Güncelleme Tarihi:
Bu yaz, kafayı “korku”ya da taktım.
Türkiye’nin üzerine serilen “korku şalı”na.
Etrafımdakilere, “Sen kimden, neden korkuyorsun?” diye sormaya başladım.
Bir sürü farklı cevap aldım.
Acı ama gerçek “Korku Top Ten”inin bir numarasında iktidar korkusu var.
Tabii belli bir kesim için.
Ama zaten “kesimler savaşı” bu.
Sonra “gelecek korkusu” var.
“Bu ülke nereye gidiyor?” korkusu var.
“Artık yaşam biçimlerimize de karışıyorlar” korkusu var.
“Çocuklarımız nasıl bir ülkede yaşayacak?” korkusu var.
“Ben normal doğurmaktan korkuyorum, ama sezaryen da yasak, her şey yasak anasını satayım korkusu” var.
“Ya yanlışlıkla hamile kalırsam, haplarımı alırken çok dikkat ediyorum artık kürtaj yaptıracak hastane de yok” korkusu var.
“Aman ölçülü konuş, arka masada birileri varmış, ileri geri konuştukları için bir arkadaşımızı almışlar korkusu” var.
“Telefonda ağzından çıkanı kulağın duysun, şaka değil kızım, başına bir şey gelirse seni kimse kurtaramaz korkusu” var.
Ve galiba en çok da “içeri atılma korkusu” var!
İçeri atılacak bir şey yapmasak da korkuyoruz.
Çünkü içeri atılanların da suç oluşturacak bir şey yapıp yapmadıklarını bilmiyoruz.
*
İşte tam da o yüzden…
Olup olmadığı bir türlü ispatlanamayan “terör örgütü” Ergenekon duruşmasını bir de ben izleyeyim dedim.
Çocuksu bir merakla.
Biraz da endişeyle.
“Ne işin var senin burada?” derler mi endişesiyle.
*
Demediler!
Demiyorlar.
Kimseye demiyorlar.
Aksine gelen herkesi kucaklıyorlar.
Kimler mi?
Tutuklu yakınları, izleyiciler, avukatlar, duruşmayı izleyen gazeteciler, kısacası Silivri cemaati…
Sanki gizli bir dille, “Geldin değil mi sonunda! İyi yaptın. Gel izle! Olan biten komediyi sen de gör” diyorlar.
Yemin ederim son zamanlarda yaptığım en iyi şey oldu Silivri’ye gitmek.
Bir kere bambaşka bir yer.
Gazetelerde okuduğumdan çok farklı.
Geri dönüş yolunda herkesi aradım, “6 Ağustos Balyoz davası için özel gün, yine gideceğim, siz de gelin” diye.
Gelin görün gerçekten.
Tamam 60 km, ama eminim değecek ve bir kere gitmeniz yetecek. Herkese açık…
Kimliğinizi veriyorsunuz giriyorsunuz, hayatınız boyunca seyredeceğiniz en acayip tiyatro oyunundan daha acayip bir şey izliyorsunuz.
Bazen, “Yok artık daha neler!” oluyorsunuz.
Dün vallaha öyleydi.
*
Kapıdaki gazeteciler Hilmi Özkök’ü bekliyordu.
Görüntü almak için.
Tanık iskemlesine oturacaktı.
Biraz onlarla takıldım sonra içeri girdim.
“Ziyaretçiyim” dedim, kimliğimi verdim, “Size basın kartı verelim” dediler.
İyi ki vermişler, daha torpilli oluyorsunuz, tutukluları daha yakından izleyebiliyorsunuz.
Duruşmanın başlamasına vakit vardı, kafeteryaya geçtim.
Bir sürü tutuklu yakını oturuyordu.
İlk fark ettiğiniz şey, eğitim seviyesinin ne kadar yüksek olduğu.
Bir sürü de kadın var.
Yıllardır neredeyse her gün o duruşma salonuna gelip gittikleri için artık birbirleriyle dost olmuşlar.
Herkes sohbet ediyor.
Espriler yapılıyor.
