Büyülü Karadeniz

Güncelleme Tarihi:

Büyülü Karadeniz
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 13, 2002 21:07

Gezimin ikinci etabında kıyı kıyı tüm Karadeniz'i geçtim. Yemyeşil dağların, masmavi, beyaz köpüklü Karadeniz'le kucaklaşması ortaya büyülü bir görünüm çıkartıyor. Samsun'dan Rize'ye uzanan yolculuk gördüğüm manzaraları dünyanın hiçbir yerinde görmedim desem yeridir.

Sabah erkenden kalktım. Aslında yola çıkmayacak olsam öğlene kadar uyuyabilirdim. Sırtım, omuzlarım ağrıyordu. Dile kolay, bir gün önce İstanbul-Amasya arasında yaklaşık 700 km. yol katetmiştim. ‘Erken kalkan yol alır’ dedim ve kendimi yataktan aşağı attım. Tek gözüm kapalı duşun altına girip, soğuk suyu açtım. Tahmin edileceği gibi, küfür-kıyamet bir söylemle duşun altında bir müddet bekledim. Kurulandıktan sonra, bir-iki kültür fizik hareketi ile kendimi ‘spor yaptım’ diye kandırdım. Çantamı toplarken, benden başka hiçbir ‘aklıevvelin’ yıllık tatilinde kendine böylesine bir işkence yapmayacağını düşündüm.

Yolum epey uzundu. Bütün Karadeniz'i kıyı kıyı aşmaya niyetlenmiştim. Yola çıktığımda yağmur atıştırmaya başladı. Kavşaktan Samsun okunun gösterdiği istikámete doğru döndüm. Kıvrıla kıvrıla giden dar bir yoldu. Önüme bir kamyon çıkınca hızım 10 km.'ye kadar düşüyordu. O zaman ben de etrafı seyrediyordum. İstanbul'da solmaya başlayan papatyalar, burada yeni yeni boy göstermeye başlamıştı. ‘Bu yol akşama kadar bitmez’ derken karşıma Samsun çıktı.

Amazon denen kadın savaşçıların yaşadığı bölge olan Samsun, gururlu bir geçmişe sahipti. Asırlar öncesinde krallar bu kente sahip olabilmek için oluk oluk kan dökmüşlerdi. Strabon burada yaşayan bilginleri şöyle sıralanmıştı: ‘Rhathenos’un oğlu Demetrios, matematikçi Dionysodoros, öğrencisi olduğum gramerci Tyrannion.’ En önemlisi de Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nın ilk adımlarını burada atmıştı. Samsun aslında öyle bir solukta gelinip geçilecek bir kent değildi. Bu güzel kenti keşfetmeyi bir başka geziye bırakıp yoluma devam ettim.

DAĞLARI DELEN EVLER

Çarşamba'yı, Terme'yi geçip Karadeniz sahiline çıkınca yol tekrar işkenceye döndü. Dar ve çok işlek yolda, sıra sıra giden kamyonları sollayabilmek için epey zorlandım. Aslında yavaş gittiğime değil, çevredeki güzelliklere bakamadığıma sinirleniyordum.

Yol çok güzel görüntüler sunuyordu. Sol tarafta sahili köpük köpük beyaza boyayan koca Karadeniz, sağ tarafta yeşilin her türlüsüyle kaplı tarlalar, tepeler. Kamyonlar olmasa, yeşil ile mavi arasında sürüp giden bu yolculuğa pek itiraz etmezdim. Ünye, Fatsa derken görünüm iyiden iyiye büyülemeye başladı. Bulduğum her genişlikte durup fotoğraf çektim. Zümrüt yeşili dağlar Karadeniz manzaralı evlerle dolmaya başladı. Yapılanlar yörenin ünlü yayla evlerine benzese bir itirazım olmayacaktı. Hatta oralarda oturamadığım için sahiplerini kıskanacaktım. Ama bunlar, her biri 5-6 katlı ucube apartman bozuntularıydı. Tuğlanın üstüne sıva bile vurulmamıştı. Yine de yeşili bozmaya, çirkinleştirmeye güçleri (şimdilik) yetmemişti.

