Güncelleme Tarihi:
1960’lı yıllar. Çeşme’deyiz. Ancak bugün bildiğimiz popüler tatil beldesinden çok farklı bir Çeşme’deyiz; eski Rum evlerinden oluşan, nüfusu en fazla üç bin olan kendi halinde bir köy… İşte bu geleneksel, ahşaptan yapılmış, üzeri yumurta akıyla sıvanmış evlerden birinde, üç çocuklu bir ailenin en küçük ferdi olarak dünyaya geliyor Mustafa Denizli. Babası kahve işletiyor. Annesi ev hanımı. Denizli, “Dört, beş yaşıma kadar olan süreci hatırlamıyorum ama yürümeye başladıktan sonra ele avuca sığmaz biri olduğumu biliyorum!” diye başlıyor anlatmaya: “Futbola, ilkokulun bahçesinde çam kozalaklarıyla oynayarak başladım. Sokak çocuğuyduk. O günlerde herkes sokak çocuğuydu çünkü sokak araları hepimizin buluştuğu yerdi. Babam akşam yemeklerinin beraber yenmesini isterdi. Yalnız ben eksik olurdum. Eve gelince alt kattan mutfaktaki konuşmaları dinlerdim. Babam bağırır, çağırır, annem de ‘Bırak, çocuktur o!” diye onu idare etmeye çalışırdı!”
ÇIPLAK AYAKLI MAHALLE MAÇLARI
Denizli ve arkadaşları bir zaman sonra sokak aralarındaki maçları, araba ve bisikletlerin artmasıyla, daha rahat etmek için Çeşme Kalesi’ne taşıdı. Burası Denizli’ye yabancı değildi çünkü ne ilginç ki futbola ömrünün 60 yılını adayan Denizli’nin ilk hayali aslında sahalarda değil, göklerde bir istikbalmiş… Denizli şöyle açıklıyor: “Benim aslında ilk merakım pilot olmaktı! Perşembe günleri İzmir Çiğli’den kalkan askeri uçakları daha yakından görebilmek için Çeşme’deki en yüksek tepeye çıkardım ama futbola daldıkça aksatmaya başladım. Hem farklı mahallelerin hem de üç büyükler taraftarlarının takımları olurdu; Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaşlılar... Forma yaptıracak paramız olmadığından beyaz fanilalarımızın üzerine kömürle siyah, beyaz veya boyalı kalemlerle sarı-kırmızı, sarı-lacivert çizgiler çekerdik. Çoğu zaman da yalın ayak oynardık. Kendimi farklı görüyordum.”
KADERİNİ DEĞİŞTİREN CİPTEKİ YABANCI
Bu düşüncesinde yalnız değildi. Çeşme Kalesi’nde oynadıkları maçların izleyicileri her geçen gün artıyordu… Denizli gülerek, “Çeşme eşrafından beni çok seven, izlemek isteyen ‘fan’larım vardı! Kendime güvenim tamdı” diyor. Onun kaderini değiştirense tesadüf eseri, kapalı yolun açılmasını beklerken arabasından çıplak ayaklı çocukların maçını izlemeye koyulan bir yabancı oldu. Devamını Denizli’den dinleyelim: “Yol açıldıktan sonra da gitmedi, maç sonuna kadar kaldı. Biz dağılırken yanıma geldi, adımı sordu. ‘Mustafa efendim’ diye yanıtladım. ‘Altay Genç Takım’da oynamak ister misin?’ dedi. Cipten inen bu bey bir profesördü; Ege Üniversitesi Kulak Burun Boğaz Bölüm Başkanı Prof. Dr. Orhan Cura… Altay’da yöneticiymiş. ‘Sezon açılmadan gel!’ dedi. Ben o yıl ortaokulu bitiriyordum. Lise eğitimi için mecburen İzmir’e gidecektim ama babam masrafları karşılayabilecek miydi belli değildi… Ailemin durumu vasattı. Büyük bir fırsat oldu.”
