Cambazhaneden saray sirkine

Güncelleme Tarihi:

Cambazhaneden saray sirkine
Oluşturulma Tarihi: Ocak 13, 1998 00:00

Haberin Devamı

İstanbul asırlar boyunca düğün derneğinden şenliğine, tarih kitaplarına geçmiş sünnet merasimlerinden günlerce devam eden ve birbirinden şaşırtıcı maharetlerin gösterildiği panayırlara kadar birçok eğlencelere sahne oldu. Canbazlar en tehlikeli gösterilerini yapıp zamanın hükümdarından keselerle ihsan aldılar, ateşbazlar yüzlerce mahalleyi bir anda küle çevirebilecek alevleri yuttular, maymun yahut ayı oynatıcıları hayvanlarını insan gibi oynattılar, onları sadece bir konuşturmadıkları kaldı.

Ama, bütün bu maharetlere rağmen, 1838'e kadar modern anlamda bir sirke sahip olamadık...

Osmanlı, sirkle 1838'de İstanbul'a gelen bir İtalyan grubu sayesinde tanıştı... Saray çevresiyle halka ayrı ayrı konserler veren bu sirk, önce Beyoğlu'nda bir salon kiraladı ama burası kendisine küçük gelince padişah tarafından kendilerine gösterilen araziye geçici bir bina inşa etti. Beyoğlu'nun kuzeyinde 200 metrekarelik bir arsa üzerine yapılan İstanbul'un bu ilk sirki, 2 bin seyirci alabiliyordu. İp canbazları, kuvvet göstericiler ve el çabukluğu ustaları hünerlerini gösterirlerken küçük bir tiyatro ekibi trajediler oynuyor, biniciler atların üzerinde akrobasi yapıyordu...

O sırada İstanbul'a gelen bir başka sirk ise halka açılmadı, gösterilerini doğruca sarayda yaptı ve tahta henüz çıkmış olan zamanın hükümdarı Abdülmecid'in takdirini kazanınca da 4 bin kuruş aylığa bağlandı... Ama sarayın bu kadrolu canbazları Beyoğlu'ndaki sirkin daha fazla para kazandığını görünce hükümdardan dışarıda gösteri yapma izni istediler ve aldılar... Abdülmecid eskisinin yanında ikinci bir sirkin açılmasına izin verdi ama bu defa da canbazlar arasında temsil günleri konusunda kavga çıktı. Araya gene hükümdar girdi, sirklerin değişimli olarak sadece pazar günleri gösteri yapabileceğini buyurdu...

İstanbul'a artık peşpeşe sirkler gelir olmuştu... Bir Fransız grubunun, Cirque Olympique'in Çırağan Sarayı'ndaki gösterileri sarayı öylesine memnun etti ki, Sultan Abdülmecid 30, hükümdarın annesi ise 20 bin kuruş ihsan verdiler. Cirque Olympique'ten hemen sonra gelen Souillier'nin grubu ise, İstanbul'daki sirk merakını zirveye çıkardı... Gedikpaşa'da sirk için özel bir bina inşa edildi, sokaklarda parlak geçit resimleri yapıldı ve sultan düğünlerine Fransız sirklerinin getirilmesi moda oldu... Fransızlar Münire ve Cemile sultanların dillere destan düğünlerinde bütün maharetlerini gösterdiler... Eskinin ateş yutan ‘‘ateşbaz’’larının yerini artık trapezciler, rakseden fillerinin yerini de minyatür arabaları çeken küçük finolar almıştı...

İstanbul'daki bu sirk modası faydasını bir başka alanda gösterdi, Türkiye'nin bir tiyatroya kavuşmasını, Türk tiyatrosunun kurulmasını sağladı... Gedikpaşa'da havagazıyla aydınlatılan bir binada faaliyet gösteren Fransız sirkinin verdiği ilhamla Osmanlı tiyatrosu için ilk adımlar atılacak, yakın bir gelecekte aynı yerde bir tiyatro binası yükselecekti...

Reşad Ekrem'in giyim kuşam sözlüğü

Kuka

Yeniçeri serpuşlarından birinin adıdır. Kamus-ı Türki isimli sözlükte ‘‘Yeniçeri büyüklerinin ve Eflak prenslerinin giydikleri miğfer şeklindeki sorguçlu baş kişvesi’’ diye geçer. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı da, kukayla ilgili olarak bir yeniçeri kanunnamesinde geçen ‘‘Kuka, çorbacı kesesi gibidir. Lâkin süpürge sorgucu yoktur, hemen arkasında turna teli vardır’’ ifadesini nakleder. ‘‘Narçil’’ denilen hindistan cevizi ağacının köküne de kuka denir. Gayet sert ve palak olan bu kökten tesbih yapılır. Miğfere benzetilen bu serpuş, adını ortadan kesilmiş bir hindistan cevizini andırmasından dolayı da almış olabilir.

