Güncelleme Tarihi:
En önemlileri İsmail Dümbüllü ile Halide Pişkin’in sahne aldığı çadır tiyatrosuydu. İftar vakti, İstanbul’un değişik yerlerinden atılan toplarla duyurulurdu.
BENİM ramazan hatıralarım, ikinci dünya savaşı yıllarına dayanır. Kıtlığın kol gezdiği İstanbul’da geçim darlığının ağır yükü, insanlara şöyle ağız tadıyla bir ramazan idrakine fırsat vermemişti.
Ekmeğin karneye bağlandığı yıllardı. O zamanki deyimiyle ihtikâr (bugünkü deyimle karaborsa) almış başını gitmiş; fakir halk, elindeki üç beş kuruşu evin geçimi için harcarken, dayanılması zor acılar içinde kalmıştı. Çoğu da ramazan geldiğinde, kömür karnelerini satarak elde ettikleri üç beş kuruşu, evinin iftar sofrasına sıcak bir kâse çorba koyabilmek için harcıyordu.
Karne ticaretinin merkezi Bahçekapı idi. Vakıflar hayratının köşe başında toplanan alıcı ve satıcılar güya yasak olan bu ticareti yakalanmak korkusu olmadan sürdürürlerdi. Hatta bu piyasa, ramazanlarda bir tür zabıta hoşgörüsüyle canlı tutulurdu. Burada karnesini satanlar, avuçlarındaki üç beş lira ile doğru Mısır Çarşısına giderek evlerinin nevale paketini hazırlatır; elde avuçta ne varsa tezgâhtarlara teslim ederek Bahçekapı tramvay durağına yönelirlerdi.
SAVAŞ TEDİRGİNLİĞİ
1940’lı yıllarda savaşa girmedik; ama savaş ihtimalini sürekli kapınızın önünde hissetmenin ağır endişesini yaşadık. Savaş endişesi, toplumun dayanma gücünü kıran en ağır zihin ve duygu darbesini yaratmıştı. Ya harbe girersek sorusuna karşı cevapsız kalan her sessizlik saniyesinde, bu yürek buran ihtimal, ramazan gecelerinde ağız tadıyla sahur bekleyen eğlenceleri de alıp götürmüştü.
Yine de aile içinde bir sazın ustası olarak öne çıkanların refakatinde, evlerin genç kızları, gelinleri, yetişkin delikanlıları ve damatları aile sofrası sonunda o dönemin yeni bestelerini seslendirirlerdi. Musikimize renk ve incelik katmış bestekârlar arasında, Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Yesari Asım, Sadi Işılay, Cevdet Çağla, Şerif İçli, Şükrü Tunar, Osman Nihat Akın önde gelen isimlerdi. Yeni bestelerin basıldığı “Şarkılar ve Türküler” isimli broşürlerde yeni şarkıların güfteleri yer alırdı. Sesi güzel seyyar satıcılar, yeni besteleri sokak aralarında dolaşarak satar ve halkın bu yeni bestelerin sözlerini öğrenmelerini sağlarlardı.
RAMAZAN SANATÇILARI
O yılların nihavent ve hüzzam şarkıları öylesine beğenilmişti ki, bu gün bile söylendiğinde, torunların çocukları bile iştirak ederek geçmiş dönemin musiki zevkini geleceğe uzatan bir köprü görevi üstlenirlerdi. Hele Osman Nihat’ın bir seri nihavent şarkısı vardı ki, dönemin en ihtişamlı şarkılarıydılar: “Bir ihtimal daha var”; “Göze mi geldin, sen mi unuttun”; “Şu seven kalbin feryadını duy”; “Güzel bir göz beni attı”, “Geçti hayal içinde bunca” yıl” en çok çalınıp söylenen eserlerdi. İtibarlı gazinolar vardı. Kıtlık yılları olmasına rağmen ramazanda müşterisi eksilmeyen gazinolar vardı. Yenikapı’da Çakır Gazinosu ile Taksim’de Kristal Gazinosu her gece tıklım tıklım dolardı. Şöhretli sanatçılar, Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Perihan Altındağ, Hamiyet Yüceses, Sabite Tur idi. Erkek sanatçılar arasında Münir Nurettin, Necmi Rıza, Mustafa Çağlari Mustafa Kovancı, Ahmet Üstün, Lütü Güneri öne çıkan isimlerdi.
