Güncelleme Tarihi:
Şimdi hangisi olduğunu tam olarak hatırlayamıyorum ama ya şubat sınavlarının kaldırılması için yapılan bir boykot sırasındaydı, ya da şubat sınavlarına girmediğimiz için aldığımız “0”ların not ortalamasına dâhil edilmesini protesto için yapılan bir okul içi gösteri sırasındaydı.
Bağırıp çağırarak kalabalık bir grup halinde dekanlık katına çıktığımızı ve epeyce gürültü koparıp, dekan ile görüşmek istediğimizi hatırlıyorum.
Derken oradaki kapılardan biri açıldı ve içeriden gözlüklü, bıyıklı, dev gibi bir adam dışarı çıktı.
Bir yandan da kavga etmeye hazırlanır gibi gömleğinin kollarını sıvıyordu.
Bize “çıkın dışarı” diye bağırdığını da hatırlıyorum.
O tarihlerde böyle çıkışlara pek pabuç bırakılmazdı ama sanırım Kurthan Hoca’nın o görüntüsünden korkanların sayısı, korkmayanlardan çok olmalıydı ki sessizce yeniden alt kata indik.
O günden sonra “Kurthan Hoca” dendi mi akan sular durmaya başladı.
Paylaşılan ortak bir geçmişin özel anları ve büyük olasılıkla sadece beni ve Kurthan Hoca’yı ilgilendiriyor ama bir daha dönmemek üzere giden bir dostun ardından anılara sığınmaktan başka bir şey de gelmiyor insanın elinden.
Ama bu anılar aynı zamanda Kurthan Hoca portresinin ayrılmaz parçaları da.
Onu yakından tanıyanların kolayca anlayabilecekleri gibi öyle bir “insan” olmasaydı, böyle bir “akademisyen ve hoca” da olamayacaktı.
Kurthan Hoca ile onun deyimiyle “fakir ama mutlu olduğumuz” yıllarda birlikte çok çalıştık, çok güldük ve doğal olarak çok içtik!
Önce Yankı Dergisi’nde başlayan ahbaplığımız, Gelişim Yayınları’nda Erkekçe, Bilim Dergisi ve Sarı Dizi’de çalışırken gelişti ve sonra birlikte Hürriyet’e transfer olduk.
12 Eylül dönemiydi ve Kurthan Hoca artık üniversitede çalışamayan bir “1402’lik” idi.
Playmen, Tempo, Aktüel gibi dergileri birlikte yayına hazırladık. Bitmek bilmeyen bir çalışma gücüne sahip olduğunun altını çizmeliyim.
Birçok kişi onun bir oturuşta üç yazı çevirip, dört yazıyı yeniden yazmasına bakar ve “ne çalışkan adam” diye düşünürdü.
Ben ise bunun “çalışkanlıktan” değil, tam tersine “tembellikten” kaynaklandığını bilirdim.
İşleri bir an önce bitirip, ayaklarımızı uzatıp, bir şeyler içerek tembel gevezelikleri etmek isteği buna yol açardı.
Editör olarak en çok onun yazdıklarını okumayı severdim. Çünkü bir tek harf hatası bile yapmaz, cümle düşüklüklerine meydan vermez, mesele neyse onu açıklıkla anlatabilirdi.
O zamanlar şimdiki gibi bilgisayar değil, daktilo kullanırdık. On parmak yazdığı daktiloda bir tapaj hatası yapsa sayfanın en sonunda bile olsa onu kalem ile düzeltmez, sayfayı yırtar atar ve yeniden yazardı.
Geçmiş zaman kullandığıma bakmayın, eminim ki hâlâ aynı titizliği sürüyordur!
Onunla deniz – güneş konusundaki zevklerimiz de aynı olduğu için birlikte çok tatile de çıktık.
Denize girmeyi sevmez, güneşten nefret ederdi, ben de öyle!
Gittiğimiz otelde ya da yazlıkta kendimize bir gölge yer bulur, bira kasasını yanımıza alır, akşama kadar kitap okur, arada bir sohbet ederdik.
Denize girmenin yanlışlığı ve gereksizliği konusunda şöyle bir tez de geliştirmişti: “İlk canlıların denizlerden çıkıp karada yaşamaya başlamaları için milyonlarca yıl süren bir evrim süreci gerekti. Şimdi beş dakikalık bir zevk uğruna bütün bu evrim sürecine ihanet etmek doğru olmaz!”
Bir de “ölümden döndüğümüz” bir an var.
12 Eylül’ün en hızlı dönemlerinde Ankara’da Atatürk Spor Salonu’nda Fenerbahçe – Galatasaray basketbol maçı vardı. “Cumhurbaşkanlığı” makamı fesholduğu için “Devlet Başkanlığı Kupası” oynanacaktı.
Cebimizde basın kartlarıyla maça girmeye çalıştık, izdihamdan kapıya bile yaklaşamadık.
Kurthan Hoca’yı Atletizm Federasyonu Başkanlığı döneminden tanıyan bir görevli bizi “sporcu girişine” yönlendirdi, oradan içeriye girdik.
O tarihlerde spor salonlarında sigara içmek serbestti. Şimdi fıkra gibi geliyor ama öyleydi!
Soyunma odalarının olduğu fuayede sigara içip, gelene geçene bakıyorduk ki içeriye bir inzibat ordusu hücum etti. Meğerse Kenan Evren de izdihamdan kurtulmak için sporcu girişini tercih etmiş. Askerler herkes gibi bizi de itip kakınca Kurthan Hoca gürledi: “Kim ulan bu yaldızlı?”
Sesi içinde mobilya, perde vs olmayan o fuayede yankılanmaya devam etti.
Bunun doğal sonucu silahların üzerimize çevrilmesiydi ve sanırım zamanın Emniyet Müdürü Yardımcısıydı, Mehmet Ağar bizi kurtardı: “Hocama dokunmayın!”
Kurthan Hoca ile ilgili anılarım gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor.
Kurthan Hoca’nın ağzına küfür gerçekten yakışırdı. Hâlâ o kadar özenmeme rağmen onun gibi küfür edemiyorum, sıkı bir küfrü hak edenlerle karşılaştığımda da “keşke Hoca şu anda burada olsaydı” diye düşünüyorum.
Bir gün Gelişim Yayınları’ndan çıktık ve bir taksiye bindik. Beşiktaş’ta bir meyhaneye gitmek gibi bir planımız vardı, zaten ikimizin ortak başka planı da kolayca geliştirilemiyordu.
Hoca taksi şoförüne sordu: “Hayat nasıl geçiyor?”
Taksici çok efkârlıydı: “Abi bizimkisi hayat değil, yaşantı!”
Hoca gitti artık, bize de yaşantı kaldı sanırım.