Abdülbaki Gölpınarlı

Çifte vav çevirmek

Arap alfabesinin celi sülüs yazısıyla ve ‘‘müsenna’’ denilen şekilde yani birbirine karşı yazılan iki vav harfidir. Dergâhlarda ‘‘aş’’, yani Muharrem ayının onundan sonra bir mukabele günü aşure pişirilirken ihvan kazanın başına toplanır. Aşureyi kepçeyle karıştıran kepçeyi öperek bir başkasına bwverir, o da öperek alır, kazandaki aşı soldan sağa karıştırır, aynı tarzda bir başkasına sunar, böylece kazanın dibinin tutmaması sağlanır. Bektaşilerde kepçe ‘‘Yâ İmam’’ diye alınır, veren ‘‘Yâ Huseyn’’ der ve hep beraber ‘‘Selâmulah-ı alel Huseyn, lânetullah-ı alâ kaatili'l-Huseyn’’ denir. Aşureyi bu razda karıştırmaya, ‘‘çifte vav çevirmek’’ derler.

Büyük sözler

A sarhoş bir halde vakitsiz kalkan! Şarapla sarhoşsun,hem de elest şarabiyle! Aşk seni kadeh gibi elimizden aldı da eliyle bağrına bastı, başına dikti gitti... Elin-kolun Tanrı yayını buldu mu buldu, okun göğü açtı mı, açtı...

Tanrı hazinesinin malı olan her inci, her mücevher, senin o iki lâ'l dudağında var mı, var. İstemiyorduk ama, aşkın âleme yayıldı, bağı kopardı, sıçradı mı, sıçradı... Hani gece yarısı dilimin ucuyla hafif hafif söylediğim o sır yok mu; yayıldı, gitti...

Kurt tahtayı kemirir ve gene tahtadan meydana gelir ya, aşk da benden meydana geldi ve gelişti. Sonra da tuttu, yaraladı beni...

Mevlânâ

İftar yemekleri

Patlıcanlı Urfa köftesi

Patlıcanlar parmak kalınlığında yuvarlak şekilde kesilir. Bir kaba konan koyun kıymasına ekmek içi, soğan suyu, yumurta sarısı, tuz, karabiber, baharat, kekik ve kaşkaval peyniri rendesi ilâve edilerek iyice yoğrulup ceviz büyüklüğünde parçalara ayrılır ve yuvarlanır. Patlıcanlar ve köfte kebap şişine bir köfte ve bir patlıcan şeklinde dörderden sekiz adet olacak şekilde geçirilir. Üzerleri yağlanır, orta ateşte kızartılır. Patlıcanlar şişe geçirilirken yuvarlar olan orta kısımlarından delinmesine dikkat edilmelidir. Yemek pişirildikten sonra üzerine tatlı nar şerbeti dökülerek de yenebilir.

Hattın ustaları

Kadı Mahmud

Selânik'ten İstanbul'a geldi. Hemşehrisi Mustafa bin Nasuh'tan ders ve icazet aldı. Medreselerde hocalık yapıyordu. Mahkeme kâtibi olduktan sonra Bağdat kadılığına tayin edildi. Diyarbakır'da, 1575'te vefat etti. Oğlu Ahmed de hattattı. Zamanınının en tanınmış sanatkârlarından kabul edilen Kadı Mahmud bir de Kur'an hazırlamıştı. Yukarıda yer alan yazısı, bu Kur'an'ın Kehf suresini içine alan son sahifesidir.

Tarihin tuhaflıkları

On yedinci asırda ulemadan Abdurrahman Refia Efendi'yi evinden katleden biri genç öürü yaşlıca iki dellâk, Çinili Hamam'ın kapısı önünde bellerine peştemalları bağlanarak çıplak olarak asılmışlardı. Kadın düşmanlığı ile tanınan Refia Efendi hakkında o günlerde sık sık espriler yapılır, ‘‘Kur'an'ı hatmettiğinde ‘‘Nisa’’ yani ‘‘kadınlar’’ suresini atlar, okumaz’’ denirdi.






Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!