Beni dinlese, bu noktaya gelmezdi

Güncelleme Tarihi:

Beni dinlese, bu noktaya gelmezdi
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 26, 1998 00:00

Haberin Devamı

Cumhurbaşkanı, Refah-Yol döneminde Erbakan'ı uyardığını açıkladı. Demirel, ‘‘Söylediklerimi kulak ardı etti. Beni dinleseydi, 28 Şubat daha hafif yaşanırdı’’ dedi.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Hürriyet yazarlarını kabulünde, 28 Şubat'a giden süreçte dönemin Başbakanı Erbakan'ı ordunun rahatsızlıkları konusunda uyardığını açıkladı. Demirel'e yöneltilen sorular ve yanıtları özetle şöyle:

Size ordudan düzenli bilgi gelir mi size?

- Evet.

Yani, bu bilgiler hep resmi bilgi midir, yoksa gayri resmi bilgi de gelir mi?

- Ben Genelkurmay Başkanı'nın dışında kimseden bilgi almam. Genelkurmay Başkanı her hafta bana gelir, her şeyi söyler; açık yüreklilikle söyler. Her hafta terörle ilgili rapor verir, ordunun çeşitli sorunlarıyla ilgili rapor verir. Eğer onları rahatsız eden herhangi bir mesele varsa, onları da söyler bana. Açık yüreklilikle söyler.

Mesela bu iki seçimin birarada olması hususunda da birşey söylediler mi?

- Yok, onlarla pek fazla ilgili değillerdir; ama, bazen Türkiye'de çok tartışılan siyasi meseleler olur. O meselelerle ilgili olarak ben onlara bilgi aktarırım. Hadise şudur; istismarlar var. Bu istismarlara karşı sağlam bir bilgi olmaları lazım.

DİYALOĞUM SÜBAPTIR

Şu geçtiğimiz 28 Şubat süreci içerisinde hiç böyle, yani muhtıranın, şunun bunun eşiğinden dönüldüğü an oldu mu?

- Daha muhtıraya doğru bir yol gitmedi mesele. Çünkü neden gitmedi, onu da söyleyeyim. İşte, bu mekanizma var ya, her hafta gelip beni ziyaret etmesi Genelkurmay Başkanı'nın; o, birikimi önledi.

Emniyet sübabı mı oldu?

- Evet. Ben onlara dedim ki, peki, sizi rahatsız eden birtakım şeyler var, ben Genelkurmay'a geleyim siz onlara bana bir anlatın, bakalım. 17 Ocak'tı, gittim, aşağı yukarı üç-dört saat anlattılar.

Yani, siz aslında gördünüz 28 Şubat'a doğru olayın akışını?

- Evet, 28 Şubat daha da hafif olabilirdi. Ben oradan aldığım intibalara, geldim, tahkik ettim onların söyledikleri şeylerin bir kısmını. Kendilerine de söyledim; şunlar doğru, ama şunların üzerinde şu anda durulması gereken şeyler değl, doğru olanların da üzerinde duracağım dedim. 3-4 Şubat'ta sizin gazete onları neşretti; Sayın Necmettin Erbakan'a mektup yazdım. Hoca onları kulak ardı etti. Ama, bu iş ciddi.

MUHTIRAYI BEN VERDİM

Yani, muhtırayı siz verdiniz aslında?

- Onu diyorum ya bazen. Devlet teamülünde ben ne yapacağım? Ben koordinatörüm, köprü vazifesi görüyorum, bir de kantarın topunun yerinde durması lazım. Ondan sonra tekrar kendileriyle birkaç defa daha konuştum. Sonra mesele Milli Güvenlik Kurulu'na geldi, Milli Güvenlik Kurulu'nda da söylediler söyleyecekleri şeyleri.Orada enine boyuna tartışıldı, sonra tavsiyeler yapıldı.

Halbuki ben hükümet erkanına söyledim; dedim ki, bu Kurul'da çok önemli şeyler var, bunlarla biraz meşgul olun; daha öncesinden meşgul olun dedim. Çok fazla önemsenmedi.

Kaçıncı Süleyman

Mülakatın en esprili bölümlerinden biri, Süleyman Demirel'in Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın türbesini ziyaret ettiğini belirttiği sırada yaşandı.