ORMANDA KUMDA, DENİZDE KONDİSYON
Denizli, gönlünün aslında pek de Çeşme’den ayrılmaktan yana olmadığını anlatıyor: “Çeşme’deki takımlar beni oynatmıyorlar diye hırs yapmıştım! Transferin son günü gidip Altay’da amatör genç takıma girdim. Sene 1966’ydı. 15 yaşındaydım.” Ailesinden ayrılmak da ona zor gelmiş. O zamanlar Çeşme-İzmir arası otobüsle beş saatmiş. Ancak Denizli, “Çin’e gitmiş gibi hissettim!” diye devam ediyor: “Babam futbol oynamamı istemiyordu ama liseyi Altay sayesinde okuyacağım için ses çıkarmamıştı. ‘Gurbette akşam zor geçer’ diye bir şarkı vardı, onun gibi ilk başlarda çok hüzünlendim. Lojmanda kalanlar benden büyük, A takım oyuncularıydı. Onlar bana sahip çıkıyordu. Sonra ‘Büyük’ olduk ama o zaman küçüktük.” Büyükleri ona ev hasretini unutturmuştu ama fiziksel ‘büyümesi’ genç yıldızı zora sokuyordu. Denizli anlatıyor: “15 yaşlarında biraz tombik ama çok hareketli bir çocuktum. Altay’daki ilk yılımda bende ‘seri büyüme’ olunca olumsuz etkilendim. Sene sonunda kulüp müdürü beni çağırıp ‘Oğlum, yöneticiler senden ümitli değiller, Çeşme’ye dön’ dedi. Çok içime oturdu. Giderken ‘Mahalle arasında iyi ama Altay’da oynasın da görelim!’ diye dönüşümü bekleyenlere hazır olmadığımdan Ilıca’da yaşayan dayımın yanına yerleştim. Üç ay sabah 5’te kalkıp ormanda, kumda, denizde antrenman yaptım. Seri büyümenin yarattığı adale zayıflığından kurtulmak için çalıştım, çalıştım, çalıştım... Kulüpten habersiz seçmelere katıldım. Finallerde takımımın 10 golünden sekizini ben attım.”
İZMİR’DE RÖVEŞATA
SÜRGÜN OYUNCUNUN MUHTEŞEM DÖNÜŞÜ
Denizli, Genç Milli Takım’a seçildi. Kendisini sürgün eden takımı Altay’ınsa bundan haberi yoktu! Denizli gülerek devam ediyor: “Ankara’daki son seçmelerde Federasyon Başkanı Orhan Şeref Apak beni çağırıp nerede oynadığımı sordu. Onu ‘Altay’dayım ama…’ diye yanıtlayınca kulüp başkanımızı aramış. Beni yolladıklarında 1966’nın Mayıs ayıydı. Ekimde ülkenin Genç Milli Takımı’nın oyuncusuydum. Ondan sonra Altaylı yöneticiler, ‘Oğlum bir yanlışlık olmuş. Sen dön, gel’ diye geri çağırdılar. Altay önümüzdeki günlerde 107. yılını kutlayacak. Bu 107 yıllık tarihinde kulübün en fazla oynayan, kaptanlık yapan, gol atan futbolcusu oldum. 12 yılı kaptan olmak üzere Altay’da geçecek 18 yılım böyle başladı.”
GENÇ ADAMLAR SAAT 22.00’DE NASIL UYUSUN!
Mustafa Denizli, Altay’da geçirdiği 18 yıllık dönemi, “İşte böyle geçti, geçti, geçti…” diye kapayarak hayatındaki bir sonraki bölümü, hem İstanbul macerasını hem de antrenörlük kariyerini anlatmaya başlıyor: “İstanbul’daki kulüplerden her sene teklif alıyordum fakat İzmir’den bir türlü ayrılamıyordum. Ancak 1983 yılında Altay küme düştü. O zaman Galatasaray’a geldim. Zaten teknik adam olmayı kafama koymuştum. 1982 yılında İngiltere’ye antrenörlük kursuna gitmiştim.” Antrenörlük kariyeri 1987 yılında Galatasaray’da başladı. Ancak Denizli için ‘antrenörlük’ misyonu yalnızca ‘bir takımı çalıştıran hoca’ olmaktan çok öteydi… O, bir devrim peşindeydi! Anlatıyor: “Türkiye’nin en büyük camialarından birinde başlamışım; eski ve sıradan konuşmaları yapacak halimiz yoktu! ‘Duvarları yıkacağım!’ dedim ve yıktım. Antrenörlükten önce de arkadaşlarımın, hocaların hareketlerine dikkat eder, etkilerini kendi üzerimde de hep denerdim. Futbolculuktan beri beni rahatsız eden kalıplaşmış uygulamayı değiştirdim. Bunlardan biri ‘Gece 22.00’de uyuyacaksın!’ kuralıydı. Genç adam, böyle şart koyarsan nasıl gidip uyusun! Futbol, Türkiye’de değişime uğraması gereken bir sektördü. Futbolculara ‘boş insan, kız verilmez’ gözüyle bakılıyordu. Halbuki ben ‘Biz öyle değiliz!’ diye buna isyan ediyordum.”