MİKROFONSUZ EZAN
Ramazan mevsiminde Gülhane Parkı’nın Alemdar girişinde kurulan sahnelerde ve meydanlarda geleneksel şenlikler sergilenirdi. En önemlileri İsmail Dümbüllü ile Halide Pişkin’in sahne aldığı çadır tiyatrosuydu. İftar vakti, İstanbul’un değişik yerlerinden atılan toplarla duyurulurdu. O tarihte radyolarda ezan okuyarak iftar tebliği söz konusu değildi. En keyifli ve güvenilir zaman belirlemesi kandillerin yanmasıydı. Mahallenin çocukları “kandiller yandı” çığlıklarıyla evlerine koşar ve oruç açmanın vaktini duyururlardı. Ezanlar mikrofonsuz okunurdu. Şimdiki gibi müezzinler odalarında keyif çatıp oturmazlardı. Hoparlörleri açıp kaseti koyarak aynı ezanı günde beş kez tekrarlamazlardı. Değişik makamlarda ve her defasında yeni nağme zenginlikleriyle ibadete davet ederlerdi. Panayır yerlerindeki eğlencelerin en davetkâr olanı salıncaklar ve dönme dolaplardı. Pamuk helvacıları, mevsimine göre; macuncular, dondurmacılar, keten helvacıları, susam ve kos helvacıları çocukların elindeki bayram harçlıklarını, evlerinin nafakalarına dönüştürürlerdi. O dönemde buzdolabı olmadığından yaz vakti ramazanlarında köşe başlarında kalıp halinde buz satılır ve evin erkeği yuvasına dönerken parmaklarının ucunda bir de küçük buz kalıbı sallandırırdı. Devir değişti. Teknoloji gelişti. O dönemin doğal sayılan her hareketi artık geri kalmış yöntem olarak yorumlanıyor. İşin özünü tek cümlede özetlemek mümkün: Ramazanlar hala dini ve insani değerlerini koruyor; ne çare ki, biz insanlar değiştik... Sorun da burada başlıyor... Yılmaz KARAKOYUNLU
KUR’AN’DAN ÖĞÜTLER
HER GÜN BİRAZ DAHA GÜÇSÜZ DÜŞEREK: “İnsana da anne-babasına iyi davranmasını emrettik. Annesi onu her gün biraz daha güçsüz düşerek karnında taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olmuştur. (İşte onun için) insana şöyle emrettik: Bana ve anne babana şükret. Dönüş banadır. Eğer hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşırlarsa, onlara itaat etme. Fakat dünyada onlarla iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim.” (Lokman, 31/14-15) KAYNAK: KUR’AN’DAN ÖĞÜTLER- Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
SURELERE İSİM VEREN AYETLER
HİCR SURESİ: Mushafta 15. iniş sırasına göre 54. olan ve 99 ayetten oluşan sure ismini 80. ayette geçen “Hicr” isminden almıştır. Hicr, Arap yarımadasının kuzeybatısında, Medine-Tebük yolu üzerinde, sarp ka¬yalıklarla çevrili vadinin ve bu vadideki yerleşim yerinin adıdır. Surenin, müşriklerin Hz. Muhammed’e ve Müslümanlara yönelik baskılarının arttığı dönemde inmiştir: “...Kuşkusuz Hicr halkı da peygamberleri yalancılıkla suçladılar. Oysa onlara ayetlerimizi de gönderdik, fakat bunlara sırt çevirdiler. Onlar, güvende olmak üzere dağlan oyarak barınaklar yaparlardı...”
Ramazan Sofrası
CİĞER PİLAVI
MALZEMELER: 2 su bardağı pirinç, 250 gr kuzu ciğeri, 3 çorba kaşığı tereyağı, 4 su bardağı su, tuz.
HAZIRLANIŞI: Ciğeri yıkayın. Bir tencereye alıp üzerini geçecek kadar su ilave edin ve haşlayın. Süzgece alıp soğuyuncaya kadar bekletin. Soğuduktan sonra küçük küçük doğrayın. Pirinci yıkayıp süzün. Tencereye alıp ciğer, tuz ve 4 su bardağı sıcak su ilave edin. Pirinç suyunu çekinceye kadar kısık ateşte pişirin. Ocaktan alıp 6-7 dakika kadar demlenmeye bırakın. Tereyağını küçük bir tavada kızdırıp pilavın üzerine gezdirin. Pirinçleri fazla ezmeden tahta kaşıkla harmanlayıp sıcak olarak servis yapın. Kaynak: www.lezzet.com.tr
Prof. Dr. Hasan ONAT: Bir Sabah Namazından Tarihe...
İSTANBUL’da yaşayanlar ne düşünür bilmem ama, İstanbul her aklıma geldiğinde, biraz heyecanlanırım; biraz da korku duyarım. İstanbul’a ilk ayak bastığımda şehrin beni yutacağı gibi bir duyguya kapılmıştım. Çünkü beni karşılayacak olan ortalıkta yoktu... Hayalimdeki İstanbul, önce sadece Osmanlı idi. Fatih’in türbesini ilk ziyaret ettiğimde ne kadar heyecanlandığımı anlatamam. Belki de Yahya Kemal’in etkisi, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nı hâlâ merak ediyorum. Daha sonra “tarih”in ne olduğunu anlamaya başladım. Eyüp Sultan’da, tarih inşa etmenin, tarihi geriye doğru işletmenin ne anlama geldiğini keşfettim. İstanbul’da Eyüp Sultan türbesi inşa etmenin, oradaki mezarın Ebu Eyyub el-Ensari’ye ait olmasından daha fazla bir şey olduğunu, umarım bir gün daha iyi anlayabiliriz. Geçmişin nasıl bir varlık mücadelesi verdiğini bana beton yığınlarına isyan eden ulu çınarlar hatırlattı. İstanbul’da tarih direniyor...