Demirel, ‘‘Dün Kanuni'nin türbesini ziyaret ettim. Yanında İkinci Süleyman ve Üçüncü Ahmet varmış, beraber yatıyorlar’’ deyince, Ertuğrul Özkök,şu soruyu yöneltti: ‘‘Efendim, siz kaçıncı Süleyman'sınız?’’

Cumhurbaşkanı, ‘‘Ben o seriye dahil değilim. Adam 45 sene...’’ diye yanıtlayınca, Özkök üsteledi:

‘‘Rekora yaklaşıyorsunuz efendim, fazla birşey kalmadı ki...’’

Demirel, espriyi yine bir espriyle kapattı:‘‘Hayır hayır, bana getirme lafı, çok etki altında kalırım...’’

Soru: Susurluk ne oldu

Cevap: Ne olacaktı ki

Susurluk konusunda ne düşünüyorsunuz?

- Neydi o, nesini istiyorsun?

Ne oldu efendim o? Duruyor hala.

- Ne olacaktı ki?

Hiçbir şey olmadı diye herkeste yaygın bir kanaat var da, sizin kanaatinizi soruyordum.

- Şimdi, bunu boyutlarına irca etmek için, bu ihdas edilmiş bir olay olmaktan öteye geçmez. Bunun boyutları nedir? Boyutları şudur: Kim ne yapmış, nereye alet olmuş, nasıl olmuş da devleti sürüklemiş veya devletin hizmetleri görülürken, kim kanunları, nizamları çiğnemiş, menfaate alet olmuş veya mafya aleti olmuş? Çözülmesi lazım gelen bunlar.

Ve hukukun genel prensipleri içerisinde de, aslında suçsuz ceza olmaz; bir. İkincisi, suçun şahsiliği hakkında. Suçu kim işlediyse onu bulup çıkaracaksınız. Bir de yargısız infaz olmaz.

Maalesef, bu çeşit hadiselerin birçoğunda yargısız infaz yapılmıştır.

Bugün Türkiye'de bu hadisenin veya benzeri başka hadiselerin araştırılması, soruşturulması, didiklenmesine mani hiçbir şey yoktur. Yani, ‘‘Şuraya kadar soruşturuldu, burada kapatıldı.’’ Yok öyle bir şey. Hiçbir şey yok, onu da söyleyeyim.

Bunlar işliyor, sistem işliyor diyorsunuz...

- Evet. Gayet, tabii.

Şimdi, ne yapıyoruz? Yargının işleyişinden memnun değiliz. Polisin işleyişinden mennun değiliz, Parlamentonun işleyişinden memnun değiliz. Eğer bizim memnun olmayışımızda haklılık varsa, aslında biz çürümüşüz. Eğer çürümüşsek, hadi bakalım bunun tedbirini alalım. O da yok. O zaman ne yapacağız? O zaman konuşmaya devam edeceğiz.

Ben çürümüşlüğü kabul etmiyorum. Devlete arız olmuş birtakım pislikler vardır. Devlet, bu pislikleri temizleme peşindedir. Yalnız, devletin hizmetinde bulunan gerek güvenlik kuvvetleri, gerekse başka görevliler, geniş çapta, büyük çoğunluklarıyla devletin hizmetindedir, kanunların hizmetindedir. Bugün Türkiye ayakta duruyorsa, sanıyorum ki onda bunların çok büyük payı vardır.

Yalnız, bugün devlet kanunsuzluklara alet olmuş herkesin yakasına yapışacak niyette ve güçtedir. Çakıcı hadisesi de odur.

Çakıcı'yla ilgili bilgi istediniz mi?

- Bilgim vardır. Burada şunu söylemek istiyorum: Münferit hadiselere bakarak ülke hakkında, devlet hakkında, toplum hakkında genel yargılara varmak çok kere yanlıştır. Ve bu Türkiye, bölge üzerinde çok çeşitli bir Türkiye. Eğer Türkiye iç barışı korursa, bu çeşitlilik zenginliktir. Yalnız, bu çeşitlilik tahrik edilirse iç barışı tehdit eder. Yani, eğer siz inanç farklılıklarını, etnik farklılıkları tahrik ederseniz, bu çeşitlilik iç barış gibi bir meseleyi fevkalade zor duruma sokar.