Bana da hemen bilmem gerekenleri söylediler:
“Çay buradan alınıyor, su içinse şuraya gideceksin. Basın odası da bak orada…”
Gazeteciler de son derece yardımseverdi.
*
Girdik içeri.
Dev baskebol sahası gibi bir salon getirin gözünün önüne.
Orası duruşma salonu.
Kocaman bir dikdörtgen.
Tavanda 3 dev metal solucan var, havalandırma boruları.
Dikdörtgenin uzun kenarlarında, karşılıklı 9’ar pencere var ve mor perdeler.
Tavanın ortasından ipler sarkıyor, “Bu ne ya!” oluyorsun, bir süre sonra anlıyorsun ki onlar mikrofon, tavandan sarkıtılan 12 adet ip mikrofon.
Ne de olsa milletçe dinleniyoruz!
Salonun tam ortasında tutuklular bulunuyor ve oturabilecekleri sandalyeler.
Etrafları da bariyerle çevrilmiş.
Bel hizalarına geliyor.
Çocuk kafesleri olur ya, onlardan.
Hepsi, dev bir kafesin içinde yani.
*
Dikdörtgenin kısa kenarından biri yargı heyeti; diğeri tutuklu yakınları.
Biz basın olarak uzun kenardayız, avukatlar ise tam karşımızdaki uzun kenarda.
Bütün ilgi, ortadaki tutukların üzerinde.
Duruşmanın starı onlar.
Hepsi grand tuvalet.
Takım elbiseli.
Laciler, griler.
Gayet jantiler, traşlar olunmuş.
Sanki duruşmaya değil de, bir kongreye katılıyorlarmış gibi.
Ayakta birbirleriyle konuşuyorlar.
İşte Tuncay Özkan.
“Ne haber Ayşe?” diyor.
Enerjik ve kendine güvenli.
“Çok iyi gördüm sizi” diyorum.
“İyiyim” diyor. “Topluca bizi gömmeye uğraşıyorum ama başaramayacaklar. İçeride, fareler, fare pislikleri ve biz varız. Ama yılmayız.”
Tüm bunları gülerek, esprili bir şekilde söylüyor.
Öfkesi anlaşılmıyor.
Kendine acıma filan da yok, sıfır.
Artık çizgiyi aşmış, her şeyi tiye alıyor gibi duruyor.
Mutlaka bir kısmı roldür, ama yine de güçlü görünmelerine, dik duruşlarına insan saygı duyuyor.
Özkan’ın saçları beyazlamış.
Ama fit, belli ki kendine bakıyor, sağlıklı kalabilmeye özen gösteriyor.
Bir yılı aşkın süredir hücrede tek başına kalmış birinden söz ediyoruz.
“Nasıl oluyor?” diyorum.
“Oluyor” diyor, “Allah o gücü veriyor. Mutlaka bir araz bırakmıştır, şu anda bilmiyorum ne, ileride çıkar” diyor.
Dile kolay.
4 yıl 200 hafta, 1410 gündür tutuklu.
O beton ve demir yığınının içinde esir.
Tuncay Özkan’la konuşurken araya biri giriyor.
“Ayşe Hanım, benimle ilgili bir takım bilgisiyar yazışmalarından bahsediyorlar. Benim bilgisayarım bile yok. Üstelik tutanaklarda da kayıtlı bilgisayarım olmadığı” diyor.
İnfial halinde.
Tuncay Özkan fırsatı kaçırmıyor dalgasını geçiyor: “Sen anlamadım seni 4 yıl içeride yattığın için ödüllendiriyorlar, sana diz üstü bilgisayar hediye ediyorlar. Sen onlara kızıyorsun!”
O arada Yalçın Küçük geliyor.
Kafasında yine kalpağı ve boynunda kırmızı atkısıyla.
O da neşeli.
“Bacaklar ne alemde, bacaklar?” diyor.
Onunla röportaj yaptığımda bir bacak geyiği olmuştu vardı.
Hala bunca yıl tutukluluktan sonra bile geyik yapabilmeleri beni hayrete düşürüyor.
