Bir beyaz tavşan

Güncelleme Tarihi:

Bir beyaz tavşan
Oluşturulma Tarihi: Ekim 02, 2008 00:00

İlkokula başladığım seneydi. Oradan biliyorum bu hadise yaşandığında tam yedi yaşında olduğumu.

Kimselere anlatmadım şimdiye kadar. Yazmak nedense aklımın ucundan dahi geçmemişti. "Ben yedi yaşındayken..." Nasıl kursam bu cümleyi bilemiyorum. Nasıl anlatırsam daha az "tuhaf" gelir kulağa ve göze kestiremiyorum. Tek yolu var galiba: Açıkça söylemek. En sonda anlatacağımı en başta dile getirmek. Uzatmadan, dolandırmadan. "Ben yedi yaşındayken bir süreliğine ayrıldım bu álemden. Gittim ve geldim." İşte o günün hikayesi.

Hafızamda boz bulanık kırıntılar. Tıpkı bir yap-bozun parçaları gibi. Renkler ve sesler kaldı geride. Anneannemin evindeyim. Hep o bakıyor bana. Mevsimlerden bahar. Sene 1978. Okulu pek sevmiyorum ama harflerle aram iyi. A devasa bir çadır, O ise bir çember. İ sıska bir kızcağız, B ise tersine, koca göbekli, U dediğin tam bir at nalı. Harfleri tek tek canlandırmak hoşuma gidiyor zihnimde. Sırf bu yüzden ses çıkarmadan gidiyorum ilkokula.

Teneffüsteki olay

Bir sabah halsiz uyanıyor, anneanneme bir şey söylemiyorum. Önlüğümü giyip, beslenme çantamı alıp gidiyorum okula. Tenefüste tuhaf bir şey oluyor. Bugün bile hatırladığımda beni irkilten. Normalde her tenefüs, ders bitti zili çalar çalmaz tüm çocuklar hurra dışarı koşuyoruz. Tenefüs sona erdiğinde gene hurra içeri giriyoruz. Ancak bu sefer, tam diğer çocuklarla beraber bahçeden okul binasına doğru koşarken, merdivenlere yönelmişken, ani bir komutla şartlanmışçasına zınk diye duruyorum. Sağımda solumda çocuklar koşmaya devam ediyor. Bir ben dikiliyorum öylece. Duruyorum çünkü garip bir şeye tanıklık ediyorum o an. Bir his. Bir an için bedenimden çıkıyor, uçan bir balon gibi süzülüyorum yukarılara. Bedenim sabit ama bilincim hareketli. Kocaman bir göz oluyorum. Oradan bakıyorum aşağıya. Kendime bakıyorum. Derken açı büyüyor ve tüm çocukları görüyorum. Panikliyorum. Demek bu okulda yüzlerce çocuk var, ben onlardan sadece biriyim. Okulun ötesine geçecek kadar genişlemeye başlıyor görüş açım. O zaman anlıyorum ki sayamayacağım kadar çok insan var bu álemde. Ben bu uçsuz bucaksız denizde sadece bir katreyim. İlkokul üniformalarımız siyah olduğundan hepimizi siyah karıncalara benzetiyorum Tanrının gözünden bakınca ben minnacık bir siyah karıncadan başka neyim, merak ediyorum.

Ölümün ağır hakikati
/images/100/0x0/55eacb29f018fbb8f8971db3


Çocukken insan kendini hayatın merkezi zanneder, evini ise kainat. Benim için evin kainat olmaktan çıktığı an işte o an. Bu álemin ne kadar geniş ve karmaşık olduğuna, benimse bir zerrenin zerresi olduğuma tanıklık ettiğim an. Birden hepimizin ne kadar ufacık, nasıl da ölümlü olduğunu anlıyorum. Ağır geliyor bu hakikat. Öyle acı veriyor ki kalakalıyorum olduğum yerde, kıpırdayamadan. Diğer bütün çocuklar okul binasına girdikten, ders başladıktan çok sonra bile ben bahçede tek başıma dikiliyorum. Kendimi Yaradan’ın gözünden görmeye, sevmeye çalışarak.

