Burnum düşse yerden almam

Güncelleme Tarihi:

Burnum düşse yerden almam
Oluşturulma Tarihi: Mart 04, 2001 00:00



Emel ARMUTÇU
Haberin Devamı

Timur Selçuk, 1960'lı ve '70'li yıllardaki şarkılarıyla yeniden sevenlerinin karşısına çıktı. Bugün, artık 35 sene önceki gibi söyleyemeyeceği, çünkü artık öyle düşünmediği için eski kayıtlarıyla. Bu arada senfonik besteler, tiyatro müzikleri yapmaya devam eden Selçuk için, değişti, hatta ‘‘kafayı yedi’’ diyenler çok oldu, ama o tüm inatçılığı ve ‘‘Burnu düşse yerden almaz’’lığıyla üretmeye devam ediyor. İlahiyat Fakültesi profesörü bir dede ile hafız bir

anneannenin torunu; ortaokuldan beri namaz kılıyor, insana değer verdiğini düşündüğü için Kur'an'a ve yine aynı nedenle Sosyalizm'e inanıyor. Münir Nurettin Selçuk'un oğlu; klasik batı müziği eğitimi alsa da bestelerinde Türk Müziği ve Halk Müziği'nden besleniyor. Aynı zamanda tiyatrocu bir annenin çocuğu; bir yandan tiyatro müziği yaparken, bir yandan tiyatro yapar gibi şarkı söylüyor. İşte bu satırlara sığamayacak hayatıyla Timur Selçuk...

Dörtbuçuk-beş yaşında piyano başına oturtulduğundan -ve de bu büyük alet karşısında kendisini küçük ve sıkıntılı hissettiğinden- olsa gerek, pek çocukluk yaşayamaz Timur Selçuk. Ama doğuştan şanslı olmadığını kimse söyleyemez; kendi deyimiyle Yaradan, onu iyi bir kumaşla göndermiştir dünyaya. 1945'te, Türk Müziği'nde bir efsane olan bir baba ile tiyatrocu bir annenin oğlu olarak doğar. Küçük yaşlarından itibaren, onu şımartan hocalarından iyi bir müzik eğitimi almaya başlar (Küçük parmağını kullanırsa iki masal!) Ayrılmış da olsalar, medeni bir biçimde görüşen anne babası, teyzeleri, dayıları, büyükanneleriyle kalabalık ve -daha çok annesinin tiyatrocu kişiliğinin yönettiği- şenlikli bir aile içinde büyür. Eve misafir olarak gelenler Faruk Nafiz Amca, Ümit Yaşar Abi, Behçet Kemal Amca gibi insanlardır. Galatasaray'la birlikte konservatuvara gitmeye başlar. Babası ‘‘Bizim müziğimizi nasılsa öğrenirsin, daha zor olanı, çok sesli batı müziğini öğrenmelisin’’ diye düşünmüş ve onu bir konser piyanisti olmaya yönlendirmiştir.

Ancak 20'li yaşlarında Paris'te piyano çalarken, ‘‘başkalarının yazdıklarını ömür boyu çalacak bir yapıya sahip olmadığını’’ keşfeder. Zaten gitmeden önce, '62'de, yani lise sondayken, Arena Tiyatrosu için oyun müzikleri yazmıştır. '66'da piyanoyu bırakır; eğitimine de bestecilik, orkestra şefliği, şan üzerinde devam eder. Hafif müziğe yönelir. Yöneldiğinde kulağında babasının ‘‘En güzel şarkı, güzel bir şiir üzerine bestelenir’’ sözü olduğu için şair amcalarının şiirlerini bestelemeye başlar. Bugün artık birer klasik olan İspanyol Meyhanesi, Ayrılanlar İçin, Beyaz Güvercin, Sen Nerdesin, o zamanlar doğar. Henüz 20 yaşındayken...

Sonra Attila İlhan, Orhan Veli, Nazım Hikmet gibi şairlere yönelir; 1968 civarında besteledikleri arasında, Hürriyete Doğru, Karantinalı Despina, Memet, Pireli Şarkı, Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü vardır. Serde de biraz solculuk... (İşçilerle, işçilerle, işçilerle elele!) Sonra tiyatro girer hayatına. Tiyatro, film müziği, oda müziği, senfonik ve dramatik müzikler, bir bestecinin çeşitli mutfaklarda yapması gereken çalışmalardır. O ise bu konuda önüne çıkan her fırsatı değerlendirir, Nereye Payidar, Sakıncalı Piyade, Küçük Adam Ne Oldu Sana, Rumuz Goncagül gibi oyunların müziklerini yapar. 12 Eylül'de yasaklıyken reklam müziği bile besteler. 'Solcu' şarkıları ve müzikleri nedeniyle sekiz yıl yurtdışına çıkamaz, uzun süre konser veremez ama olsun! Ben devletimi mahkemeye vermem, bana yakışanı yapayım, der. Eurovision'a katılır, kazanır. Dolayısıyla bir pasaportu olur!

