Güncelleme Tarihi:
Onu bir kelime özetleyecek olsa, bu herhalde ‘hareket’ olurdu… Sabit bir yere oturtma çabamız yarım saat sürüyor; personeliyle sohbete dalıyor, ürünlere bakıyor, eksikleri düzeltiyor, müşterilerin alışveriş çantalarını inceliyor, dolaşıyor, geri geliyor... Zaten hayat hikayesini anlatırken de, “6-7 yaşından itibaren ticareti sevdim, hep müşteriyi takip ederim, neyle ilgilenir, neyi arar…” diyor. Nihayet yerine oturtmayı başarabildiğimizde, Mustafa Taviloğlu “Bizim aile aslen Mekke çıkışlıdır” diye başlıyor hikayesini anlatmaya… Öğreniyoruz ki sürekli hareket halinde olmak aslında bir aile yadigarıymış! Arapça’da ‘uzun’lar denen Taviller kabilesi, Mekke’den göç edip çeşitli yerlere dağılıyor. Mustafa Bey’in ailesi de Rize’ye yerleşiyor.
Burada dağlara paralel, kısıtlı yaşam alanı olan kıyılarda gözlerini ufka çeviriyorlar ve takalarla ‘deniz taşımacılığı’ işine başlıyorlar. Önce Rusya ve Romanya’dan mal getiriyorlar. Sonra armatörlük işi gelişiyor ve ‘Tavilzadeler’ denen önemli bir filo sahibi oluyorlar. 1945’te, ‘Kurtuluş’ isimli gemileri Yunanistan’a erzak getirip götürüyor. Gemlik-Ayvalık arası yolcu taşımacılığı işine giriliyor. İçlerindeki sinemalarla diğer yolcu gemilerinden ayrılıyor. 1943’te İstanbul’un Kıztaşı muhitinde dünyaya gelen Mustafa Taviloğlu, işte bu hikayeleri dinleyerek büyüyor: “Ben çocukken dedelerimin Eminönü’ndeki Yemişçiler bölgesinde gemi yazıhanesi vardı. Oraya gidip gelirdim, harçlık almaya. Sonradan işleri ayırdılar. Babamla kardeşi manifatura ticaretine girdiler. Biz iki kız kardeşimle büyüdük. Çocukluğum Saraçhane’deki Tan Apartmanı’nda geçti. Baba evim olağanüstü bir evdi. Arkadan bütün Marmara Denizi, Kıztaşı’ndan Adalar’a kadar bütün manzara görünürdü. İstanbul’un en güzel parkının köşesindeki bu evde ben de kendimi kaptan köşkünde gibi hissederdim.”
Aile gemici olunca çocukların denize ilgisi de küçüklükten başlamış… Mustafa Bey, “Yaz aylarını Büyükdere’de geçirirdik. O dönem en büyük merakım deniz ve balıktı” diye anlatıyor: “İlk lüferimi akrabamız İsmail Taviloğlu ve Havva ablayla tuttum. Sabaha kadar balıkta bekleyebilirdim o küçük yaşımda! ‘Allahverdi’ diye bir kayıkları vardı, onunla çıkmıştık. Çocukken balıkçı reisleri çok gözlemlerdim. Balıkçılık hayat demektir; mücadele, çalışkanlık, öngörü demektir. Bugün de hâlâ en büyük tutkumdur balık. Çocukluk yıllarımda niyet satmaktan çıraklığa, boş vakitlerimde hep çalıştım. İlk kazancımı yazın manavda karpuzları yerleştirerek almıştım. Haftalık yevmiye 25 kuruştu ama meğer o parayı dedem verirmiş! Sonra sinemada çalıştım. Gazoz sattım. Asıl ilk esaslı kazancım balıktandı. Tuttuğum balıkları İskele Meydanı’nda satardım. Her zaman müşterim vardı çünkü hep en iyi malı satardım; balığın tazesi, simidin en iyisi… Şunu öğrendim; insanları kandırmayacaksın… İşportacının bile dürüstü, doğru mal satanı iş yapıyor. Cumartesileri Mısır Çarşısı’nda oyuncak satıyordum, işportanın ne olduğunu, ticareti hep oralarda öğrendim. Hayatım hep ticaretle ve bir şeyler yapmak üzerine kurulmuştu.”
Ailesi eğitim hayatına önem veriyordu. İlkokula Akşemsettin Mektebi’nde başladı. Devamı: “Babam baktı bende mektep hevesi yok. Beni Şişli Terakki’nin ilkokul ikinci sınıfına yatılı verdiler. Gidiş, o gidiş! Hep Cumartesi günlerini beklerdim ki partilere gideyim, gezeyim... Sarıyer ve Fenerbahçe’yi desteklerdim. Mektepte bana ‘Tavil’ derlerdi. Son sınıfa kadar leyli okudum, son altı ayda gündüzlüye geçtim .”
Liseden 1960’da mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Türkoloji’yi kazandı. Ancak devam edemeyeceğini anladı ve yine denizlere sığındı: “İki sene gemilerde çalıştım, ülkeler gezdim. Gemi İstanbul’a geldikçe ticarete baktım, Amerikan pazarcılığı yaptım. Döndüğümde İstanbul İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ne kayıt yaptırdım. Ailem mutaassıp olmasına rağmen 16 yaşından itibaren yalnız yaşamama müsaade etti. 27 yaşına kadar hem çalıştım hem gezdim ve aileme bir tek toz kondurmadım. Ben de elimden geldiğince bu denetimli ve manevi serbestliği çocuklarıma verdim.”
