Güncelleme Tarihi:
Arif Aşçı ve ekibinin 15 ay süren İpek Yolu macerasını anlatan dev kitap yayımlandı.
İki bin yıl boyunca insanlık tarihine damgasını vurdu ipek yolları. Kervanlar, zorlu doğa koşulları altında aştılar kurak çölleri ve yüksek dağ geçitlerini. Doğudan batıya sadece ipek, baharat ve porselen değil; geçtikleri ülkelerin dillerini, dinlerini, geleneklerini, keşiflerini, damak tatlarını da taşıdılar. İşte, ikibin yılına çok az kala dört çılgın adam ortaya çıktı ve bu yolları, aynı koşullarla aştı. Sanat tarihçisi ve fotoğrafçı Arif Aşçı, film yapımcısı Amerikalı Paxton Winters, fotoğrafçılar Necat Nazaroğlu ve Murat Özbey, on deve ve yükleriyle 1996 yılında Çin'in Şian kentinden yola çıktılar ve 15 ay boyunca tam 12 bin kilometre yol katettiler. Ana sponsorluğunu Çanakkale Seramik ve Kalebodur'un yaptığı, Fuji Film, Nordstern İmtaş Sigorta, THY, Leica, Kempinsky Hotels ve Caravan'ın desteklediği yolculuk için Çin'den yola çıkıp, sırasıyla Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve İran'ı geçip Türkiye'ye ulaştılar. Kimi zaman karlı dağlarda, kimi zaman kızgın çöllerde eski çağlardaki gibi doğayla mücadele etmekle birlikte teknoloji çağının olanaklarından da yararlandılar. Yolculuk digital kameralarla filme alındı, son model fotoğraf makinalarıyla fotoğraflandı, gezi günlüğü konuşmayı anında metne çeviren özel donanımlı bilgisayarlarla tutuldu, güzergah detaylı Nasa haritaları üzerinde çalışarak, uydu yön belirleme cihazları kullanarak bulundu. 100 bin karenin üzerinde fotoğraf, 200 saati aşan film çekilen bu yolculuk, sonunda Arif Aşçı'nın kaleme aldığı dev bir kitap ve sekiz bölümlük belgeselle belgelendi. ‘‘İpek Yolu'nda Son Kervan’’ adıyla Türkçe ve İngilizce olarak basılan ve yurt dışında da Almanca, Fransızca ve İtalyanca'sı yayımlanacak olan kitap, 650 sayfa ve 27x37 boyutlarında, özel kuşe kağıda baskılı, bez cilt üzerine şömizli ve mukavva kutu içinde. Fiyatı 225 dolar. Kitapta 600'e yakın fotoğraf yeralıyor. Ve bir de Arif Aşçı'nın gezi günlüğü... Aşağıda alıntılarını bulacağınız kitabı okuyunca kimi kez gülecek, kimi kez şaşıracak, çok şey öğrenecek ve çoğunlukla bu genç adamların başarısı karşısında hayranlık duya-caksınız...
‘Herşey bir şakayla başladı’’ diyor Arif Aşçı. Tarihi İpek Yolu'nu bir deve kervanıyla aşma fikrinin, 1994 yılında Galata'da bir evde şaka niyetine ortaya atıldığını anlatarak başlıyor. Ama o günün daha öncesinde, 1986 yılında Arif Aşçı'nın Takla Makan Çölü yakınlarında bir deve kervanını gördüğü sahne var:
‘‘Ateşin etrafında bir grup adam. Ateşin ışıltıları, kahverengi granitten yontulmuş gibi bu sert yüzleri yalıyor. İse bulanmış kocaman bir çaydanlık. Çay! Tarih öncesinden kalmış gibi kocaman tüylü kafalarıyla görkemli yaratıklar, develer. Kervancılar kaba koyun postlarına sarınmış, iri ellerini ateşe uzatmışlar. Onları iki bin yıl önceki gizemli geçmişe bağlayan kamp ateşi başındalar...’’
İşte bu görüntü on yıl boyunca gözünün önünden gitmiyor, Aşçı'nın; hatta Louvre duvarlarında asılı bir Delacroix tablosu gibi dinamik kıvrımları netleşiyor, giderek renkleniyor, canlanıyor. Nefes almaya, yaşamaya başlıyor. Kanıtı da Çanakkale Seramik ve Kalebodur'un yayımladığı dev kitap ve önümüzdeki baharda yayımlanacak olan sekiz bölümlük belgesel.
ÇİN USULÜ SPAGETTİ
Saanşi Eyaleti'nde yol aldığımız ilk günlerde şunu farkediyoruz ki, Mao'nun yaptığı ihtilalden geriye bir tek şey kalmış; kadın ve erkeklerin aynı modelini giydiği askeri lacivert ceketler ve gri kasketler! (...)
Lamien ya da Çömiyen yapılışını izlemek, Çin mutfağının en ilginç şovlarından biridir. Aşçı siparişe göre yeterli miktarda yağlı bir hamuru una bulanmış bir tezgahta büyük bir maharetle önce ikiye, sonra dörde, sonra sekize havada savurup katlayarak, giderek bu katlamaları ince bir 'spagetti' elde edene kadar sürdürüyor. Sonra da kaynayan kazana atıp, makarnanın sosunu hazırlıyor. Makarnanın hazırlanışı bütün Kuzey Çin'de aynı, fakat sos bölgelere göre değişiyor (...)
