Bu taşların altında tam beş adet kelle var

Güncelleme Tarihi:

Bu taşların altında tam beş adet kelle var
Oluşturulma Tarihi: Kasım 07, 2002 02:12

İstanbul'da, Silivrikapı'nın dışındaki bir mezarlık duvarının dışında bellerine kadar toprağa batmış beş adet taş ve bu taşların altında da tam beş adet kelle vardır: Balkanlar'ı kaybetmemize sebep olan isyanların 18. asırda öncülüğünü yapan Tepedelenli Ali Paşa ile oğullarının ve bir torununun kelleleri. İşte, şimdi yarı bellerine kadar toprağa gömülü bir halde duran bu taşların altındakilerin öyküsü...

Biz, Balkanlar'ı 18. asırda Tepedelenli Ali Paşa'nın başlattığı Mora İsyanı sonrasında gelişen öteki isyanlar yüzünden kaybettik.

Ailesi aslen Kütahyalı olan Tepedelenli Ali Paşa, 1744'te doğdu. Babasını erken yaşta kaybetti. Hırslı ve hırçındı. Çocuk denebilecek yaşta çete çatışmalarına girmeye başladı. Birkaç yıl içinde çetelerden birinin reisliğini ele geçirdi. Hasmı olan Hormova ve Gardiki çeteleriyle seneler boyunca çarpıştı. Devletin de düşmanı olan kakipleriyle mücadelesi İstanbul'un ilgisini çekince Delvine Mutasarrıfı Kaplan Paşa, Tepedelenli Ali'yi yanına aldı, hatta ona kızını da verdi. Ama Tepedelenli'nin bütün bu iyiliklere karşılığı, Kaplan Paşa'yı devlete ihbar edip kafasını kestirtmek oldu.

İstanbul'a karşı ters hareketlere giriyor ama isyanları bastırmada gösterdiği başarıların sayesinde yıldızı gittikçe parlıyordu. 1798'de Napolyon'un Mısır'ı işgal etmesinden faydalanan bazı şehirlerin isyanını bastırmakla görevlendirildi ve isyanların hepsini sona erdirdi. Rütbesi vezirliğe yükseltildi ve emrine büyük bir garnizon verildi.

1807'de, oğullarını da artık devlet hizmetine sokmaya başladı. Kendisi yine Yanya Mutasarrıfı ve 'derbentler başbuğu' olarak kalırken oğullarından Veliyyüddin Paşa'yı da Mora valisi yaptırdı. Avlonya mutasarrıfı olan İbrahim Paşa'yı, oğlunun kayınpederi olmasına rağmen azledip hapse attı ve İbrahim Paşa'nın yerine bir başka oğlunu, Muhtar Paşa'yı tayin etti. Hemen arkasından küçük oğlu Salih Paşa'yı da benzer bir göreve tayin edince, zamanın hükümdarı İkinci Mahmud gelişmelerden ürktü ve Tepedelenli Ali Paşa'yı azletti. Bu kadarla da kalmadı, Paşa'nın oğluyla torunlarının bir daha devlet hizmetinde görev almayacağı yolunda bir de ferman çıkardı.

Bu aziller, hem Rumeli'de iyice güçlenmiş olan Ali Paşa'nın hem de onunla mücadele eden Rum ve Arnavut çetelerinin işine yaradı. Paşa, isyanı için haklı bir sebebe sahip olurken çeteler de Rumeli ve civarının kuvvetli bir otoriteden yoksun kalması karşısında son derece memnundular. derken, Ali Paşa'ya emrindeki kuvvetleri bırakması ve Tepedelen'e çekilerek ailesiyle beraber orada yaşaması emri geldi.

Tepedelenli Ali Paşa'nın isyanı, işte bu emirden sonra patladı. Gücünü daha da arttırdı ve 'Beni kuvvetiniz varsa gelin de alın' demeye başladı.

Tepedelenli'nin üzerine Mora valisi Hurşid Paşa gönderildi ama Hurşid Paşa Ali Paşa'ya yaklaşamadı. Bu arada Veliyyüddin ve Muhtar Paşalar teslim oldular, Ali Paşa ise Yanya Kalesi'ne çekildi ve tam iki sene boyunca burada kaldı. İstanbul'dan idam edilmeyeceği yolunda bir vaad alınca Yanya Kalesi'nin yakınlarındaki Pandeleimon Manastırı'na çekildi ama idam fermanı da tam o sırada manastıra ulaştı.

Artık son derece hasta ve yaşlı olan Ali Paşa, bu haline rağmen manastırı basıp kellesini almaya gelen askerlere karşı direnmeye çalıştı ama başından aldığı tek kurşunla hemen oracıkta can verdi. Bu sırada Kütahya'ya ve Ankara'ya sürülen oğullarıyla torunu da idam edilmişti.

İkinci Mahmud, Tepedelenli ile oğullarının ve torunlarının kesik başlarını görmeyi emretmişti. Kelleler bal dolu keçeler içerisinde İstanbul'a getirilip hükğmdara arzedildiler. Paşa'nın vücudu da Yanya'daki Fethiye Camii avlusunda bulunan karısı Ümmügülsüm Hatun'un üzerine defnedildi, kesik başı ise oğullarının ve torununun başlarıyla beraber Silivrikapı dışındaki bir mezarlık duvarının dibine gömüldü.

