MEKKE’nin en saygın kabilesi olan Kureyş’in serveti ticaretten ve putları ziyarete gelen kervanlardan geliyordu. Peygamber Efendimizin amcası da ticaretle uğraşıyordu.
Peygamberimiz hayatının sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar olan gençlik devresinde amcası Ebu Talib’in yanında, onun himâyesi altında bulundu. Ebu Talib, zeki ve hayırsever biriydi. Yeğeni Hz. Muhammed’i çok seviyor, hiç yanından ayırmıyordu.
Mekke iklimi tarıma elverişli olmadığından, Mekkeliler ticaretle uğraşırlar, çocuklarını da ticarete alıştırırlardı. Ticaret için kervanlarla, yazın Şam’a, kışın Yemen’e seyahet ederlerdi. Ebu Talip de diğer Mekkeliler gibi kervan ticareti yapıyordu. Bir defasında Şam’a giderken, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e amcasından ayrılmak zor geldi; kendisini de yanında götürmesini istedi. Ebu Talib çok sevdiği yeğenini kırmadı. O’nu da kafileyle beraberinde götürdü. Bu esnada henüz oniki yaşındaydı.
Şam’ın 90 km. kadar güneyinde Busra (Eski Şam) denilen kasabada “Bahira” adında bir Hıristiyan rahibi vardı. Kasabaya uğrayan kervanlarla hiç ilgilenmediği halde, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in içinde bulunduğu kervanı karşılayarak bütün kafileye bir ziyafet verdi. Bahira okuduğu kutsal kitaplardan edindiği bilgilerle, Hz Muhammed (s.a.s.)’in simasından, O’nun geleceğini sezmişti. O’nunla konuştu. Sorular sordu. Aldığı cevaplar, düşüncesini kuvvetlendirdi. Şam yolculuğunun bu çocuk için tehlikeli olacağını düşündü. Ebu Talib’e:
“Bu çocuk son peygamber olacaktır. Şam Yahudileri içinde O’nun alamet ve vasıflarını bilen kahinler vardır. Tanırlarsa, ihanet ve kötülüklerinden korkulur. Bu çocuğu Şam’a götürmeyiniz...”dedi. Bu sözler üzerine Ebu Talib Şam’a gitmekten vazgeçti. Alışverişini burada bitirip, geri döndü...
Hz. Muhammed daha sonra da ticaret kafilelerinde bulundu...
Cahiliyye devrinde bir de savaşa katıldı. Kureyş Kabilesi ile Hevazin kabilesi arasında kan davası yüzünden çıkan savaşta Peygamber Efendimiz kimseyi öldürmedi, sadece karşı taraftan atılan okları toplayıp amcalarına verdi. İşte o dönemlerde hayat böyle akıp gidiyordu. Putlar, zina, içkiler, haksızlıklar, zulümler her gün artıyordu. Artık bu olaylara son vermenin zamanı gelmişti...
Her geminin bir kaptanı var
İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye bir grup inkarcı insan gelmişti. Bunlar Allahü Teala’nın varlığını ve alemlerin yaratıcısı olduğunu inkar ediyorlardı. Bu meseleyi İmam-ı Azam’la tartışmak ve müslümanları şüpheye düşürmek istiyorlardı. Adamların niyet ve dertlerini bilen İmam-ı Azam, söze şöyle başladı:
“Bu konuya girmeden önce size bir şey soracağım: Şu Dicle Nehri’nde bir gemi var. Başında bir kaptan, içinde bir yardımcı eleman yokken, kendi başına hareket ediyor, sahile yanaşıyor, içine yiyecek, içecek ve bir sürü malzeme dolduruyor; sonra kendi başına yol alıyor, gideceği yere gidiyor, bu yükleri orada boşaltıp geri dönüyor. Siz buna ne dersiniz ? Adamlar hep bir ağızdan:
“Bu olacak iş değil, böyle bir şey kesinlikle meydana gelemez. Kendi başına bir geminin bunları yaptığı nerede görülmüş?” dediler. O zaman İmam gereken cevabı verdi:
“Bir geminin tek başına bu işleri yapması imkansız olunca, şu koca kainatın kendi başına kurulması, hareket etmesi, içinde bunca varlıkların yaşaması nasıl mümkün olur? Adamlar sustular, bu alemin ve kendilerinin sahipsiz olmayacağını fark ettiler.
İmamın önünde Müslüman oldular.
Paşa konaklarında muhteşem iftarlar
Zengİn iftariyeliklerden sonra soluklanmak ve bir cigara ya da enfiye çekmek adettendi.
Yemek, mutlaka çorba ile başlardı. Et veya tavuk suyuna şehriye, yahut hindi derisiyle hafif sirke ve sarımsaklı tuzlama çorbası içilirdi. Bundan sonra sıra çöp veya fırın kebabı, kıymalı veya peynirli yahut ıspanaklı kol, yahut da bohça böreği, ya da talaş kebabına gelirdi. Bunu ise elmasiye, muhallebi, güllaç gibi karışık hafif sütlü tatlılar takip ederdi. Bundan sonra ekşili bamya gelirdi ki bu, yemekte birinci turun bitip ikinci turun başladığına alametti.