Bilhassa demokratik idareyi yürütürken, çoğulcu idareyi yürütürken, Türkiye'nin karşılaştığı en önemli sorun, bu destabilizasyondur. Yani, bu içerideki çeşitliliğin kırılıp dökülmemesi, muhafazasıdır.

Ege'de 132 parça kayalık bizim

Genelkurmay Başkanı Orgeneral karadayı geçenlerde Yunanistan'ın sınırlı bir savaş çıkarma tehlikesinden söz ediyordu. Milli Güvenlik Kurulu değerlendirmelerinde var mı böyle bir şey?

- Hayır. Genelkurmay'ın çeşitli mülahazalarla yaptığı değerlendirmeler olabilir. Yalnız tabii, savaşı çıkarırsınız da, savaşı sınırlı tutmak mümkün değildir. Vietnam Savaşı esnasında Başkan Johnson'un çok enterasan bir sözü vardır. Savaşa girdiler, battılar. O diyor ki, ‘‘Savaşa girmesi elinizdedir de, çıkması elinizde değildir...’’

Ve oldu-bittiler (fait a complit) çok önemli bir olaydır.

İsmet Paşa'nın fevkalade güzel bir sözü vardır: ‘‘Savaş çok ciddi sebeplerden çıkmaz’’. Yani aslında bir kibrit çakılması savaş çıkarır. Mesele, savaşın zemininin olmaması lazım. Eğer savaşın zemini için yüksek bir gerginlik varsa, bir oldu bittiyle karşı karşıya kalınır. Kardak hadisesi bunlardan biriydi. Ege Denizinde ‘‘gri alanlar’’ dediğimiz, aşağı yukarı 132 parça taş var veyahut adacık var, taş var... Yani, aidiyeti anlaşmalarla tespit edilmemiş. Biz diyoruz ki, ‘‘Bunlar size ait değildir. Halefiyet dolayısıyla bunlar bize aittir.’’

Peki efendim, bunlar savaş zemini yaratacak olaylar mıdır?

- Bu hadise, bir oldu-bitti ile karşı karşıya kalmamak için ortamını kaldırmak lazım. Ortamı varsa, bir gün oldu-bitti ile karşı karşıya kalırsınız. Nitekim, böyle bir olay hadise etmiştir, yani iki sene evvel Kardak'ta olmuştur.

Karamanlis ‘Korkuyoruz’ demişti

Cumhurbaşkanı Demirel, Türk-Yunan ilişkilerini değerlendirirken, ‘‘Türkiye'nin geçmişinden kalan birtakım izler Türkiye hakkında haksız şüpheler ve bu şüphelerden doğan korkulara sebep oluyor’’ diyerek, bu endişelerin Atina'daki izlerine atıf yapıyor.

Demirel, daha sonra 1975 yılında Brüksel'de dönemin Yunan Başbakanı Konstantin Karamanlis'le yaptığı görüşmeyi hatırlatarak, şöyle konuşuyor:

‘‘Karamanlis bana diyor ki, ‘Biz sizden korkuyoruz'. Niye korkuyorsunuz? ‘Siz büyüksünüz, güçlüsünüz'. İyi, bizim büyük ve güçlü olduğumuzu kabul ediyorsanız, bizi tahrik etmemeniz lazım. Yani, geliyorsunuz, anlaşmalarla size geçmiş adalar, hiçbir zaman da sizin olmamıştır. Çünkü, zaten bu adaların tümüne hakim Yunan devleti yok ortalıkta. Yani, bunlar, bu adalar Anadolu'ya kim hakimse o hakim olmuş, sonra size geçmiş bu adalar. Ama, bu adaları tahkim ediyorsunuz, tahkim etmemeniz lazım, o şartla verilmiş. Bu bizi tahrik ediyor. Bunun cevabı yok. Bunun cevabı şu: Yunanistan da Türkiye düşmanlığı siyaseti güdüyor, korkusundan dolayı. Biz barışın ne demek olduğunu, onun nimetlerini biliyoruz. Ancak barışçılık teslimiyetçilik değildir. Barışçılık, soğukkanlılıkla sorunlara akılcı yollardan gidilerek çare aramaktır, sabrı tüketmeden aramaktır. Ama, bir gün bir oldu-bitti ile karşı karşıya kalabilirsiniz...