Ateşim yükseldi

Ve ertesi gün. Sabah uyandığımda hiçbir yere gidebilecek durumda değilim. Müthiş bir kırgınlık, halsizlik var üzerimde. Mecalsizim. Kuru bir öksürük, alnımda boncuk boncuk terler. Önlüğümü giymeye çalışıyorum, nafile. Anneannem bırakmıyor, tekrar yatağa sokuyor beni. "Evladım hastasın sen." Giderek yükseliyor ateşim. Öğleden sonra çok daha beterim. Yüzümde soğuk havlular, sirkeli bezler. Hiçbiri kar etmiyor. Annemi çağırıyorlar iş yerinden. O zamanlar ne cep telefonu var bugünkü gibi, ne altımızda araba. Nasıl ulaşıyorlar, o nasıl geliyor uçarcasına hálá bir muamma. Annem eve vardığında beni ateşler içinde sayıklarken buluyor.

Dehlize düşüyorum

İsmimi sesleniyorlar. Duymuyorum. Çünkü başka bir yerdeyim. Burası bir dehliz. Düşüyorum içine ama aşağı değil yukarı doğru düşmek gibi bu duygu. Sakin, yumuşaçık iniyorum yukarı doğru. Birden sona eriyor dehliz. Aydınlık bir yerdeyim şimdi. Işık o kadar güçlü ki gözlerim kamaşıyor. Etrafta çiçekler var. Usul usul akan bir ırmak. Çok güzel ve huzurlu. Irmakta balıklar yerine harfler yaşıyor. Yüzüyor A’lar, C’ler, Z’ler. Suyun başında mütebessim, şefkat dolu kadınlar görüyorum, saçları upuzun ve kızılımtrak. Tenleri kardan beyaz, gülüşleri sıcacık. Bana bakıp bakıp gülümsüyorlar. Yanlarına gitmek, ırmaktaki harflerle oynamak niyetindeyim. Ancak o yana doğru adım atmamla beyaz bir tavşanın önümü kesmesi bir oluyor. "Oraya değil, buraya" diyor dehlizi işaret ederek. Kafam karışmış bir halde bir tavşana bakıyorum, bir de güler yüzlü kadınlara. Gene oraya doğru gidecek gibi oluyorum. Tavşan bu sefer sert çıkışıyor. "Benimle gel, hadi." Bir anda tavşanı dinlemeye karar veriyorum. Ve o önde ben arkada dehlize giriyoruz tekrar. Bu sefer daha kısa sürüyor düşmek. Girmemle gözlerimi açmam bir oluyor. Gördüğüm ilk şey annemin endişeli yüzü. Ağlıyor.

"İyiyim ben..."

Şafak hanım şaşkın, sevinçli anneanneme sesleniyor derhal. "Anne gel uyandı, çok şükür." Meğer saatlerdir kendimde değilmişim. Ateşimi düşürememişler. Halbuki dehlize girmem, o ışıklı bahçeye varmam, harflere bakmam ve geri gelmem bana kalsa bir dakika sürdü.

Annem sarılıyor bana. Ve işte o zaman bir ayrıntıya takılıyor gözüm.

Annemin üzerinde yapma kürkten ceket var. Beyaz tavşan. Elimi sürüyorum. Yumuşacık. Beni o alemden bu aleme çeken tavşanı tanıyorum.

Aynı günün akşamı hızla toparlanıyorum. Doktor muayene için geldiğinde o kadar iyiyim ki ne olduğunu anlayamıyorlar. Çarçabuk unutuyorum bu hadiseyi. Seneler boyu hafızamın bodrumunda bir yerde paslanuyor. Ta ki Hürrıyet için bir yazı kaleme almaya başlayıncaya kadar. O zaman aniden, nicedir bu anı beklermişçesine çıkıveriyor ortaya. Gülümsüyor uzaktan, mahçup ve yaramaz, karbeyaz bir tavşan.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!