İkinci tur, tavuk veya hindi fırını ile başlardı. Bunlar, fıstıklı, üzümlü, kestaneli ciğerli, katılı ve baharlı iç pilavı ile doldurulmuş bulunurdu. Bundan sonra bol etli mevsim sebzeli, yine mevsimine göre zeytinyağlı barbunya enginar, imambayıldı, taze veya çalı fasulye vb. yemekler gelir, nihayet ortaya kat kat bıldırcınlı, beyinli halis pirinçten, mutlaka Vakfıkebir yağı ile pişmiş tepeleme pilav tepsisi gelirdi. İftar ziyafeti geleneksel olarak en sonra “arz-ı endam” eden cevizli, fıstıklı veya kaymaklı baklava ile son bulurdu.
Bu genel listenin dışında bazı konakların kendilerine mahsus, başka yerlerde pişmeyen sürpriz yemekleri vardı, şimdiki gibi bol bol bulunmayan turfandalar, neşelere neşe katardı. Süt kebabı, fıstıklı hayderî, taze fasulye buranîsi, sütlü yumurta böreği, sarma tavuk, kaymaklı ayva şekerlemesi, acı tatlı vb. bu sürpriz yemeklerdendi ve hazırlanışları o konağın aşçı başısına ait bir sır olup öbürleri ne kadar uğraşsalar aynı lezzette olanlarını yapamazlardı.
Horozdan adak olur mu?
Adak, dinen zorunluluk olmadığı halde, kişinin farz veya vacip türünden bir ibadeti yapacağına dair Allah’a söz vermesine denir. Bir adağın dinen geçerli olabilmesi için, adakta bulunan şahsın, akıllı, buluğ çağına erişmiş ve Müslüman olması gerekir. Ayrıca adanan şeyin, gerçekte mümkün, dinen de makbul ve meşru olması, namaz, oruç, hac, kurban, sadaka gibi farz veya vacip ibadetler cinsinden olması gerekir. Türbelere mum yakma, bez bağlama, horoz kesme, şeker ve helva dağıtma şeklinde yapılan adaklar geçersizdir.
Şartlarına uygun olarak yapılan adağın yerine getirilmesi vaciptir. Adaklarda, belli bir mekanı, malı veya fakiri zikretmiş olma bağlayıcı değildir. Aslolan o ibadetin yerine getirilmesidir.
Ne tarafa döneyim?
RAMAZANLIK
Nasreddİn Hoca bir gün, Akşehir’in sokaklarında yürürken, bir genç yolda kendisini durdurur ve sorar: “Hocam, namaz kılarken kıbleye doğru döneriz ya. Acaba abdest alırken ne tarafa dönmemiz gerekir?”
Hoca, aslında tam “Çeşmeye doğru dön” demek için hazırlanırken, birden aklına Akşehir gençlerinin kendisine zaman zaman oynadığı oyunlar gelir ve genç adama: “Ceketin, çorabın, pantolonun, gömleğin, ayakkabın, şapkan, kısaca elbiselerin ne tarafta ise, sen de o tarafa dön oğul!” deyiverir...
BİR MANİ
Arnavut musun
Tatar mısın
Ekşili çorba yapar mısın
Sana davul çalıyorum amma
Acaba sen oruç
tutar mısın?
İstanbul’daki ramazan delileri
Eskİ bir deyim vardır. “Deliye her gün bayram” diye. Eski ramazanlar’da deliler kendilerini daha ziyade ramazan aylarında gösterirler, özellikle de İstanbul sokakları, cami avluları, onlarla dolar taşardı. Fakat hepsi de sevimli delilerdi. Bunlar ramazan boyunca tekkeleri, dergahları dolaşır, oralarda verilen iftar sofralarına otururlardı.
Bazen de konaklardaki iftarlara giderek, akıllıların bile beceremeyeceği esprili sözlerle herkesi gülmekten kırıp geçirirlerdi. Bunlardan tatlı bir sima da Eyüplü Deli Hidayet’ti. Eyüplü idi ama daha ziyade Çemberlitaş civarında dolaşırdı. Hidayet’in deliliği saat sorma üzerine idi. Her rastladığı kişiye; “İftara ne kadar var?” diye sorardı. Deli Hidayet, bu kadarla da kalmaz, o semtteki evlerin kapılarını çalar, kapıyı açan kadına isterse genç kız olsun; “Hanım nine, topun atılmasına ne kadar kaldı?” diye sorardı. İftar vaktine 5-10 dakika kala yine bir evin kapısına asılmıştı. Sık sık bu kapıyı çalıyor, evin büyük hanımına; “İftara ne kadar var?” diye soruyordu. Defalarca çalınan kapıyı açmaktan tepesi atan ihtiyar kadının nihayet sabrı tükenmişti. Son defa kapıyı açtığında “Yine mi sen?” diye tokadı patlatınca bizim Deli Hidayet; “Çok şükür iftar topu patladı!” diyerek cebindeki zeytini çıkartıp orucunu açıvermişti.
BİR HADİS
Enes’in (r.a.) naklettiğine göre: Hz. Peygamber (a.s.) büyük günahlar olarak şunları saydı: “Allah’a ortak koşmak ebeveyne eziyet etmek cana kıymak ve yalan söylemektir.”
Müslim İman 144 (l 91)
BİR AYET
“De ki: İster ona inanın, ister inanmayın; O, daha önce kendilerine ilim verilenlere okunduğu zaman, çenelerinin üstüne kapanarak secde ederler. Ve derler ki; Rabbimiz yücedir, Rabbimizin vaadi gerçekten gerçekleşmiş bulunuyor.”
Y.SİNAN TANYILDIZ