Halk ve Türk Müziği'nden beslenirken, Halk Müziği'nde ‘‘ezgisel fanatizm’’e, Türk Musikisi'nde ise ‘‘müzikal bağnazlık’’a düşmemeye çalışır. Yorum olarak da babasının kendi kaynaklarını reddetmeyen evrensel okuyuş tarzı ile annesinin tiyatrocu yanının sentezini seçer. Bu teatral okuyuşu ile sadece dinleyenlerin bile hareketlerini kafasında canlandırdığına, müziğe görsellik kattığına inanır.

35 yıldan bu yana süzülen müzik anlayışını, Seçkiler CD'sinin kitapçığında güzel güzel anlatan Selçuk, yazısının içinde birden celallenir ve yazısını ‘‘Burnunun ucunu göremeyen siyaset erbabını vizyon sahibi devlet adamı yaptık’’tan ‘‘ahlaklıların ahlaksızlara karşı vereceği mücadele’’ye, öfkeli bir ‘‘siyasi son’’la bitirir. Çünkü O bazı şeylerin ancak sarsarak söyleyince etkili olduğuna inanır.

En çok ‘‘Ben beş vakit namazını kılan sosyalist bir insanım’’ gibi şeyler söylediği için ‘‘kafayı yediğini’’ düşünenlere de söyleyecek sözü vardır: ‘‘Ben ortaokuldan beri namaz kılarım. Ama daha önce söylemek lüzumu hissetmiyordum. Sonra gördüm ki insanlar laiklik adına çok sessiz kaldı, dinle siyaset yapanlar milyonlarca oy alacak hale geldi. Ben hem sol görüşlüyüm, hem Atatürk hayranıyım, ama namazımı da kılarım, demeye başladım. 55 yaşındayım, gencecik insanlar ölüyorsa, benim bir ellerimi açmam gerekir. Artık hamdetme yaşımız. Nice ‘salak yaşlı' var, hayatında bir defa hamdetmeden son noktaya ulaşmış.’’

Timur Selçuk, şu sıralar babasının ölümünün 20. yılı nedeniyle onun şarkılarını senfonik bir orkestra ve Türk Müziği sazlarıyla yorumlamaya hazırlanıyor. Kendini önce besteci olarak görüyor; hayatının son günlerine kadar yapacağı şey bu. Bir de seyretmemek! Hep olduğu gibi taraf tutarak, toplumsal olayları zaplamayarak, içine girerek yaşamak.

‘‘Şarkı söyleyen, film çeviren mankenlere niye kızayım! Yaşamını belden aşağı organize etmiş, para babası birtakım tatminsiz erkekler varsa... Güzelliğin içine ahlakı katamamışsak kendimi de suçlu görürüm. O da benim kızım, vesikalı da olsa, vesikasız da olsa.’’

‘‘Başucu kitabım Kur'an insanı insan yapan değerlerden bahseder. Bunu birinci plana çıkaran yöntem ise sosyalizmdir. Bu ikisi arasındaki bağlantı var mıdır diye bakmak için de bu zaman ötesi kitapla, beşer kitabını gönlünüzdeki mühürleri sökerek okumanız lazım.’’

Timur Selçuk, efsanevi bir Türk Musikisi sanatçısı ile tiyatrocu bir annenin oğlu olarak doğdu.

Ailesi konser piyanisti olmasını istemişti, ama o bir gün, ‘‘Ömrümü başkalarının bestelediği şeyleri çalmaya adayamam’’ dedi ve yolunu ayırdı.

1969'da Fransa'da bir stüdyoya girdiğinde, orkestra elemanları ona tuhaf bakıyorlardı: ‘‘Bu genç adam nota mı dağıtacak, yoksa bizi mi yönetecek?’’

Babası Münir Nurettin Selçuk, onun yaptığı müziklerin kötü olduğunu hiçbir zaman söylemedi, ama büyük bir coşkuyla da ‘‘Aferin evladım’’ demedi. O öyle bir babaydı.

Aziz Abi (Nesin), Orhan Abi (Apaydın) derdi ki ona, ‘‘İşçi sınıfı uyanır, ama bir esner, öbür yanına dönüp yine uyur, umudunu yitirme...’’

Anlatacak çok şeyi var. Üstelik eli kalem de tutuyor. Hem daha çok genç: 35 şarkılık Sarı Naciye müzikalini yeni bitirdi.

İlk kızı Hazal Boston'da tiyatro, dans ve müzik eğitimini ve yüksek lisansını

bitirdi. O da yazdığı oyunlar koltuğunun altında Türkiye'ye dönüyor. Küçük kızı Mercan ise Devlet Konservatuvarı Bale bölümü ikinci sınıfta.

1977 yılında İstanbul Oda Orkestrası’nı kurdu ve Türk Musıkisi ile Halk Müziği'nden değerli eserleri çok sesli bir şekilde sunmaya başladı. ‘‘Beni Kör Kuyularda...’’ bu çizginin bir ürünü.

‘‘Bu albümü yeniden seslendiremezdim. Çünkü eskisi gibi bakmıyorum dünyaya ve insanlara. Şimdi söylesem, daha az pembe söylerdim, o zamanki gibi naif hissetmezdim. Şimdi herşeyin güzel olması için kavga gerekiyor.’’

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!