Ve işte yüzündeki o sevimli gülümsemesiyle Mustafa Balbay. “Sana bir şey vereceğim” diyor, “Tamam” diyorum, ona da bir sürü insandan selamlar iletiyorum.
Dursun Çiçek, Mehmet Haberal, Doğu Perinçek, Mehmet Perinçek aklınıza kim gelirse orada…
Toplu halde.
Hepsini görebiliyorsunuz, konuşabiliyorsunuz, şaka gibi.
Tutuklular da izleyiciler de kendi bariyerlerine dayanıyorlar, bağıra çağıra konuşmaya başlıyorlar. Çünkü arada epey mesafe var, tam ortalarında da jandarma.
Salon uğultudan geçilmiyor.
Ama imkansızlık insana her şeyi yaptırıyor, dudak okumayı da öğrenmişler ya da o koca salonun bir ucundan diğer ucuna sadece bakışarak anlaşıyorlar.
Gülay Kömürcü’yü ve kocasını görüyorum, Gülay’la sohbet ediyoruz.
*
Tanığımız Hilmi Özkök.
Bütün sorulara tek tek cevap veriyor.
Bir ara yine gözüm Tuncay Özkan’a takılıyor, Mustafa Balbay’ın yanında, sırtı bana dönük Hilmi Özkök’ü dinliyor.
Bir ara başını döndürüp kafasını çevirdi.
Ve işte tam o anda sevdiği kadın Duygu Dikmenoğlu salondan içeri girdi.
Bu kadar olur!
Resmen sevgilisinin oraya geldiğini hissetti.
Belli ki artık bir başka boyutta ilişkileri.
Aralarında o kadar mesafe olmasına rağmen bakışları birbirine kilitlenip kalıyor.
Dikmenoğlu her duruşmada mutlaka olan bir isim.
Hiç kaçırmıyor, Tuncay Özkan’ı asla yalnız bırakmıyor.
*
Burada basit bir yargıla sahnesi izlemiyorsunuz.
Aile ilişkilerini görüyorsunuz.
Aşk görüyorsunuz.
Bağlılık görüyorsunuz.
Özlem görüyorsunuz.
Baba- kız arasındaki güçlü bağı görüyorsunuz.
Mesela Dursun Çiçek ve avukat kızı İrem Çiçek…
Çok özel bir ilişkileri var, hayran olmamak elde değil.
Çocukları hukukçu olmuş bir sürü insan var.
Ailelerin küçük çocukları da bu salonda büyüyor.
O gün yoktu ama bir buçuk yaşındaki çocuklar, “Babaaa” diyerek bariyerleri aşmaya çalışıyormış.
Herkesi etkileyen bir sahne olarak en çok bunu anlatıyorlar.
Tabii o bariyerleri aşabilmeleri mümkün değil.
Ama sen gel de bunu o çocuklara anlat.
Ya da duruşma kapısının önünde oyun oynuyorlarmış.
*
Benim tespitlerimden biri yargılananların neredeyse tamamının son derece vasıflı kişiler olduğu.
Ünvanlarının bir önemi yok, halleri, hareketleri, konuşmaları…
Hepsini toplu halde görünce gerçekten etkileniyorsun.
Bu da yargılayanlar için kolay bir durum değil.
Aslında stresli ve sinirli olmazsı gereken tutuklular.
Oysa sürekli sinirlenen, azarlayan mahkeme heyeti.
Sanıkları susturuyorlar.
“Konuşmaya devam ederseniz mikrofonunuzu kapatırız” diyorlar. Ya da 16 celselik men cezası vermekle tehdit ediyorlar.
O yüzden gidin ve bunları kendi gözlerinizle görün diyorum.
İşte acemiler için maddeler halinde Silivri duruşması
1- Yol uzun. 60 km. Kimileri için caydırıcı olabilir. Olmasın. Silivri’nin şu üç şeyi meşhur kaçırmayın: Domates, yoğurt ve cezaevi! Anladınız, duruşmayı izledikten sonra köy domateslerinizi almayı ihmal etmeyin.
