Genç, güzel, başarılı, dinamik. Ağzı çok iyi laf yapıyor. Yüzü gülüyor. Demokrasiye inanıyor. Mücadeleye bayılıyor ve sonuçlarını da alıyor. Yıllardır AB'ye giriş sürecinin hızlanması için, en etkili ve yetkililerin kafasında, deyim yerindeyse ‘‘boza pişirdi.’’ Her fırsatta, ‘‘kaybedecek zaman yok’’ dedi. Uyarılarının hızı hiç kesilmedi. Konuya hakim, kendinden emindi: ‘‘Onlar bizi almayacak, biz gireceğiz oraya.’’ Haziran ayında yaklaşık 15 milyon kişiyi temsil eden 175 sivil toplum örgütü (Ki sayı sonradan 220'ye çıktı) harekete geçti, bir deklarasyon yayımlandı: ‘‘Türkiye'nin yeri AB'dir’’ mesajı, daha doğrusu muhtırası onun ağzından verildi. Başında olduğu kuruluş, 36 yıl önce zaten iş dünyasının AB ilişkilerini geliştirmek amacıyla kurulmuştu, sonunda başarı geldi. AB'ye uyum yasalarının bir bir Meclis'ten geçtiği gün, Türkiye'nin en az yarısı şaşkınlıktan küçük dilini yutarken, o kendisine ‘‘saftirik’’ diyenlere ‘‘dememiş miydim’’ cevabı veriyordu. Şampanya patlatmadı, sevinçten ağlamadı ama çok mutlu oldu. Hemen ardından da şöyle düşündü: ‘‘AB'ye girmekten daha önemlisi, siyasetçinin sivil toplumu dinlemiş olması. Başka bir konuda da sivil toplum aynı kararlılığı gösterirse, bunu siyasetçiye yaptırabilecek demek bu. Demokrasi bu.’’ Dirayetini, kendine güvenini, çalışma arzusu ve hayata olan merakını kanlarını taşıdığı iki güçlü kadından, anneannesi ve babaannesinden alan Meral Gezgin Eriş, zaten başarmaya alışık biriydi. İşte hikayesi...
Geçen yüzyılın başlarında klasik bir Balkan trajedisinin içinden geçerek gelir İstanbul'a babaannesi. Yunanistan'ın Bulgaristan sınırına yakın bir kasabasında ağa kızı olarak başlamıştır hayatına ama babası bir Bulgar saldırısında öldürülür. Üstelik başı kesilip meydana asılır. Onun da kaderi değişir. Annesi ve ağabeyiyle kalan 4-5 yaşlarındaki Didar, bir Osmanlı Paşası tarafından, hatırladığı kadarıyla ‘‘kılıçların altından’’ kaçırılarak İstanbul'a getirilir. Annesi ve ağabeyi de mülkü satıp gelecektir arkasından. Ama onları bir daha ne görür, ne de
haber alabilir. Paşanın ailesi sahip çıkar, sonra da mübadele sırasında Midilli'den Ayvalık'a göçen Fevzi Gezgin'le evlendirirler. Üç çocukları olur; biri Meral Gezgin Eriş'in babası Hilal Nurullah Gezgin'dir.
Yine geçen yüzyılın başları... Osmanlı'nın son Moskova ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Washington Büyükelçisi Ahmet Muhtar Bey'in kızı olan anneannesi doğar. Kurtuluş Savaşı'na katılmış, ilk mecliste vekil olmuş ve cumhuriyetin ilk pulunu bastırmış Enver Tekand'la evlenen Fahire Hanım da tıpkı babaanne gibi dirayetli, kendi ayakları üzerinde durmaya önem veren bir kadındır. Biraz da enteresan bir kişiliktir. Yaşlılığında Emirgan'ın bütün çocuklarını otobüse doldurduğu gibi, müzelere götürür. Sultanahmet civarında yol soran turistleri topladığı gibi eve misafir getirir. Kızı Ayşe, Didar Hanım'ın ortanca çocuğu Nurullah'le evlenmiş, Nurullah Gezgin, kayınpederinin siyasete atılınca bıraktığı ambalaj işini devralmıştır.
İşte Emirgan'da, anneannenin çocukları ve torunlarıyla birlikte oturduğu, babaannenin de çocukları ve torunlarıyla sık sık gelip kaldığı, Sabancılar'ın Atlı Köşk'üne bitişik o bahçeli, kocaman evde doğar Meral Gezgin Eriş. 1957 yılının 28 Temmuz günü. Midilli, Girit, Rodos, Selanik karışık, yukarıdan aşağı full Egeli, bir yüzyıldan diğerine geçişin tüm altüst oluşunu yaşamış bir ailenin içine. Ev özellikle bayram günleri öyle kalabalıktır ki, sofrada 20 kişi olduğunda dedesi ‘‘Aa bugün niye kimse yok evde?’’ diye sorar.