VAROLUŞ ÇAĞRISI
Amacım bir İstanbul yazısı yazmak değil aslında. Fatih Camii’de kıldığım bir sabah namazının bana neler ilham ettiğini sizlerle paylaşmak istedim. Güzel sesli hafızın saba makamında okuduğu ezan insanın içine işliyordu. Ezan, varoluşsal bilinçle ilgili bir çağrıdır. Müslüman insan, ezan sesi duyduğu zaman var olduğunu hatırlar. Namazla birlikte bu varoluşsal bilinç zirveye ulaşır. Bunun için namaz mü’minin miracıdır. Kur’an’ın uyarısını hatırlamanın tam vakti galiba: “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayınız. Onlar yoldan çıkanlardır.” (Haşr, 19) Namaz insana kendi varlığının farkına varma imkanı sağlar. Sabah’ın tatlı sert esintisi, adeta beynimdeki bütün hücreleri uyarmıştı. Henüz caminin içine girmeden, zihnimde geçmişe yönelik med cezirler başladı. Bu minarelerden okunan ilk ezanı, burada kılınan ilk namazı düşündüm. İçimden geçen keşke böylesi tarihi mekanları, inşa edildikleri zamanki ruhu yansıtacak şekilde, doğal bütünlük içinde koruyabilseydik oldu. Hopörlerler, mikrofan teşkilatı mekanın sahihliğine gölge düşürmüyor mu? Namazdan sonra bir müddet daha oturdum camide. Tarihe yolculuk başladı...
CAMİDEKİ KATEDRAL
Tarihi mekânların insanı tarihin derinliklerine doğru çeken tuhaf bir gizemi var. Özellikle cami gibi sinerji oluşturmaya elverişli yerlerde sanki bir tür enerji birikmesi oluyor; tıpkı tuğla tuğla inşa edilmesi gibi, camiye her gelen insan onu sadece kendi dünyasında değil, mevcut haliyle de yeniden inşa ediyor olmalı. Böylesi mekanlarda madde ile mana arasında ilginç gelgitler yaşanıyor. “İnsan” gerçeğinin mekânın her zerresine sindiğini hissediyorsunuz adeta... Benzer bir duyguyu Köln’de Dom Kilisesi’nde de hissetmiştim. Ama orada “soğuk”un ve “ölüm”ün mekânla bütünleştiği gibi bir duyguya kapıldım. Kiliseler aynı zamanda “aziz” kabul edilen bazı kimselerin mezarları ile dolu. Kurtuba Camii’ni ziyaret ederken hissettiklerimi asla unutamam: O muhteşem cami, mezarlığa dönüştürülmüş... Mezarların Müslüman alimlerin izlerini yok etmek için yapılıp-yapılmadığını düşünmeden edemedim. Orada bir de İslam öncesi dönemden bir kalıntı bulmuşlar; cami öncesinde de Hıristiyanlık için kutsal bir mekan olduğunu söylemek istiyorlar galiba... Meşhur Kurtuba Camii’nin içindeki Katedral... Doğrusu insanın kanına dokunuyor...
KARDEŞLİK BİLİNCİ
Şöyle sesleniyor Yahya Kemal Süleymaniye’ye: “Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum; / Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum; / Bir zaman hendeseden abide zannettimdi; / Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi, / Senelerden beri rüyada görüp özlediğim / Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.” Yahya Kemal gibi ben de bir “mağfiret iklimine girmiş” gibi oldum. Ancak onun aksine, camideki Müslümanların aynı saflarda durmalarına rağmen, “Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını” olmaları gerekmesine rağmen birbirlerinden çok uzaklarda olduklarını gördüm. Aynı safta olmak, “kardeş” olma bilincini pekiştirmiyor. Cami, insanları cem etmiyor. Orada olanların da dili, gönlü aynı telden çalmıyor. Dinin birleştirmek yerine birtakım “ayrılıkçı” duruşlara meşruiyet kazandırmaya başladığını görüyorum. Cami üzerinden, kutsallar üzerinden toplum ayrıştırılıyor. Oysa Kur’an asırlar öncesinden uyarıyor: “Dinlerini paramparça eden ve çeşitli zümrelere ayrılanlardan olmayın ki, o ayrılığa düşen her zümre, kendi inancı ve kendi görüşü ile övünüp durmaktadır.” (Rum, 32)
Bir an Ankara’daki beton yığını apartmanların bodrum katlarındaki güneş görmez yer altı camilerini hatırladım. İnsan aklının ufkunu mekanın belirlediğini düşündüm... Müslüman tarih algısı biraz sorunlu. Süreç pek dikkate alınmıyor. Geçmişi doğru anlayamayanlar, onun ağırlığı altında ezilirler. Sessizce süzülen iki damla göz yaşından ve o gözyaşının denize dönüşüp Müslümanları boğacağından korktuğumu belirtmeliyim.