girdiğimde bu bitmişti artık, belli bir statü oturmuştu.
F Tipi cezaevinde mahkum olmak nasıl bir deneyim?
- Zor tabii, çok zor. Yalnızlaştırmaya, insansızlaştırmaya yönelik düzenlemişler. Dayanışmayı bozmak istiyorlar. Mamak, Selimiye, Maltepe, Harbiye hücrelerini bilirim ben, hepsinde kaldım. Bizimle ilgili en çok korktukları şey dayanışma ruhumuz, kolektif hareket etme bilincimiz.
Sarp Kuray olarak, o yalnızlaştırmayı siz nasıl tecrübe ettiniz?
- Benim ablam, kardeşim, karım, arkadaşlarım, 3 bine yakın mektup… Çok büyük bir dayanışma vardı. Bu anlamda kendimi hiç yalnız hissetmedim. Her çarşamba bu insanlar görüşlere geldi. En küçük bir isteğim bile fazla fazla karşılandı. Ama öyle çocuklar var ki… Mesela benim yanımda bir çocuk yatıyordu, Siirt Eruh’un bir köyünden. 1.5 yılda bir gelebiliyordu ailesi. Arada 1400 km. mesafe var. Zaten ailesi doğru düzgün Türkçe konuşamıyor. Mahkumun üzerinde iğrenç bir politika uygulanıyor. Türkiye’ye dağıtıyorlar insanları. Pek çok sorun var. Yemekler, görüş yerleri, kantinlerle ilişkiler…
Cezaevine girdiğinizde Şubat 2009’du. O zaman Türkiye Çözüm Süreci’ni konuşuyordu. Aradan geçen zamanda Gezi Direnişi oldu, Çözüm Süreci bitti, cemaatle mücadele başladı, 15 Temmuz darbe girişimi oldu. Cezaevine girdiğiniz Türkiye ile cezaevinden çıktığınız Türkiye arasındaki farkı siz daha da net görüyorsunuzdur…
- Biz 1969 yılında gidip Zap Suyu’na bir köprü yaptık. Sembolik bir hareketti bu. Kürtlerle aramızda bir bağ olsun istedik. Biz ortak vatanda, eşit ve özgür yurttaşlık temelinde birlikte yaşamak istiyoruz. Tarihin bütün kritik noktalarında Kürtlerle ortaklık etmişiz biz. Ben Çözüm Süreci’ni destekledim, bu barışın olmasını istedim. Bugün de istiyorum. “Kobane düştü düşecek” dendiğinde büyük üzüntü duydum. Gezi’de çocuklar yaşam tarzlarını korumak için eyleme başladığında bizde büyük bir heyecan yarattı, sabahlara kadar uyumadık.
Cezaevinden nasıl takip ettiniz gelişmeleri?
- Küçük bir televizyonumuz vardı, Cem TV izlememize izin veriliyordu o zaman. Oradan takip ettik. Yönetimin seçtiği 15 kanalı izlememize izin vardı. İstanbul’un dört yanından Taksim’e yürüyen insanları izlerken çok heyecanlandım. Zaten böyle bir patlama bekliyordum. Çok büyük baskı vardı çünkü. 1 Mayıs’ta insanlara muazzam bir şiddet uygulanmıştı. Çapulcu dendi, ayyaş dendi… Toplum bu kadar baskıya gelmez.
8 yıl sonra sokağı nasıl buldunuz?