SABANCI'NIN İNCİRLERİNİ ÇALDI
Onların da kocaman bahçesi vardır, bahçe de incir, erik, şeftali ağaçlarıyla doludur ama Hacı Ömer'in (Sabancı) ağaçlarındaki meyveler daha tatlı gelir. Bu yüzden Sabancı'nın bekçileri tarafından az kovalanmamış, kaçarken az kaza atlatmamıştır. Sokaktaki futbol müsabakalarından santrforluk geçmişi vardır. Gece saklambaçları, taş savaşları yanında akşamları tüm anne babalara zoraki seyrettirilen piyesler de sözkonusudur ki kesilen biletlerden, satılan leblebi fıstıklardan gelen geliri toplamak onun işidir. Sonra eşit bir şekilde dağıtmak da. Şanslı çocukluğu, evden mayoyla çıkıp, yürüyerek inilen denize atlayabilmesiyle taçlanır. Yaşıtı tüm Emirganlı çocuklar gibi yüzmeyi Kalas Osman'dan öğrenmiştir.
Ama bu serseri hayat, evde annesinin uyguladığı okuma, yeme, uyuma disiplinini engellemez. Kalabalık evin geleni gideni sadece akrabalar değildir üstelik; anneanne ve dede tarafı Demokrat Partili, baba tarafı CHP çevresindendir. Zaman zaman hararetlenen tartışmalarla çok şey öğrenir. Ne taraftan olursa olsun cumhuriyete inanan insanların doldurduğu, ‘‘yurttaşlık bilgisi’’ne, sorumluluk duygusuna, okumaya önem verilen, sofra adabının, güzel sanatlar kültürünün olduğu bir evdir burası. ‘‘Türkiye'yle meşgul’’ büyür. Zengin çocuğu gibi hissettirilmez hiçbir zaman; özel araba sahibinin çok az olduğu yıllarda babası bir kez bile okula otomobille bırakmaz onu ve kardeşlerini, bir yıllık okul dönemi tek ayakkabıyla kapatılır. Farklılıkların törpülendiği, üstünlüklerin gizlendiği bir ortamdır, paylaşmayı öğrenir. Hayata sonraları da bu pencereden bakar. Deniz Gezmiş ve düşüncelerine olan hayranlığının nüveleri de o yıllarda atılır herhalde.
İŞ TEORİDEN ZEVKLİ GELDİ
Emirgan İlkokulu'ndan sonra dört beş okulu ilk sıralarda kazanmasına rağmen Avusturya Lisesi'ni seçer; anneannesinin ‘‘ona git, bak ne güzel valsler öğrenirsin’’ sözünün ne kadar etkisi vardır bunda, bilinmez. İyi bir öğrenci olur; daha doğrusu zeki öğrenci, okulda dikkatli dinleyen, dışarda bildiğini okuyanlardan. Bu arada ‘‘Sınıfın avukatı’’na çıkar adı. 1977'de mezun olduğunda, Avusturya Hükümeti'nin okulun en iyi iki mezununa verdiği burs gelir. Viyana Üniversitesi'ne yazılır. Anne ve babasına ‘‘üniversite hayatımı kendim finanse edeceğim’’ der ve o yıllarda babasının gönderdiği paraya hiç dokunmadan yaşar, hatta burstan arttırdığı parayla bir kırmızı Vosvos bile alır.
İşletme ve ekonomi okuduktan sonra kalkınma konusunda doktora yapacak, Viyana'da BM Kalkınma Örgütü'nde çalışacak ve Türkiye'de ülkenin kalkınmasına yönelik hizmet verecektir. Ama master'i bitirdiğinde, her zamanki gibi ‘‘kendi kararını kendin ver’’ diyen babası, yine de içine küçük bir kurt düşürür: ‘‘Dikkat et, süreyi ne kadar uzatırsan Türkiye'ye adaptasyonun o kadar zor olur.’’ İki gün sonra geri döner. B.Ü.'de doktora yapacak, bu arada sıkılmamak için yarım zamanlı olarak da babasının, çocukluğundan itibaren hafta sonları, yazları giderek aşina olduğu fabrikasında çalışacaktır. Ama kısa sürede, iş hayatının teorik bir şeyler yapmaktan daha zevkli olduğuna karar verir. Doktorayı bıraktığı gibi birlikte çalışmak üzere Hilal Ambalaj’ın sahibi babasının karşısına çıkar.