Ali Paşa'nın, oğulları Muhtar, Veli ve Salih paşalar ile torunu Hüseyin Paşa'nın kellelerinin gömülü olduğu mezara, Tepedelenli ailesi de korku yüzünden çok uzun seneler sahip çıkamadı. Ama kaybolmamaları için üzerlerine belli işaretler yerleştirildi. Mezarların bakım görebilmesi, ancak İkinci Mahmud'un ölümünden çok sonraları mümkün olabildi. Tepedelenli'nin torunlarından gazeteci Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu mezarlardan bahsedildiğinde 'Onlar benimdir!.. Onlara ben bakarım' diyordu ama onun ölümünden sonra kesik kellelere bakacak hiç kimse kalmadı.

Bundan 20 -25 yıl öncesine kadar adam boyuna yakın yükseklikleriyle gelip geçenleri adeta selámlayan bu beş adet taş, zamanla toprağa gömüldüler. Bir ara, yeni mezarlar yapılırken yerleri de değiştirildi ve şimdi hálá yarı bellerine kadar toprağa gömülü bir halde duruyorlar.

10 Muharrem’de aşure pişirme ádetinin aslı

Aşura, Arapça 'onuncu gün' anlamınadır; hicri yılın ilk ayı olan Muharrem ayının onuncu gününe bu ad verilir.

Hicret'in 61. yılı Muharrem'inin onuncu günü, Hazreti Muhammed'in torunu İmam Huseyn, Muaviye'nin oğlu Yezid'in emriyle Kerbelá'da, Kufe ve Şam ehlinin büyük bir ordusu tarafından, kendisine uyanlarla beraber şehid edilmişti.

Bunu unutmayan ve her yıl bu yası tazeleyerek Ümeyyeoğulları'na düşmanlığı güçlendiren Ehlibeyt taraftarlarına karşı, o günü bir bayram günü tanıtmak gayretine düşen karşı taraf da, Adem Peygamber'in o gün yaratıldığına; yerlerin, göklerin, Cebrail'in, meleklerin o gün halkedildiğine, İsmail Peygamber'in o gün kurban edilmekten kurtulduğuna, Nuh Peygamber'in, o gün tufandan kurtulduğuna, Yusuf'un o gün zindandan çıktığına, Yakub'un gözlerinin o gün açıldığına, Yunus'un balık karnından halás olduğuna, bütün peygamberlerin, dertlerden, belálardan o gün kurtulduklarına, o gün sürme çekenin göz ağrısı görmeyeceğine, ehline-ayaline bir şeyler, evine yiyecek-içecek alanın, darlık çekmeyeceğine... hásılı o günün bir bayram günü olduğuna, hatta Hazret-i Peygamber'in o gün doğduğuna dair hadisler uydurmuşlar, o günü bir bayram günü gibi kutlamışlardır.

Aliyy'ül-Kaari, bu yalan hadislerin bir kısmını 'Mevzuatu Kebir'inde nakleder ve bunların, İmam Huseyn'in katilleri tarafından uydurulduğunu da bildirir.

Bütün bunlara rağmen gene de Ehl-i Sünnet arasında, o gün Nuh Peygamber'in gemisinin karaya oturduğu, gemide kalan hububatı karıştırarak bir 'Selámet Çorbası' yaptığı inancı yayılmış, aşure yapmak, eşe-dosta dağıtmak, bir adet olup kalmıştır.

Ehlibeyt'i seven, fakat bu işin esasını da bilmeyen tarikatçılar ise, İmam Huseyn'i hatırlamak, ona mersiyeler okuyup o musibeti anmak, ağlamak vesilesiyle aşure pişirirler. Mevlevilerde aşure pişirmek olmadığı halde onlar da öbür tarikatçılara uyup davetlerine icabet zorunda kalmışlardır. Bektaş'lerde ise aşure Ehlibeyti anmak ve mersiye okumak için bir vesile olmuştur.

Sakız böreği

Suluca kadayıf hamuru ve has un, yeteri kadar su ile çalkalanıp kubbeli demir saç üzerine kepçe ile dökülür. Yufka, kızarmadan önce kaldırılır ve bir başkası konur. İstenen miktarda yufka bu şekilde yapıldıktan sonra, uygun boyda bir tepsi biraz yağlanır. Beş adet yufka tepsiye yerleştirilir ve üzerine soğanla kavrulmuş kıyma dökülür. Bunun üzerine de beşle on arasında yeniden yufka iláve edilir ve en üsttekine çok az yağ sürülür. Fırında altına ve üstüne kömür yerleşirilerek, iki taraflı pişirilir.

Prof. Dr. Nurhan Atasoy

Teslim taşı

Bektaşiler'in boyunlarına astıkları ve fotoğrafta görülen taşa 'teslim taşı' denir. Bu taş onların aczlerini anlatır ve 'teslimiyet kapısındayız' demelerine işaret eder. Taşlı tokaya 'palheng', palheng ile teslim taşının yapıldıkları taşın cinsine de 'balgami' denir.

Teslim taşlarının sade ve taşlarla zenginleştirilmiş örneklerini müzelerde buluyoruz. İstanbul'daki Divan Edebiyatı Müzesi'nde muhafaza edilen çeşitli boylardaki teslim taşları ise, sadedirler.

Mustafa Dede

Türk hattının en büyük isimlerinden Hamdullah'ın oğluydu.İlk hat dersini ve icazetini babasından aldı. Babası öldüğü zaman henüz üstün bir dereceye ulaşmadığını görerek Amasyalı Abdullah'tan ders almaya devam etti. Hac için Mekke'ye giderken Mısır'dan geçti, Kahire'ye uğradı ve babasının sneelerce önce orada bıraktığı yazıları inceleyerek sanatını mükemmelleştirdi. Hac dönüşü Üsküdar'a yerleşti. 1538 yılında, Öğrencilerine ders verdiği sırada, cariyelerinden birinin getirdiği dozu fazla kaçmış bir macunu yedikten az sonra öldü. Karacaahmed'e, babasının yanına gömüldü.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!