YOL TÜRKÜLERİ

Ordu ile birlikte dağ taş fındık ağaçlarına büründü. Hemen arabanın disk çalarına Mahsun Kırmızıgül'ün ‘Yüzyılın Türküleri’ diskini koyup, ‘Ordu'nun Dereleri’ni dinlemeye başladım. Burada bir açıklama lazım: Bu uzun gezide yanıma Mahsun Kırmızıgül'ün türkülerinin yanısıra, bariton Ufuk Karakoç ile saz ustası Hacı Taşan'ın da türkü derlemelerini ve Mercan Dede'nin ‘Seyahatnamesi’ni almıştım. Geçtiğim yere ait türkü varsa hemen onu çalıyordum. Örneğin Konya yollarında Seyahatname’yi tekrar tekrar dinledim.

Defterimi karıştırıp, Ordu'nun antik dönemine ait notları buldum: ‘Kotyora adındaki bu Rum şehri, Ksenofon zamanında oldukça önemli bir iskele idi. On Binler Ordusu bu iskeleden gemilere binerek Ereğli'ye gittiler.’ Çevrede öylesine çok fındık ağacı vardı ki, bunların tüm dünyaya yeteceğini düşündüm. Fındık ağaçları tüm Karadeniz boyunca görüntüden çıkmadı.

Gülyalı, Piraziz, Bulancak...Dünya güzeli yeşil kasabalardı. Yalnız aşırı yağmurdan dereler çamur çamur akıyordu. Nihayet Giresun göründü. Kirazın anavatanı bu kentte şimdilerde ara ki kirazı bulasın. Fındık, güzelim kirazı silmiş süpürmüştü. Gurme dostum Ahmet Örs, Gusto dergisinde kirazı anlatan yazısında şunları belirtmişti: ‘Kirazın anayurdu Giresun’dur ve adını antik çağdaki adı Cerasus'tan alır. Bu meyveyi Avrupa'ya götüren, aynı zamanda gurmelerin de öncüsü olan Romalı general Lucullus'tur.’’

Yine antik dönemi anlatan kitapta Giresun kirazı konusunda şu bilgilere rastlamıştım: ‘Civar ormanlarında kuş kirazı ve adi kiraz ağaçları vardır. Pek tatlı değilse de kokusu çok güzeldir. Halk bundan bir tür şarap yapar.’

KÖFTE-EKMEĞİN LEZZETİ

Bir çok kaynak kitapta kentin antik çağdaki adının Cerasus veya Kerasos olduğu belirtilir. Ama Evliya Çelebi'nin anlatımına göre bu adın konmasının öyküsü şöyledir: ‘Fatih Sultan Mehmet kale fethedilirken Musahip Mahmud Paşa'ya, ‘Bu gece kale altına giresun’ diye ferman edince, kaleyi metrise girip fethettiğinden dolayı Giresun denmiştir.’

Vakfıkebir'de fırınlar yol kenarına sıra sıra dizilmişti. Vitrinlerinde sergilenen ekmeklerin öylesine tahrik edici bir görüntüsü vardı ki, dayanamadım, koca bir ekmeği bagaja yerleştirdim. Karnım acıkmaya başlamıştı. Ekmeğe katık ararken kendimi Akçaabat'ta buldum. Köftenin kralının bu kasabada yapıldığını biliyordum. Bir köftecinin önünde durdum. Kendimi tutamayıp, iki porsiyon köfte sardırdım. Daha sonra bir dere kıyısında gölgelik bir yere oturup, Karadeniz'in iki ünlü lezzetiyle kendime ziyafet çektim.

Çok mu acıkmıştım yoksa gerçek mi böyleydi: Vakfıkebir ekmeğinin tadı İstanbul'da yediklerimden çok farklıydı. Katığa bile gerek yoktu. Hele Akçaabat köftelerine ne demeliydi?.. Böylesine lezzetlisini Türkiye'nin hiçbir yerinde yememiştim. Aslında gerçek tadı tutturmada malzeme kadar, havanın ve suyun da çok önemli olduğunu bilenlerdendim.

TRABZON'UN ADI

Trabzon'u görünce içimi yolun sonuna yaklaşmanın sevinci kapladı. İtiraf etmesem de yorulmaya başlamıştım. Omuzlarıma hafif bir sızı oturmuştu. Karadeniz'in antik çağdan bu yana paylaşılamayan bu gözde kentinde de bilgi ikilemine düştüm. Kaynaklar kentin antik çağdaki adına ‘Trapesuz’ diyorlardı. Halbuki Evliya Çelebi'nin savı başka türlüydü: ‘Fatih Sultan Mehmed Han yetmiş gün kuşatmadan sonra Rumlar’ın elinden aldı. Su ve havasının güzelliğinden hazederek adına Tarb-ı Etzun dedi. Doğrusu eğlence yeridir. Bir adı da Batumzir'dir (Aşağı Batum). Bir adı Lezki şehridir. Bazıları Tarb-ı Efsun derler. Amma halk Trabzon der.’

