Güncelleme Tarihi:
Tarihi Kurtuluş semtinde, beyaz, şık bir apartmandan içeri giriyoruz… Sergi afişleriyle süslü merdivenlerinden çıkıp onlarca obje, kitap ve resimler içindeki ofise ulaşıyoruz. Bizi burada, Türkiye’nin ilk sanat galericilerinden, Galeri Baraz’ın kurucusu Yahşi Baraz gülümseyerek karşılıyor… Baraz’ın hikayesi, tam da içinde bulunduğumuz, 1900 yapımı Baraz Apartmanı’nda başlıyor! Aile, kökenleri 200 yıl öncesine dayanıyor… Dedesinin babası, I. Balkan Harbinde Vardar Orduları Komutanlığı yapmış olan Zeki Paşa, İstanbullu tarihi bir kişilikmiş; Osmanlı ordusunda Genel kurmay Başkanı, okulda Harp Tarihi profesörü olarak Atatürk’ün hocası, Musul Valisi… Anne tarafı da CHP Çanakkale mebusu Hüseyin Avni Yukarıuç… Bu iki ailenin çocukları, Ahmet Münir Bey ile Ülker Hanım evleniyor. Baba Ahmet Münir Bey Türkolog ve Mongoloji uzmanı. İki çocukları oluyor. Dede Korkut hikayelerinden esinle birinin adını ‘Biriçimsu’, diğerininkini ‘Yahşi’ koyuyorlar…
‘BİLEK BÜKÜŞÜNDE BENİ KİMSE YENEMEZDİ!’
Yahşi Baraz 1944’te, bugün halen ömrünün büyük kısmını geçirdiği Baraz Apartmanı’nda dünyaya geliyor. Çocukluğunu, “Çok aydın bir ortamdı” diye anlatmaya başlıyor: “Varlıklı bir aileydik. Kış aylarını Kurtuluş’ta, yazları Tarabya’daki yazlıkta geçirirdik. Çoğunlukla ekalliyetin yaşadığı yerler olduğundan bütün arkadaşlarım Rum, Yahudi, Ermeni, Fransız, İtalyandı… En büyük merakım spordu. Fiziksel olarak çok kuvvetliydim. Bilek büküşünde kimse beni yenemezdi. Yazın kürek çeker, yüzerdim.” Sanat, Barazların evinde bir merakmış… Baba Ahmet Münir Bey’in özellikle etnolojik eserlere ilgisi olduğundan küçük Yahşi de eski halı, yazı, bakır koleksiyonları içinde büyümüş. Ancak kendinin sanatla daha yakından ilk teması spor sayesinde olmuş! Baraz anlatıyor: “Spor arkadaşlarımdan biri ressam Salih Acar’dı. Onunla Tarabya’dan Beykoz’a yüzer gelirdik. 15-16 yaşında onun sergilerinde resim asmaya yardım ederdim; ortamları hoşuma gitti.”
‘OKULUN KARANLIK KORİDORLARINI SEVMEDİM’
Bu ilk temasın ileride kendi kariyeri olacağından henüz haberi yoktu! Atatürk Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nü kazandı. Ancak orada uzun kalmadı… Anlatmaya devam ediyor: “Okulun kalabalık amfileri ve karanlık koridorları hiç hoşuma gitmedi. Akademi (Bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi) kurslarına katıldım. Ertesi yıl, 1964’de Akademi’yi birincilikle kazandım. Burada sanat benim için bir tutku haline geldi. Hocalarımdan biri Sabri Berkel’di. Sanatsal olarak bana çok katkısı oldu. Ressamlığı kadar hocalığı da muazzamdı. Maceracı bir ruha sahip olduğumdan her yaz cebimde küçük bir parayla evden çıkıp Avrupa’ya giderdim. Otostopla ülkeleri gezerdim. Buralarda hem bulaşık, yerleri silme, kahveci çıraklığı gibi işlerde çalışır hem de müze ve galerileri gezerdim. O dönem, yani 1960’larda Türkiye’de sanatla ilgili hiçbir şey yoktu. Avrupa’daki örnekleri gördükten sonra ‘Ben bu konu üzerinde duracağım!’ dedim.”