Yanlışların faturasını MİT'e çıkarmayalım

Cumhurbaşkanı Demirel, dün Hürriyet Ankara Temsilcisi Sedat Ergin’in sorularını yanıtlarken, önce MİT'le ilgili tartışmaların bir özelliğine dikkat çekiyor:

‘‘MİT bir istihbarat teşkilatı olduğu için genellikle bu teşkilatta çalışanlar bu tür işler yaparlar şeklinde bir imaj zihinlerde mevcuttur.’’

Demirel, ardından ekliyor:

‘‘Ve bu tartışmalar hemen alevlenir. Ben tartışmanın çok soğukkanlı yapıldığı kanaatinde değilim. Ve bu tartışmalar yapılırken devletin önemli bir kurumu olan MİT'i tahrip etmemesi lazımdır.’’

Cumhurbaşkanı'nın mevcut tartışmaya dönük çekinceleri şöyle:

‘‘MİT, hukuk devletinin teşkilatıdır. Hukuk devletine bağlıdır, hukuk devletinin içindedir. Bir kanunsuzluk varsa, kim yapmışsa devletin içinde ya da dışında herkesin yakasına yapışılır. Bazı kişiler yanlış işler yapmışlarsa, faturasının kuruma çıkarılmaması lazımdır. Çünkü bu kurum lazımdır.’’

Demirel, tartışmanın MİT'teki bir iç hesaplaşma olduğu yolundaki değerlendirmelere şöyle yaklaşıyor:

‘‘Bunlar olagelen şeyler. MİT'te çeşitli tasarruflar yapılıyor. Muayyen makamlara muayyen kişiler geliyor. Bunların bir takım algılamalara ve tartışmalara yol açmasına ilk defa şahit oluyor değilim. Ama yine de dönüp söylüyorum ki, yanlışlıklar yapılmışsa bu kişilerin tasarrufu olarak algılanmalıdır. Faturalar kişilere çıkarılmalı, kurum korunmalıdır.

Cumhurbaşkanı, ardından geçen dönemin sessiz geçtiğini hatırlatıyor:

‘‘MİT'in tepesinde geçen Şubat ayında bir değişiklik yapıldı. Bu sırada bir rahatsızlık yoktu. Değişiklik yapılırken kim olsun, kim olmasın gibi tartışmalar oldu. Ama değişiklik yapıldıktan sonraki altı-yedi ay zarfında bana intikal etmiş bir rahatsızlık ya da sürtüşme yoktu.’’

Şu sözleri, MİT temsilcileri Yavuz Ataç ve Mehmet Eymür'ün merkeze alınmalarının gerekçelerinden Demirel'in haberdar olduğunu gösteriyor:

‘‘Mehmet Eymür'ün Washington'dan alınması olayı birkaç gün önceki iştir O da yeni yönetimin tasarrufudur. Yavuz Ataç da öyle. Bu tayinler bana gelir. Ben onların altında ne var, üstünde ne var biliyorum.’’

Demirel'e göre, tartışmadaki iddialar iki eksende gidiyor: Birincisi, Alaattin Çakıcı'ya verilen kırmızı pasaport, ikincisi ise Çakıcı'nın kullanılması...

Demirel, şöyle konuşuyor:

‘‘Hangi zamanda kullanılmışlarsa, ne vakte kadar kullanmışlarsa, kim kullanmışsa kamuoyunun önüne çıkacaktır. Ve bu kullanmalarda kimin sorumluluğu varsa, o da ortaya çıkacaktır.’’

Cumhurbaşkanı, hemen ardından adres olarak yargıyı gösteriyor:

‘‘Takibi gereken suç varsa, onlar merciine gidecektir. Merci savcılıklardır. Suçu işleyen memursa, Memurin Muhakematı'na girecektir. Burada siyasi bir karara gerek yok. Soruşturmalar ne çıkarıyorsa orta yere, onu ilgililere veriyorlar.’’

MİT'le ilgili bu tartışma Milli Güvenlik Kurulu'nun önceki günkü toplantısında gündeme geldi mi?

Demirel, MGK'nın giriş bölümünde güvenlik konuları görüşülürken, Çakıcı'nın yakalanması olayının anlatıldığını belirttikten sonra ‘‘Ama basının tartıştığı şeyler oraya gelmez’’ diyor.






Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!