- Bir hafta oldu, daha Taksim’e bile çıkmadım. Ama baskı ortamını hissetmek için sokakta olmaya gerek yok. Hatta ilk hapishanelerden hissedilir toplumda baskının arttığı. Hemen mahkumlara karşı tavır değişir. Faaliyetler, atölye çalışmaları yasaklanır. Bir ülkenin ne durumda olduğunu cezaevlerinden takip edebilirsiniz. Bir anda adamların suratları değişiyor. Yemek dağıtma durumundan bile anlarsınız Türkiye’de bir gerilim olduğunu. Gazeteler geç verilir. Bakın mesela AKP’li bir milletvekili, muhtemel bir suikast durumunda halkın FETÖcüleri ve PKK’lıları cezaevlerini basarak asacağını iddia etti. Korkunç bir şey bu. Biz orada mahkumuz, haklarımız var. Bizi rehin alamaz kimse. Ama demek ki, rehine mantığıyla bakıyorlar. Bu adamın söyledikleri, hapishanelerin ne durumda olduğunu gösteriyor. Son duruşmadaki savunmamda da söyledim hakime, ‘Sizin Cemaatçi olduğunuz söyleniyor. Öyle misiniz, değil misiniz bilemem. Ama size bir şey hatırlatacağım, Türkiye’de bu işler parayla değil sırayla oluyor. Yarın bütün bu yaptığınız işleriniz hesabını vermek durumunda kalırsınız’ dedim. O hâkim şimdi Silivri’de yatıyor.
Bahçelievler Katliamı sanıkları hapisten çıkarken siz hapse girdiniz. İçinizde bir öfke, isyan var mı?
- Çilekeş derviş değiliz ama başımıza felaket geldiği zaman da sabretmesini bilen insanız. Ben kindar bir adam değilim. İnsanların özeleştirilerine çok önem veririm ve her insanın kendini aşacağına inanırım.
Siz 1968 kuşağındansınız. Ardınızdan 78’liler geldi. Şimdi böyle bir kuşak çıkar mı? Sol hareketin durumunu nasıl buluyorsunuz?
- Birikimlere saygılıyım ama bizim geçmiş metodlarımızı, gruplaşmanın, parçalanmanın getirdiği davranış tarzını kullanmaya niyetli değilim. Benim için orası gömüldü. 50 sene bu işin içinde oldum, kendim de bazı gruplar kurdum. Türkiye’nin 68 ruhuyla tekrar toparlanması lazım. Sevginin, dayanışmanın saflarımıza egemen olması lazım. Böyle bir hareketin içinde olacaksam, sonuna kadar varım.
Şu anda kendinizi yakın hissettiğiniz bir hareket var mı?
- Yok, olsa söylerim. Dediğim gibi birikimlere saygılıyım ama bunların tek tek bir şey yapamadığını gördük. Kendilerine göre mücadele ettiler fakat Türkiye’nin ana sorunlarını halledecek durumda değiller. Geçmişte uyguladığım şeyleri bugün uygulamayacağımı çok açık söylüyorum. Bir toplanma yerinin belirlenmesi lazım. Öyle bir karizma çıksın diye beklenemez.
KHK’lar, gözaltılar ve tutuklamalar nedeniyle bu aralar sık sık ‘12 Eylül’de bile böylesini görmedik’ deniyor. Siz 12 Mart’ı da, 12 Eylül’ü de gördünüz. Siz ne dersiniz?
- Bu iktidarın diğerlerinden farkı, toplumun genetiği ile oynaması. Türkiye’nin, Cumhuriyet’in birikimleriyle oynuyorlar. Halkın yaşam tercihleriyle uğraşıyorlar. Türkiye’nin ileriye gitmesi lazım, geriye değil. Abdülhamit’i methederek Türkiye aydınlığa çıkamaz. Evet, Türkiye’nin güçlü bir tarihi vardır ama aydınlık yüzü bellidir, karanlık yüzü bellidir. Demirel döneminde biz sokaklara çıkıyorduk, ‘Yollar yürümekle aşınmaz’ diyordu. Şimdi üç kişi yanyana gelemiyor. TBMM Başkanı, eski Türk Talebe Birliği’nin başkanı. Amerikan bahriyesi İstanbul’a çıkacağı zaman biz direniş örgütlüyorduk, onlar Tophane’de namaz kılıp adamlara hoşgeldin diyorlardı.