‘SOHO’DA POP-ART; WARHOL’LAR, LEO CASTELLI…’
Akademi mezuniyetinin ardından önce Mardin’de jandarma olarak askerliğini yaptı. Sonra da 1971 yılında Baraz Apartmanı’ndaki ilk dükkanını açtı; bir seramik atölyesi… Baraz, “Sigara tablaları, duvar panoları ve vazolar yaparak Osmanbey ve Nişantaşı’ndaki mağazalara satardım” diye anlatıyor. Ancak Yahşi Bey kendi deyimiyle ‘durmayı pek sevmeyenlerden’di! Arkadaşı Erbil Yener’in daveti üzerine cebinde 200 dolarla uçağa atladığı gibi 1974’de New York’a gitti. Bizi de anılarla 1970’lerin avangard New York sanat ortamına götürüyor: “Daha ilk gün müzelerden birinde efsane seramik sanatçısı Phyllis Hammond ile tanıştım. Onunla trilyonerlerin oturduğu New York’un kuzeyinde Briarcliff Manor’a taşındım. Komşu villaların evlerinde Henry Moore’lar, Mirolar, Picassolar vardı. Üç ay atölyesinde çalıştıktan sonra galeri ve seramik atölyelerinin toplandığı muhit Soho’da ‘Unicorn’ isimli bir galeride iş buldum. Resimlere ambalaj yapıyor, yerleri siliyor, tabloları sahiplerine taşıyordum. Soho’nun en hareketli zamanıydı; pop-art, Leo Castelli, Andy Warhol… Limuzinli insanlar gelir, her yer dolup taşardı. ‘Ben bunu Türkiye’de yapmalıyım!’ diyerek Amerika’da geçirdiğim bir yılın sonunda Türkiye’ye döndüm.”
BABASI: ‘BU BİR MESLEK DEĞİL, PERİŞAN OLURSUN!’
Amerika’dan döndüğünde sanat dünyasındaki ‘kuraklık’ devam ediyordu. Babası oğlunun dönmesine memnun oldu. Fakat galeri açma niyetini duyunca kaşlar çatıldı. Yahşi Bey, “Hiç tasvip etmedi!” diye anlatıyor: “Cebime beş bin lira koyup ‘Bu bir meslek değildir, perişan olursun. Sana iyi şanslar’ dedi. Haksız değildi. Sanat o zamanlar para etmeyen bir alandı. Bugün de böyle. Bir Anadolu şehrinde ‘Ben ressamım’ deseniz sizi ciddiye almazlar.” Doğduğu apartmanın alt katındaki bir salona badana yaptırdı; tabelasını astı: ‘Galeri Baraz.’ Sermayesi beş bin lira ve sanat bilgisiydi. Önce Akademi’den tanıdığı hocalarının kapısını çaldı. Yahşi Bey, “Zaten o zamanlar ‘genç kuşak sanatı’ diye bir şey yoktu” diye devam ediyor: “Türk resminin fiyatı bile yoktu. İnandığımız sanatçı hocalarımızla başladık; Sabri Berker, Ali Avni Çelebi, Cevat Dereli, Nurullah Berk. Resimlerine 200 dolar fiyat biçtik. En genç sanatçılarımız Mehmet Güleryüz ve Ömür Uluç’tu. Arka arkaya bu sergileri açmaya başladım.”
‘TÜRK RESİMLERİNİ TÜRKİYE’YE TANITTIK’
Galeri Baraz, bugün 46. senesini geride bırakıyor… Yahşi Bey, bu yılların nasıl geçtiğini şöyle özetliyor: “Bir sanatçı için en önemli şey teşhir etmek, onay almak, toplum tarafından saygı görmektir… Galeriyi açmaya hazırlanırken Bedri Rahmi Eyüboğlu ziyarete gelip, ‘Sen bunu yapacaksın reis!’ diye beni motive etmişti… Daha önceleri Kapalıçarşı’da mezatlar olurdu. 1960’lı yıllarda Beyazıt’ta pazar günleri eski objeler, antika eşyalar hatta arkeolojik eserler bile açıkta satılırdı. Beyoğlu’nda şehir galerileri, Tünel’de resim satan galeriler vardı ama kategorize değillerdi. Galericilik aslen 1970’lerin ortasından sonra başladı. 1950-1955 arası Adalet Cimcoz’un açtığı Maya Galerisi vardı. Bugün galeri sayısı 300’ü bulmuş deniyor…”
SENE 1988: New York'taki Tony Shafrazi Galerisi'nde ünlü Türk ressam Erol Akyavaş (solda) ve Tony Shafrazi (ortada) ile...
‘BİR GECE TÜM SERAMİKLERİMİ ÇÖPE ATTIM’
Yahşi Baraz, ‘Galeri Baraz’ı açtığında ‘sanatçı’ kimliğini de korumuş. Ta ki… 1976 senesinde bir geceye kadar! Kendisinden dinleyelim: “Galerinin alt katında seramik atölyem, büyük paralar harcayarak kurdurduğum fırınlarım vardı. Bir akşam atölyeye geldim ve ‘Bu böyle olmaz. Ben artık sadece resim, heykel alım satımına konsantre olmalıyım’ diyerek bir kamyon tuttum. Sabaha kadar tüm seramiklerimi kırıp hamallara taşıtarak çöpe attırdım! Bina boşalınca çok ferahladım. Hiç de üzülmedim.‘’
‘SANATÇI ÜŞÜTÜK KİMSEDİR EVLENİRSENİZ, YANDINIZ!’