2- Dünyanın hiçbir yerinde duruşma salonu, cezaevinin bu kadar dibinde olmazmış, burada öyle. Kimileri, “Çok iyi” diyor, kimileri de “Ziyaretçileri yıldırmak için böyle yaptılar, şehirden uzak yere koydular duruşma salonunu…”
3- Karşısına da üç katlı yeni bir duruşma salonu yapıyorlar. Bir buçuk ay içinde teslim edilecekmiş. Tutuklu yakınları, “Burası yetmedi, daha büyüğünü yapıyorlar. Bir kat Balyoz, bir kat Ergenekon olacakmış. Amaç aslında Cumhuriyet’i yargılamak” diyorlar.
4- Ergenekon, Ergenekon deniyor ama hala öyle bir “terör örgütü”nün varlığı kanıtlanabilmiş değil. Canla başla uğraşıyorlar, yüzlerce tanık, sanık geliyor ama ıh ıh. Sonuç çıkmıyor. Bir arpa boyu yol kat edilemiyor. Sanki sapla saman birbirine karışıyor. Bunca yıldır içeride tutulan insanların suçluluğu bile kanıtlanamıyor.
5- Neredeyse her gün duruşma var. Ve orada bambaşka bir hayat var. Dün Hilmi Özkök’ün tanıklığı vardı. Israrla aynı sorular, evire çevire defalarca soruldu. Savcının bazı sorularına Doğu Perinçek, “Bunlar yorumlu sorular” diye itiraz edince, mahkeme başkanı ona hemen oturmasını ve susmasını söyledi.
6- Oradaki herkesi ortak isteği duruşmaların naklen yayınlanması. Bütün halka açık olması. Yalan Dünya’a reytingde rakip olur diyorlar!
7- 19 iddianame birleşmiş vaziyette. Toplam 287 sanık var. Ergenekon 1, Ergenekon 2, Ergenekon 3, Andıç vesaire. Birinden sonuç alamayınca diğerine bağlamışlar. Ama sorun şu. Önce Ergenekon’un varlığını ispatlamaları lazım, bu çıkmadıkça da iş uzadıkça uzuyor, yıllar geçiyor. Bu arada Cumhuriyet Gazetesi’nin bombalanması da var. “Ne alaka!” diyorum önce, “Balbay da orada, bombacılar da. Sinir bir durum değil mi?” “Evet” diyorlar, “Ama Ergenekon’un basın ayağının Cumhuriyet Gazetesi olduğunu iddia ettikleri için, örgütün kendi gazetesini bombalatarak, sanki bu işlerle alakaları yokmuş gibi göstermeye çalıştığını iddia ediyorlar.”
8- Bu davadaki en tuhaf şeylerden biri, örgüt iddiası var ama o örgütün başı yok! Kimileri için “ara örgüt lideri” deniyor, ne demekse! Ama “bir numara” yok! İlker Başbuğ’a ilk tutuklandığında “örgüt yönetici”si denmiş, tepki çekince ve kanıtlanamayınca o da “ara yönetici”ye düşmüş. Hala örgütün başını arıyorlar!
9- Silivri’de tanık olduğunuz bir sürü şey, bunca zamandır devam eden bu davaların ciddiyetine gölge düşüyor. Her şeye güveniniz sarsılıyor. Ve aynı anda da hiçbir şey, sizi şaşırtmaz hale geliyor.
10- Beni en çok Can Dündar’ın yazdıkları etkiledi: “Evet Ergenekon diye bir kitap yazdım. Ama benim yazdığım olaylarla, bu insanların alakası yok. Burada yargılananlar benim anlattığım kişiler değil. Bu insanlar burada olmamalıydı…”
11- Mikrofonları susturma düğmeleri heyet başkanın önünde, istediği anda istediği mikrofonu kapatabiliyor. Tek ayak üstünde cezaya bırakır gibi. Avukatlara da, “Bu soruyu sormayacaksın!” denebiliyor. Avukat ısrar ederse, onun da mikrofonu kapatılabiliyor. Ya da “Sorularını yazılı ver, biz soralım” diyorlar.