TUHAF BİR KARŞILAMA
Çölün kapısı Gansu eyaletinin sınırlarına girdikten birkaç gün sonra Hui köylerinden birindeki çok özel karşılanışımız, ekipteki herkesin hayat boyu unutamayacağı bir olay oluyor. Müslüman Çinlilerden oluşan köyün son derece yoksul, tek katlı kerpiç evler içinde yaşayan insanları zaman içinde kaybolmuş gibi durgun, sakin bir ifadeyle köye bir akşam üzeri giren, boyunlarında Türkiye'den getirilmiş çanların çaldığı develerle bu acayip kervanı ve sakalları uzamış, bellerinde kocaman bıçaklar sarkan kervancılarını izliyorlar (...) Sonra, imam geliyor, ışığı çoktan uçup gitmiş çekik gözlerinden yaşlar boşanarak tek tek hepimize sarılıp ağlamaya başlıyor. Ardından diğer ihtiyarlar ve sonra genç kızlar, çocuklar. Tüm köy halkı!
Efsaneyi dinleyince mesele anlaşılıyor: Bin yıl önce Gansu'nun imparatoru rüyasında, seyahat etmekte olduğunu teknenin alabora olduğunu görür. Herkes denizin karanlık sularında kaybolurken kıyıya ulaşan imparatoru dört kişi kurtarır. Kara uzun sakallı, bellerinden sarkan keskin uzun bıçaklarla, dört Müslüman Türk! Kan ter içinde uyanan imparator sarayın müneccimbaşını çağırıp bunun ne anlama geldiğini sorar. Anlamı açıktır; Orta Asya'da giderek yaygınlaşan tek tanrılı bir dine mensup insanlardan (muhtemelen Türklerden) dört beş tanesi ülkeye çağrılıp konuk edilecek, hediyelerle ağırlanacak, dahası güzel Çinli kızlarla evlendirilecek, tanrılar böylece memnun edilecektir. Müneccimbaşının dediği gibi yapılır ve efsaneye göre bundan bin yıl önce tıpkı o akşam olduğu gibi, bir deve kervanıyla karasakallı, bellerinden uzun bıçaklar sarkan dört Türk Gansu'ya gelir, bölgeye yerleşirler. Çinli kızlarla evlenirler ve bugünkü Müslüman Çinlilerin ataları olan ilk Huiler dünyaya gelir.
KAYBOLUYORUZ!
Telsizlerimiz kısa menzilli, GPS kullanmak yararsız. Washington'dan aldığımız yüksek ölçekli haritalarda ise ne son çıktığımız köy, ne bir sonraki, ne de geçtiğimiz toprak dağ yolları var. İçgüdülerimize dayanarak ilerliyoruz. Haritalardaki genel yönü saptayıp, çöllerde olduğu gibi sisli gökyüzüne bakarak, güneşin batmakta olduğu yönü saptayarak batıya doğru ilerliyoruz. Batıya, yani Türkiye'nin olduğu yöne! (...) Nefes kesen güzellikteki Tien Şan dağları bibiri ardına yükselirken takip ettiğimiz ince patika yolun yavaş yavaş bir vadiden aşağıya doğru indiğini farkediyoruz. Önce dağ köylerinden bebeğini at üstünde hastaneye götüren bir Kırgız kadına, sonra at çobanlarına rastlıyoruz. Doğru yoldayız (...)
ACZMENDİLER GELMİŞ
‘‘Doğubeyazıt'ta dolanırken bizi gören herkesin ‘Aaa bak Aczmendiler gelmiş' demelerine daha fazla dayanamıyor, bütün ekip yemekten sonra bir berbere giderek omuzlarımıza kadar sarkan saçlarımız kestirip ortaçağ korsanlarını andıran sakallarımızı biraz kısalttırıyoruz. Artık büyük karşılamaya hazırız. Bir yıldır yollardayız ve o gece hayatımızın en derin uykularından birini uyuyoruz.’’
Ekibin Ankara’da Çankaya'nın bahçesinde ziyaret ettiği Cumhurbaşkanı Demirel, konuşmasında ‘‘İşte demokrasi de bir deve kervanı gibidir, sabır ister, ağır ağır ve dikkatle ilerlemek ister’’ diyor. Aynı gün onlardan birkaç saat sonra hükümeti kurmak için Mesut Yılmaz'a görev verecek. Törenden sonra mutlu olmayan tek kişi var: Çankaya'nın bahçevanı! Çünkü törende Demirel'in uzun konuşması sırasında ta Çin'den gelen bir grup devenin yıllardır özenle yetiştirdiği gülleri yemesini bir türlü kabul edemiyor. Konuklar ve basın dağıldıktan sonra herkese söyleniyor.
En zoru Türkiye’ye girişti
Gürbulak sınır kapısından 12 Nisan'da Türkiye'ye giriyoruz. Ama bu o kadar kolay olmuyor. Ancak üçüncü derecede yetkili olduğunu ertesi gün anlayacağımız bir memur toz toprak içindeki giysilerimize bakıp muhtemelen deve kokumuzdan da rahatsız olup bizi azarlayarak,
‘‘Kardeşim İran'dan canlı hayvan ithal etmek yasalara bağlıdır, bunların salgın hastalığı var, mikrobu var, sizin işiniz zor. Develeri karantinaya koymak icap ediyor, en az üç ay kalmaları gerekebilir’’ diyor.
Uzun hikayenin gerisi kitapta...