Bir sanatçı için, yalnızca başkasının eserlerini alıp-satmanın nesi caziptir? Yahşi Bey, “Yelpazesi daha geniş, daha tatmin edici geldi” diye yanıtlıyor: “Dünyaya açılıyorsunuz. Müzelerle, başka galeri ve sanatçılarla diyalog kuruyorsunuz. Çok da zordur çünkü iki grup arasında sıkışmıştır… Zenginler kaprislidir. Sanatçı grubuysa daha da kaprislidir! Bu da gayet tabiidir; ressam dediğiniz üşütük bir kimsedir! Onun kaprisini kabul etmeniz lazım. Bizim ressamların da yüzde 99’u böyledir. Evlenseniz, yandınız! Öyle bir politika yürüteceksiniz ki iş adamıyla da konuşurken kendinizi ezdirmeyeceksiniz, ressama da gerekli her şeyi söyleyebileceksiniz.”
‘TÜRKİYE’NİN ŞANSSIZLIĞI YILDIZ İSİM ÇIKAMIYOR’
Yahşi Baraz bir sanat simsarı olarak Türk ressamlarının zaman içindeki değişimini nasıl değerlendiriyor? Şöyle yanıtlıyor: “Her ülke 5-10 senede bir yıldız yaratır. Mesela Amerika’da 1940’lara kadar pek bir şey yoktu. Sonra Jackson Pollock, Mark Rothko, Robert Motherwell gibi Amerikan soyut sanatı isimlerini lanse ettiler. Onları Robert Rauschenberg, Roy Lichtenstein, Warhollar izledi. Türkiye’nin en büyük şanssızlığı, bienaller, fuarlar yapılıyor ama iyi isim çıkaramıyorlar. Biz galeriyi açtığımızda en meşhur isimler Orhan Peker ve Nuri İyem’di. Şimdi için Adnan Çoker, Ahmet Güneştekin, Bedri Baykam, Fahrelnissa Zeid, Nejad Devrim, Güngör Taner, Burhan Doğançay, Devrim Erbil, Mehmet Gün ve Ömer Uluç’u sayabilirim.”
"Piyasa en çok dört beş ressam etrafında dönüyor. Satış çoğaldı ama sanat fukaralaştı. Herkes daha ziyade Ahmet Oran, Ekrem Yalçındağ, Devrim Erbil, Ahmet Güneştekin alıyor. Şu an Türkiye’de yapılan resimlerin sanatsaldan çok dekoratif değeri var. Resim evrenseldir. Öyle bir sanat eseri almalısınız ki bu eser Tokyo’da da Stockholm’de de aynı değeri taşımalıdır."
‘HER ESER ALAN KOLEKSİYONER DEĞİLDİR’
Peki ya koleksiyonerler? Ekonomik değişimler alıcı profilini de dönüştürdü mü? Yahşi Bey, “1975’ten sonra belli isimler vardı; Halil Bezmen, Mustafa Taviloğlu, Erol Aksoy, Can Has, Barbaros Çağa, Sakıp Sabancı, Bülent Eczacıbaşı ve Ali Koçman” diyor: “Galerilerin ardından açık arttırma merkezleri 1990’lardan sonra otellerde davetler verdi, açık artırmalar yaptı ve Türk resminin satışları bayağı hızlandı. Ancak çok eseri olan herkes koleksiyoner değildir. Koleksiyonunun içeriğine bakmak lazımdır. Her profilden insan sanat eseri alsın; bu güzel… ama bütün mesele bugün topladığı resimler 20-30 sene sonra nasıl olacak?”
‘YÜZLERCE YIL AYNI EKOLE BAKMAK İSTEMİYORUZ’
Son dönemde çok gündemde olan dijital sanat ve ‘NFT’ ile ilgili değerlendirmeleri neler? Yahşi Baraz, “Sanat devamlı değişim içinde olduğundan faydalı” diyor: “1860’lara kadar gelen klasik eserler döneminden sonra bir kırılma oldu ve sık değişiklikler geldi; post-modernizm, sürrealizm, Dadaizm, soyut sanat, fotorealizm, kavramsal sanat... İnsanlar artık yüzlerce sene tek ekole bakmak istemiyor. Dijital sanat Batı ülkelerinde 2013’ten beri yapılıyor. Bu konu etrafına yeni sanatçılar yetişecek ve yeni bir boyut kazandıracak. Refik Anadol’un sergisinin önünde kuyruk olması çok iyi.”