- Peki, şirketin belirli bölümlerinde çalışmaya başla, kendini göster, der, İSO eski başkanlarından Nurullah Gezgin. İkram edeceği bir koltuk yoktur ama üç nasihati vardır: Bir, dürüst ol, kısa vadede kaybetmiş gözükürsün, uzun vadede ise hep sen kazanırsın. İki, para kazanmayı değil, işini iyi yapmayı hedef al, öyle olunca para nasılsa gelir. Üç, çalıştırdığın insanlara karşı vicdanlı ol. Bunları hiç unutmaz ve şirketin değişik bölümlerinde iyice burnunu sürter. Bugün, babası yönetim kurulu başkanı sıfatıyla aktif iş hayatından çekilirken, o, biri gıda, üçü ambalaj alanında çalışan dört fabrikanın başındadır. ‘‘Sanayicilik süper zevkli. Yüz kere dünyaya gelsem, yüz kere sanayici olurum’’ diye düşünür. Bu işin yaratıcılığını, mücadelesini, fabrikadaki makine seslerini sever. Onu en mutlu eden görüntülerden biri, vardiya değişimlerinde insanların bir yandan girdiği, bir yandan çıktığı andır.
BÖYLE GİDERSEK 2008'DE
1986'da İstanbul Sanayi Odası (İSO) meclisine üye seçilir. 1990'lı yıllara kadar da tek kadın üyedir. Büyük bir kısmını tanıdığı, amca, ağabey dediği, kiminin kucağında büyüdüğü diğer -erkek- meclis üyeleri, bu nedenle pek garip karşılamazlar onu. Üstelik öyle gerilerde kalan biri de değildir; her mecliste konuşan üç dört kişiden biridir. Ama adaylığını koyduğunda başkan seçmezler! Galiba henüz bir kadın başkan için hazır değildirler! Oysa ona göre ‘‘temsil’’ sözkonusu olduğunda kadın-erkek farketmez. Kadın sanayici farkı, daha çok yönetim tarzında gösterir kendini; kadın duygusallığı, içgüdüsü denen şey bir yöneticinin çok işine yarar. İnsanların nasıl motive olacağını, neden demotive olduğunu kadın daha iyi anlar. Üstelik altıncı hissi kuvvetlidir, pazarlıkta iyidir. Kadınların duygusal olduğunu söyleyen erkekler aslında duygularını çok daha belli ederler ve kadınlar da onu daha kolay algılar!
Ciddi bir işkadınıdır ama sık sık ‘‘işadamı’’ kelimesini kullanır. Bazen onu, bazen diğerini. ‘‘Ben feminist değilim’’ diyen kadınlardan değildir asla; tersine Türkiye'de kadınların ezildiğini gören ve kadınlar için mücadele gerektiğine inananlardandır. Ama birtakım yüzeysel ve vitrin meselelere de takılmaz! ‘‘Türkiye'de her alanda çok başarılı kadınlar var. Ama problem onların temsil mevkiinde olmaması. Kadınların artık başarıyla yetinmeyip bunu sergilemeleri de lazım. Temsili görev başarının sergilendiği yerdir. O mücadelenin yapılmasının zamanı geldi’’ der.
- Peki Meral Hanım, bu kadar uğraştınız. Uyum yasaları da geçti. Bu gidişle ne zaman gireriz AB'ye?
‘‘Bundan sonra, AB'de çok ciddi lobi yapılması lazım. Eylülde başlıyoruz. Bu yasaların ne kadar kapsamlı olduğunu aslında AB'yle birlikte, Türkiye'de de anlatmak gerekiyor. Türkiye biraz maymun iştahlı çocuğa benziyor. Bazen dış dinamiklerin de etkisiyle AB olayı ateşleniyor, bir heyecana kapılıyoruz. Buna süreklilik kazandırmak lazım. Üstüne yatmazsak, gündemi saptıracak konulara ağırlık vermezsek, bu enerji ve sinerjiyle yürürsek, 2008'de Romanya ve Bulgaristan'la birlikte girebiliriz.’’ AB için bu kadar uğraştığına bakıp da onun siyasete göz kırptığını düşünenler,
seçim gündeme gelince vakit kaybetmezler. Bir gün DYP'ye, bir gün ANAP'a bir gün YTP'ye girer, çıkan haberlere göre. Ama doğru değildir. Doğru olan teklif vardır ama sosyal demokrat Meral Eriş şimdilik siyaseti düşünmemektedir...