TÜRK FUTBOLUNDA DENİZLİ DEVRİMLERİ
Peki Mustafa Denizli, Türk futbolunda neleri değiştirdi? Yanıtı şöyle: “Biz Avrupa hayranlığıyla büyüyen bir nesiliz. Bu futbola yansıdığında ‘Onlara karşı başaramayız’ anlayışı hakimdi. Ben bunu kabullenmedim. ‘Yapabiliriz!’ sadece futbolda değil başka meslek dallarında da önemsendi. Türkiye’de bir dönem tüm hocalar yabancıydı, bunu değiştirdik. Milli takımı Londra’da müzikale götürdüm diye hakkımda soruşturma açıldı. Oysa futbolcular kültür, sanattan da anlamalı, en lüks restorana da gitmeli, en şık kıyafetler de giymeliydi… Futbol öğretilen değil öğrenilen bir meslektir. Herkesten öğrendim, takım arkadaşlarımdan, hocalarımdan, çalışanlarımdan… 30 yılda gurur duyduğum pek çok başarıya imza attık. Tabii madalyonun iki yüzü var, yalnız kaldığım da oldu.”
‘İÇİMİZDEKİ İRLANDALILAR EKSİK OLMAZ!’
Denizli, 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde bir İrlanda maçı sonrası kendisini eleştirenlere ‘İçimizdeki İrlandalılar’ diye seslenerek dilimize yeni bir deyim de kazandırmıştı! Peki kimdi bu ‘İçimizdeki İrlandalılar’ ve halen varlar mı? Gülerek, “Onlar eksik olmaz! O gün karşımızda İrlanda vardı. Hollanda olsaydı, Hollanda derdik... Bir kişiye yönelik değil genel, ironik bir yaklaşımdı; ‘Biz yapamayız, başaramayız’ anlayışına bir tepkiydi” diyor.
‘RAKİBİ İNCİTMEKTEN İMTİNA ETTİM’
Türk futbolunun 3 büyükleri Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’da şampiyonluk yaşayan tek teknik direktör olarak tarihe geçen Mustafa Denizli, spor camiasında herkes tarafından sevilen ve saygı gören bir isim. Bunun sırrı nedir? “Hepsiyle çalıştık, ondan herhalde!” diye gülerek yanıtlıyor: “Sır, saygılı olmak. Futbol 90 dakikalık bir rekabettir. Günlük yaşamın tamamını teşkil etmez. Kazandığında rakibini incitmekten imtina etmek gerek.”
BİR ÇEŞME ANISI: ‘METİN OKTAY’IN PEŞİNDEN KOŞARDIK!’
“Çeşme kendi halinde bir köydü. 1960’lı yıllara doğru yazlıklar kuruldu. Siyasetçiler, futbolcular gelirdi. Özellikle Metin Ağabey (Oktay) geldiğinde ben onun peşine takılırdım!”
‘MATADOR GİBİ BİR ANTRENÖRDÜM’
Mustafa Hoca, antrenörlük kariyerini boğa güreşi yapan bir matadorun mücadelesine benzetiyor: “Antrenörlüğümü matador El Cordobes’in hikâyesine benzetiyorum. O, en azgın boğanın karşısına çıkmayı göze aldı. Benim karşımdaki boğa, yerleşik fikirlerdi.”
HAYATI BELGESEL OLUYOR
Denizli’nin Çeşme’deki çocukluk yıllarından futbolculuğuna, evliliklerinden teknik direktörlüğüne ve şampiyonluklarına uzanan yaşamı tanıklık edenler, yöneticileri, futbolcuları ile başkanlarının dilinden, hiç bilinmeyenleriyle belgesel oluyor.