‘İŞTE MUDO BÖYLE KURULDU...’
Mustafa Bey, iş hayatına çok erken yaşta başlamış… 7-8 yaşından beri evin dışında olduğunu söylüyor: “Hayatı çok erken tanıdım. İş hayatına hemen liseden sonra pazarlarla, ayakçılıkla, yani toptancıdan mal alıp dükkanlara satarak başladım…” Peki bugün neredeyse herkesin bildiği Mudo markası nasıl başlamış? Bu soruyu, “Ah ne günler ne günler!” diyerek cevaplamaya başlıyor: “Mesleki kariyere üniversiteden arkadaşım Doğan Gürün ile 1964’te başladık…
GENÇLERE ÖNERİSİ: DENİZCİ GİBİ OLUN!
Peki gençlere önerileri neler? Şunları sıralıyor: “Sürdürülebilir başarı için çok çalışmak gerekir, burası muhakkak... Ama çalışma durağan bir şey değildir, sürekli yenilenmeniz gerekir. En önemlisi de önüne değil de ileriye bakmaktır. Bir denizci gibi, gözünüz her zaman ufukta, uzakta olmalıdır! Bugünün koşulları bazı açılardan daha zorlu, orası muhakkak. Ama bazı açılardan da fırsatlar sunuyor. Gençlere gözlem yapmalarını, gözlerini açık tutmalarını, cesur olmalarını tavsiye edebilirim. Yapılmayanı bulsunlar, farklı olsunlar, başarı da ardından gelecektir. Hayatta mucize yoktur, inanmak ve çok çalışmak vardır.”
‘TORLAK REİS OLTACI KAZIM…’
Mustafa Taviloğlu, “Deniz, balık, hayatımın merkezindedir” diyor. ‘Deniz’ aslında aile mesleğinin velinimeti olsa da Taviloğlu’nun mavi sularla ilişkisi hep çok daha ‘kişisel’ boyutta olmuş: “Beş yaşından beri yüzerim. Yazlığımızın olduğu Büyükdere Yüzme İhtisas Kulübü’nde yüzme ve yelken, su topu yapardım. Sonra bunlara balıkçılık da eklendi. Gençlik dönemimde ‘Gavur İsmail’ ve Vasil’le, Alem Beğendi motorunda gırgırlarla ilk balığa çıkışımı unutamam. Ağın birleştiği yerde taş atarlardı, ben de heyecandan denize atlayıp çıkardım. Torlak Reisler, Çivili Mehmet Reis, Bebek’teki balıkçılar, Yeniköy’den Ahmet Abi ve Muharrem... Meşhur oltacı Kazım, iki oltayı birden kumanda ederdi.” Peki denizlerden öğrendiği en önemli ders nedir? Yanıtı: “Balıkçı, balık tutarken diğer balıkçılara bakar, ne yapıyorlar, nasıl yapıyorlar ve onlar da balık tutsun ister. Balıkta rekabet olmaz. Bu ders, ticaret hayatında da geçerlidir.”
Mustafa Taviloğlu bir ‘keyif insanı’ olarak da biliniyor... Hayatı ‘güzel yaşamanın’ sırları neler? Taviloğlu, “Hayatımı detaylar güzelleştirir. En önem verdiğim şey nüanslardır” diye yanıtlıyor: “Çok küçük farkların çok büyük faydalar getireceğine inanırım. İnancın ve ibadetin gücüne inanırım. En korktuğum şey ara bozmaktır, en sevdiğim şey de ara bulmak! Elimden geldiğince yakınlarıma gizli katkılarda bulunmayı severim. Birine bir faydam dokunduysa kendim bile farkında olmak istemem. Bir elin verdiğini bir elin görmemesi lazımdır.”
‘EVLİLİĞİMİZDE DİN VEYA KÜLTÜR FARKI HİÇ OLMADI’
“Eşim Lüset Sion’la tanıştığımda ben 26’ydım, o 16 yaşındaydı. Büyükada’nın en güzel kızıydı. Eşimle ilgili ne desem az kalır. Müthiş bir insandır. Çocuklarım Aslı ve Ömer benim için her şeyin üstünde. İkisiyle de büyük gurur duyuyorum, tarifsiz! Ben Fatihli, dindar bir aileden geliyorum. 50 sene önce Musevi bir ailenin kızıyla evlenmiş olmam, iki ailenin de açık fikirli, medeni duruşlarını gösteriyor. Evliliğimizde bize hep destek oldular; din veya kültür farkı hiçbir zama olmadı. Aile benim için hayatı ayakta tutan dört sütundan biridir; sıhhat, çalışma, aile ve sosyal yaşam… Sıhhat her zaman baştadır, diğerlerinin dengesi hayat boyu değişse de hepsi şarttır. Ben bunu dört parmağımla gösterip adına da ‘sıkıştırılmış hayat’ diyorum.”
KOLEKSİYON TUTKUSU
Taviloğlu, aynı zamanda iyi bir koleksiyoner… Sanata ilgisi, eşi Lüset Hanım sayesinde olmuş: “Eniştesinin Paris’te galerisi vardı. 1970’li yıllardaki ilk Paris seyahatimizde hem galeriden hem de müzelerin önündeki kuyruklardan çok etkilendim. Koleksiyonum da o zaman başladı ve yıllar içinde büyüdü. Koleksiyonumu herkesin erişimine açmak en büyük arzum.”