12 Eylül’le hesaplaştık, bitti mi?
- Böyle hesaplaşma olur mu? Diyarbakır Cezaevi’nde kolordu komutanı kimdi? Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı Kemal Yamak’ı Özal köşkte genel sekreteri yaptı. 12 Eylül’le hesaplaşmak derinlere inmekle olur. İşkenceleri yapan adamları bulacaksın. 12 Eylül’le hesaplaşmak, iki tane kuklaya dönmüş adamı Gülhane Hastanesi’nde yatırıp cihazlar yardımıyla mahkeme salonuna yansıtmakla olmaz. Bizim üzerimizden silindir gibi geçtiler. ‘Çözüm için gerekirse baldıran zehiri içeceğim’ dediysen, içeceksin kardeşim. Temel meseleler anketlerle halledilemez.
Son soru, devrimcinin emeklisi olur mu?
- Olmaz. Öle de kurtulak gibi bir şey burası.
Anadolu’yu babam sayesinde tanıdım
Babanız vali, dayınız savcıydı. Devlet gibi bir aileye doğmuşsunuz. Ama sizin hayatınız devlete isyan etmekle geçti. Çağan Irmak’ın ‘Babam ve Oğlum’ filmiyle ilgili yazdığınız bir yazı vardı. Babayla hesaplaşma bölümünün size ne kadar dokunduğunu yazmışsınız, filmden ağlayarak çıktığınızı... Sizin babanızla ilişkiniz nasıldı? Hesaplaşma fırsatınız oldu mu?
- Babam Boyabat (Sinop) Kaymakamı’yken doğmuşum. Oradan Silivri’ye geldik. Oradan Sivas, Muğla, Siirt, Mardin, Bursa dolaştık. 15 farklı yerde okudum ben. Muazzam bir gözlem yapma fırsatı verdi bu bana. İlkokulu Sivas’ta okuyordum. Yanımda oturan çocuğun adı Artin’di. O zamanlar Sarp diye bir isim de pek yok, ismimden hafif rahatsızım. Mehmet olsa, Ahmet olsa... Artin de farklı olunca ilgimi çekti. Akşam evde babam ‘okul nasıl gidiyor’ sordu, ben de Artin’i anlattım. Babam ‘Ermeni o’ dedi. O zaman öğrendim bu topraklarda Ermenilerin de yaşadığını. Oradan İzmir Karşıyaka’ya yerleştik. Ardından tayin Siirt’e çıkınca trenle yola çıktık. Tren Yolçatı’dan (Elazığ) ayrıldı, birden konuşulan lisanı anlamamaya başladım. Yine babama sordum, Kürtleri tanıdım, Arapları tanıdım, Mardin’de Süryanileri tanıdım. Bu Anadolu’yu tanırken bana ailem hiçbir şey empoze etmedi. Sadece ben değil, 68’i yaratan kuşaktan pek çok kişinin ailesi devlet sınıfındandır. Sinan’ın babası, Türkiye’nin en entelektüel insanlarından Adnan Cemgil’dir, Deniz’in babası bir öğretmendir. Biz hep aydınlanma damarındaki insanların çocuklarıyız. Biz de mirasımızı hiç reddetmedik. Cumhuriyet’le bir sorunumuz hiç olmadı. 1919-1922 arasında emperyalist güçleri denize döken Anadolu ordusuna hep sempati duyduk. Mustafa Kemal Paşa’ya yönelik bizde hep bir sempati oldu. Biz, bu meseleyi sınıfsal bir zemine getirdik. Bu bakımdan benim devrimci olmam normal.
Babanızın devrimci olmanıza tepkisi nasıldı?