Evliya Çelebi kent hakkında ayrıca şu bilgileri de vermişti: ‘Bütün halkı eğlence ve gezinti ehlidir. İşrete meyilli, gamsız, kayıtsız, zarif, sadık, aşık kimseler olduklarından yüzlerinin rengi kırmızıdır. Kadınları Abaza, Gürcü, Çerkes güzelleri olduğundan, güzel kız ve yakışıklı delikanlıları olur ki her biri sanki birer ay parçasıdır.’

Trabzon'u her gelişimde biraz daha gelişmiş, güzelleşmiş bulurum. Bu kez de öyle oldu. Yorulduğum için daha önce gördüğüm Sümela Manastırı'na giden yola sapmadım (Ama siz sakın ihmal etmeyin.) Sahilde oturup, köpüre köpüre sahile vuran Karadeniz'i seyrederek bir bardak çay içtim.

DERELER DELİRMİŞ

Sürmene'nin bıçaklarının ününü, uzun süreden beri biliyordum. Bir dükkánın önünde durup bıçaklar hakkında sohbet ettim, küçük bir çakı ile büyükçe bir ekmek bıçağı satın aldım. Arabaya dönerken bir lokantanın vitrininde gözüme ilişen yazıyı okuyunca gülmeden geçemedim: ‘Hamsi ve balık bulunur!..’

Of'tan Çaykara'ya doğru saptım. Niyetim yıllar önce gördüğüm ve aşık olduğum Uzungöl'e gitmekti. Dereyi soluma alıp tırmanmaya başladım. Derme çatma köprülerin fotoğrafını çektim. Yukarı çıktıkça derede akan su delirdi. Bir gün önceki yağmurlar sel olup dereye akmıştı. O da yatağına sığamayıp, önüne gelen köprüleri, yolları sürükleyip götürmüştü.

Çamurlu yolları aşıp, Uzungöl'e vardım. Gölü görünce biraz hayal kırıklığına uğradım. Gençlik aşkım, eski güzelliğini yitirmişti. İçimden fotoğraf çekmek bile gelmedi. Birkaç kare görüntü ile yetindim.

Gerisin geri sahile inip, soluğu Rize'de Dedeman Oteli'nde (Tel: 464-223 5510) aldım. Aslında Ayder yaylasında bir Kuspuni'de (mısır kurutulan kulübe) kalacaktım. Sel yolları götürdüğü için bu isteğimi gerçekleştiremedim. Dedeman, Rize'nin girişinde, denize hákim bir burunda yer alıyordu. Odamın balkonundan, hem Karadeniz hem çay tarlaları ile kaplı tepeler görünüyordu. Karadeniz burada nedense suspus olmuş, süt limana dönmüştü.

LAZİSTAN SANCAĞI

Tepede yeşilliklerin arasındaki beyaz evleri görünce not defterimi karıştırıp, Abdülhak Hamid'in 1881 yılının Mart ayında burası için yazdıklarını buldum: ‘Trabzon'dan ayrıldıktan sonra Lazistan'ın sancağının merkezi olan Rize'ye gelindi. Önü geniş deniz ve arkası Kafkas Dağları'na benzeyen doruklar ak sıra dağlardır ki, kara kuşun yuva yapmak isteyeceği yerlerden sayılsa yeridir. Evler kıyıdan tepelere kadar dağınık ve sayısız ağaçlar içinde doğanın kayrası gibi serpilmiş bir halde dururlar. Renkleri ise hep ak olduğundan o sayısız ağaçlıkların arasından dışarıdan kışın bakılırsa kar yağmış, yazın bakılırsa çiçekler açmış denilir.’

Bardağa viskimi doldurup, yeşil dağlarla mavi denizi gözlerime meze yaptım. Balıkçılar ağlarını serpmiş kısmetlerini bekliyorlardı. Ağaçların arasındaki ak evlerin pencerelerini ise akşam güneşi altına çevirmişti.

Yemekte mıhlama ile yetindim. Erimiş peyniri sündüre sündüre yedim. Ertesi gün çıkacağım Hopa-Erzurum seferini düşünerek uykuya geçtim.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!