Güncelleme Tarihi:
ERTUĞRUL ÖZKÖK'ÜN RÖPORTAJINDAN FOTOĞRAFLAR
Aynen Ertuğrul Özkök’ün kenarında durduğu nehir gibi...
Bir sürü şey gelip geçiyor.
Bir sürü şey görüyorsun.
Şu anda benim gördüğüm gibi...
O, İstanbul Modern’deki çıplak ayaklı kont...
Kaç kişi tanıyorsunuz bir müzede smokinin altında yalın ayak dolaşacak?
Yüzünde muzır bir gülümseme, omzunda ceketi, elinde ayakkabılar...
Kaç kişi tanıyorsunuz tabloların önünde dans edecek?
Röportaj yapıyorum onunla, bir kere daha, yeniden şaşırıyorum.
Komplekssizliğine, rahatlığına, açıklığına, kendine karşı acımasızlığına, savunmasızlığına, korunmasızlığına, yaratıcılığına...
Soruyorum, soruyorum, o da hiç yorulmadan, bıkmadan yanıtlıyor.
Gülüyor, eğleniyor.
Belli ki hayatının bu yeni döneminden de keyif almayı biliyor.
Siz Hürriyet’in efsane yayın yönetmeniydiniz. 20 yıl boyunca... Hiç hata yapmadınız mı?
* Yapmaz olur muyum? Yaptım. Hem de çok. Hatasız kul olmaz, hatasız yayın yönetmeni hiç olmaz.
Hadi o zaman itiraf edin, en büyük hatanız neydi?
* En büyük hata değil de, hata diyelim. Mesela Ahmet Kaya, çok sevdiğim bir müzisyendi; magazinciler gecesinde ben de oradaydım; ama o konuşmayı yapmadan kalkmıştım. Bugün olsa, onun hakkındaki o iki manşeti, daha yumuşak atardım. Gerçi, aynı şey Ahmet Kaya için de geçerli, keşke öyle bir gecede düşüncelerini biraz daha yumuşak tonda dile getirseydi.
Peki bu hatanın altından nasıl kalktınız?
* Dalga mı geçiyorsun? Gazeteciliğin en kötü tarafı budur, hatanın altından kalkamazsın! Çünkü o manşetler, o yazılar, sonsuza kadar orada kalır; üstelik benim gibi sevmeyenin çoksa, ikide bir önüne konur. Bin kere özür dilesen de ağızlarından kurtulamazsın. En iyisi taşımaktır, dik durarak taşımaktır. Ben, hatalarımın altında ezilmeden, dik durmaya çalıştım. Omurga böyle şeyler için lazım!
Yerleştirmeye çalıştığınız şeyler nelerdi? Siz gazeteciliğe neler getirdiniz?
* İsmet Berkan, ben ayrıldıktan sonra yazdığı yazıda, beni şöyle tarif etti: “Türk basınını sonsuza kadar değiştiren genel yayın yönetmeni.” Bak, bu konuda alçak gönüllü olamayacağım. Ben Babıali’ye devrim yapmaya geldim ve yaptım. Bazıları o devrimleri sevmedi, hatta nefret etti. Ama aklına güvendiğim profesyoneller, neler yaptığımı anladı ve takdir etti. Ben bu meslekte ağır siyaset yazarlarının tekeline son verdim. Hayatın bütün alanlarını, gazetecilerin iskânına açtım. Şarap yazıları yazan birinin de çok önemli yazar olabileceğini gösterdim. Ama en önemlisi, gazetecilerin, kendilerini hak etmedikleri kadar ciddiye alan ego balonlarına iğne soktum. En çok da kendimle dalga geçtim. Özal, bu ülkeye ne yaptıysa, ben de gazetecilik mesleğine onu yaptım.
Sizi iş takipçiliği ile, gazeteciliğin dışına çıkmakla suçlayanlar haksız mıydı?
* O telefon konuşmaları hayatımın en şanssız konularından biriydi. Oysa ben orada yatırım yaptığımız bir karton fabrikasının işini konuştum. Yani kanunsuz bir şey değildi sorduğum konu. Ama sana şunu söyleyeyim: Acaba şu an, gazetesine ilan vermeyen şirketlerin sahiplerini, yöneticilerini arayan genel yayın yönetmenleri ne yapıyor? Ben hayatım boyunca kimseyi arayıp, “Niye bize ilan vermiyorsunuz?” demedim. Yine de Güneş’le yaptığım o sohbet şık olmadı.
Hiç, gücün karanlık tarafına geçtiğinizi düşünmediniz mi?
* Yine aynı güç sorusuna geldik. Yani beni Darth Vader gibi görüyorsun! Güce inanmadığım için, onun aydınlık veya karanlık tarafını da bilmiyorum.
Siz bir manşetle Türkiye’yi konuşturuyordunuz. O duyguyu kaybetmek nasıl bir şey?
* O duyguyu çok yüceltmiş, hep o duyguyla yaşamış, o duygunun kuytusunda, gölgesinde gezinmişsen, elbette onu kaybetmek ölüm gibi bir şey olabilir. İster inan, ister inanma, ben o duyguyu hiçbir zaman yaşamadım, içselleştirmedim. ‘Güç’ denilen o şey, benim yaşadığım, hissettiğim bir şey değil, başkalarının bana atfettiği bir şeydi. Neticede bıraktığım şey, güç değil, bir koltuktu. Bıraktığım o koltuğa karşı da, özgürlüğümü elde ettim.
Röportajın devamı Tempo Dergisi’nde