- Babam benim Askeriye’de değil, Mülkiye’de okumamı istedi. Askerliği ben seçtim. Onun bıraktığı yerden devam etmemi istiyordu. Ben yolumu bambaşka çizince kırıcı olmayan bir gerginlik oldu. Üstelik benim seçimlerim, babamın 40 yıllık emeğine de darbe vurdu, arkamda durduğu için merkeze aldılar. Yoksa çok parlak bir bürokrasi hayatı vardı. Beni cezaevlerine kadar takip etmesi devleti rahatsız etti. Ailenin tek erkek çocuğu bendim, ailem bana ayrı tutkundu. 2002’de babam öldüğünde gazeteye ilan verdim, ‘Senden özür dilerim, keşke bunu senin yüzüne karşı yapabilseydim. Senin 40 yıllık onurlu mücadeleni zaman zaman zedelediğim için senden özür dilerim’ dedim.
Keşke dolu dolu özür dileyebilseydim
Bunu yüzyüze yapma fırsatı bulamadınız mı?
- Yani işte... Genç kuşak anneyle babayla daha konuşuyor. Bizde öyle şey yok. Ölünceye kadar ‘siz’ dedik biz onlara. Yanında sigara içmek, bacak bacak üstüne atmak mümkün değil. Askeri koğuş gibi. Eksik bir hikâyedir bu. Çağan Irmak’ın filmini de o yüzden beğendim. Mücadelenin çok sert ve keskin oluşu saflarımıza belli etkiler yaptı. Devrimcilerde insan tarafı biraz unutuldu, merhamet de azaldı bizim aramızda. Aile ilişkilerinde hoyratlıklara varan durumlar oldu. Bizim hikayemiz onlarla doğrudan konuşularak halledilmiş bir hikâye değildir, yarım kalmış bir hikâyedir. Her zaman da içimde bir acı duyarım. Keşke bugün yaşıyor olsalar da onlardan bazı konularda dolu dolu özür dileme fırsatım olsa.
72 yaşında kendinizle bir hesaplaşma yaşıyor musunuz?
- Hayır. Yanlış yaptığı yerde özeleştirisini vermeyi bilen bir adamım ben. Onu zamanında yaptım ben. 1971’den sonra da yaptım. Türkiye’ye dönmem, bu topraklardan kopmama yönelik bir özeleştiridir esasen. Mutlu bir yuvam, beni son derece destekleyen sevgi dolu bir karım var, geniş bir arkadaş çevrem var. Özeleştiri yapacak halim kalmadı, özeleştiri ağacı da değilim.
Akıllı telefona alışamadım
Çıktım, herkesin elinde bir telefon var. Devamlı oynuyorlar. Kafa o telefondan kalkmıyor. Cezaevine girmeden önce eski model, basit bir cep telefonum vardı. Şimdi Nur akıllı bir telefon verdi, alışamadım. Ama tabii denizciyim ben, makine aksamından anlarım.
Yolda durdurup sarılıyorlar Sarp’a
Çekimlerim olduğu günler dışında her çarşamba Sincan’da ziyaret ettim Sarp’ı. Çekim ekipleri de öğrenmişti, çarşambalarımı boş bırakıyorlardı. Sarp’ın ablası 8 yıl tatil yapmadı. Seyahate gideceği zamanı ayarlayıp çarşambalarını boş bırakan, müsaade isteyen arkadaşlarımız oldu. Onun dışında hayatımı normal sürdürmeye çalıştım. Her cumartesi Galatasaray Meydanı’na gittim. O annelerle dostluk etmek, yanlarında olmak için.
Elbette Sarp’ın yokluğundan doğan büyük bir boşluk oldu. Şişli’de otururken yeğenlerim vardı yanımda. Sonra onlar da evlenip gittiler. Büyük bir evdi o, bir sabah baktım, 5 aydır üst kata çıkmamışım. Sarp çıkınca sadece ikimiz olacaktık. Daha küçük olan bu eve taşındım. Şimdi Sarp’la sokağa çıktığımızda, hiç tanımadığınız insanlar bize sarılıyor, geçmiş olsun diyorlar. Selam veriyorlar. Yüzlerce insan...