12- Duruşma salonunda herkes birbirine bir şey yazıyor. Ben önce anlamadım. “Nedir bu ya?” dedim, herkesin elinde kağıt kalem, yazıyorlar, zarflara koyup birbirine veriyorlar. Çünkü avukatlar bile arada çocuk kafeslerine benzeyen bariyerler yüzünden müvekkillerine ulaşamıyorlar. O yüzden yazılı olarak iletişim kuruluyor.
13- Beni en çok etkileyen o gizli hayat hiyerarşisi haksızlığı oldu. Hayattaki hiyerarşiye bakarsanız, o salonda yargılanan insanlar, genel kurmay başkanları, miletvekilleri, üst düzey askerler, generaller, korgeneraller, orgeneraller, dünyacı bir ünlü bir profesör, evet emekli olmuş olabilirler ama o seviyeye gelmişler, yıllarını vererek gelmişler. Kim ne dersen desin, onları yargılayanlardan, hayat hiyerarşisinden daha üstteler. Bu benim görüşüm. Ve bu gerginliği bizzat yaşadım orada, elle tutulabilecek bir gerginlik var havada.
14- Bir sürü şeyin sebebi yok. Bir mantık da yok. Mesela bir önceki celse, “vahim derecede silah bulundurmaktan” tutukluluk halinin devamını karar verilen kişi, bir sonraki davada tahliye ediliyor. Neden? Bilinmiyor. Öyle.
15- Kafasında şüphe olanların bir gün Silivri’ye gidip, sadece bir duruşma izlemeleri yeterli. Başka bir şey gerekmiyor. Bir gün bile farklı şeyler görebiliyorsunuz.
16- Ben denk gelmedim ama gizli tanıklar evlere şenlikmiş! Ekranda yüzü karartılıyor, sesi de değiştiriliyor. “Mesleğin ne?” deniyor, “Oto hırsızı” demiş bir tanesi. E tabii herkesin yüzüne bir gülümseme yayılıyor. Gizli tanığa soru soruluyor, bir takım fısıldaşmalar duyuluyor. Müdahil avukatlardan biri itiraz ediyor, usulen içeride bir avukatın olması gerektiğini söylüyor. Başkan “Tamam gidip izleyin” diyor. Gizli tanığın yanındaki hakim ise, “Hayır kimse gelemez buraya, cumhuriyet savcısı bile bu tanığın kimliğini bilmiyor” diyor. Ama tanığa soru sorulduğunda o fısıldaşmalar devam ediyor. İnsanların yargının tarafsızlığı konusunda kuşkuya kapılıyor.
17- Bunu da anekdot olarak aktardılar, güldüm. Avukat, tanığını tabii ki sorularıyla sıkıştıracak. Ama bazen tanık küsüp, “Ben sizin bundan sonraki sorularınızı cevap vermeyeceğim” diyormuş. Mahkeme Başkanı da avukata kızıyormuş, “Lütfen tanıkla uğraşmayın” diye.
18- Bu da hem acıklı hem komik hikayelerden biri. Hurşit Tolon’un evinde yapılan aramada 110 cd ele geçmiş, 90 tanesi müzik, film hiçbir şey elde edilememiş. Geri teslim edilmiş. Bunlar tutanaklarda geçiyor. 110 eksi 90 kaç tane kalır? 20. Matematiksel hesap ortada, ama heyet okurken sürekli 25 diyor, cd’ler doğuruyor. İtiraz ediyorlar. İtiraz ettiler diye azar işitip oturuyorlar. Balyoz’da 1500’den fazla sahtelik ispat edilmiş, bir sürü bilir kişi raporları alınmış, Almanya’dan Amerika’dan, buna rağmen “Güvenmiyorsunuz siz de bilirkişi tayin edin” demişler ama heyet kabul etmemiş.
19- İnanıyorum ki, o salonun ortasındaki bariyerlerin içindeki tutkulular, günün birinde özgürlüklerine kavuşacaklar. Ama öyle ama böyle serbest kalacaklar. Buna hiç şüphe yok. Buna ben de yürekten inanıyorum. Ne var ki, hayatlarından çalınan senelerin hesabını kim verecek, işte o belli değil…