Baykal’ın duvarındaki şeyh öğütleri, İttihadçı imálátı

Güncelleme Tarihi:

Baykal’ın duvarındaki şeyh öğütleri, İttihadçı imálátı
Oluşturulma Tarihi: Ocak 07, 2001 00:00

Deniz Baykal'ın yerinde olsam, çalışma odamın duvarına astığım ve Osman Gazi'nin kayınpederi Şeyh Edebali'nin öğütleri olduğu söylenen o panoyu hemen indiririm. Zira, Şeyh'e maledilen o sözler eskiden kalma falan değildir, 19. yüzyıl sonuyla 20. asır başında imal edilmiş, daha doğrusu ‘‘uydurulmuşlardır’’. Öğütlerin yerine, Şeyh'in 500 küsur senelik Áşıkpaşazáde Tarihi'nde kayıtlı olan şiirini asmak bence daha uygundur, zira Edebali belki bir keramet daha gösterir ve Deniz Bey de bu sayede kırk yıllık muradına ermiş olur. CHP'de bugünlerde bir ‘‘Şeyh Edebali mi, yoksa Şeyh Bedreddin mi?’’ tartışması var. Tartışma, Deniz Baykal'ın çalışma odasına Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'nin kayınpederi ve şeyhi Edebali'nin öğütleri olduğu ileri sürülen bir panoyu asmasıyla başladı. Muhalifleri, Baykal'ı ‘‘CHP'yi sağa kaydırmakla’’ suçlayınca Baykal da sol çevrelerin ‘‘Osmanlı Tarihi'nin ilk solcusu’’ olarak gördüğü Simavna Kadısıoğu Şeyh Bedreddin'i gündeme getirdi ve ‘‘Bedreddin iyi de benim Edebali'm kötü mü?’’ dedi. CHP'deki bu şeyh ve evliya tartışmalarını görünce, Deniz Baykal'ı bir ayrıntıdan haberdar edeyim ve naçizane bir tavsiyede bulunayım dedim. Şeyh Edebali'nin öğütleri olduğu ileri sürülen ve Deniz Bey'in çalışma odasının duvarını süsleyen panodaki sözler pek öyle eski değildir, 19. yüzyıl sonuyla 20. asır başı imalátıdır. Başka bir ifadeyle, bundan yüz küsur sene kadar önce ‘‘uydurulmuşlardır’’. Osmanlı Devleti, yıkılışın sancılarını çekmeye başladığı son devirlerde, özellikle İkinci Abdülhamid'in saltanat yıllarında ve İttihad Terakki'nin iktidarı sırasında hem halka moral vermek, hem de kendine yeniden meşruluk kazandırmak için geçmişe dönmüş, kuruluş ve yükseliş dönemlerindeki güzel günleri gündeme getirmiştir. Bunun için eski zamanlardaki isimlerden istifade edilmiş, meselá yeni askeri birliklere ‘‘Söğüt’’ ve ‘‘Ertuğrul Alayları’’ denmiş, o yıllarda doğan şehzadelere ‘‘Osman’’, ‘‘Ertuğrul’’ ve ‘‘Orhan’’ gibi ilk hükümdarların ve beylerin isimleri verilmiş, bu arada eski söylentiler yeni ilávelerle gündeme getirilmiş ve efsaneyi andıran bol bol da hikáye yaratılmıştır. Şeyh Edebali'nin öğütleri olduğu iddia edilen ve Deniz Bey'in odasının duvarında asılı duran sözler de, Abdülhamid zamanında yazılmış bu fabrikasyon efsanelerdendir. Eski tarihlerin hiçbirinde geçmezler ve Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrini anlatan Áşıkpaşazáde, Şükrullah ve Nişancı Mehmed Paşa gibi tarihçilerin eserlerinde bu öğütlerin bahsi yoktur. Ama Áşıkpaşazáde, Osman Gazi ile Şeyh Edebali arasındaki bir başka hadiseden, daha doğrusu Osman Gazi'nin bir ruyasından bahsedip bir de şiir nakleder ki, Deniz Bey'in çalışma odasının duvarındaki panoya bence asıl bu şiir yakışır. İşte, Áşıkpaşazáde'nin anlattığı hikáyenin öyküsü: Osman Gazi, bir gece ruyasında Şeyh Edebali'nin göğsünde bir ayın parladığını görür. Ay tamamen doğar, sonra gelip Osman Gazi'nin koynuna girer ve Osman Gazi o anda kendi göbeğinden bir ağacın yükseldiğini hisseder. Ağaç öylesine uludur ki gölgesi álemi tutmakta, altından dağlar yükselmekte ve dağların dibinde sular çağlamaktadır. İnsanlar o sulardan içerken bahçelerini de sulamakta ve çeşmeler bu kaynaktan akmaktadır. Osman Gazi uyanır, hemen şeyhinin yanına koşar ve ruyasını anlatır. Edebali ‘‘Müjde oğul, müjde!’’ diye haykırır. ‘‘Allah sana ve nesline padişahlık verdi, mubarek olsun! Kızım Mal Hatun da artık senin helálindir. Neslinizden gelecek olan çocuklar dünyaya hákim olacaklar’’ der ve kızını hemen Osman Gazi'ye nikáhlar. Áşıkpaşazáde'de bu hikáyeden sonra Şeyh Edebali'nin ağzından bir şiir yazılıdır. Şiirin tamamı ve günümüz Türkçesine aktarılmış şekli yandaki kutuda yeralıyor. Akıl vermek gibi olmasın ama, ben Deniz Bey'in yerinde olsam çalışma odamın duvarındaki Şeyh Edebali'ye atfedilen o hayali öğütleri indirip yerine tam 700 yaşındaki bu ‘‘gerçek’’ şiiri asarım. Zira Şeyh Efendi, Osman Gazi'den yedi asır sonra belki bir keramet daha gösterir ve Deniz Bey de böylece kırk yıllık muradına ermiş olur, kimbilir?.. Deniz Bey, onu indir bunu as! ÁşıkpaşázadE'nin ‘‘Tevárih-i Ál-i Osman’’ında geçen bu şiiri, aslında son derece önemli bir tarihçi olan ama tarihçiliğinden ziyade siyasi ve fikri faaliyetleriyle tanınan Nihal Atsız'ın 1949'da yayınladığı ve konusunda hálá tek kaynak sayılan ‘‘Türkiye Tarihleri’’nin ‘‘Áşıkpaşaoğlu’’ bölümünden aldım. İlk dönem Osmanlı tarihçisi Áşıkpaşázade, Şeyh Edebali'nin ağzından devrinin ve bugünün diliyle Osman Gazi'ye bakın nasıl sesleniyor: ‘‘Dir oglum nusrat u fursat senündür / Hidáyet menzilü ni'met senündür / Sana vîrildi taht u düşmesün baht / Ezeli tá ebed devlet senündür / Senün neslinde álem ráhat ola / Dualar neslüne erden senündür / Yana çıraklarunuz álem içre / Döşene sofralar da'vet senündür / İki cihanda hayr ile anulmak / Neseb ü nesl ile burhan senündür / Çü Hakk'dan irdi sana baht u devlet / Cihán içre olan devrán senündür / Süleymán'ı zamanun, menba'ısan / Ki ins ü cinne hem ferman senündür’’ (Şeyh der ki: Ey oğul! Üstünlük, fırsat, doğru yola gidiş ve o yolda bulunan nimetler artık senindir! Sana taht verildi, bu tahta sahip olmanı sağlayan yıldızın her zaman yüksekte dursun, alçalmasın. Başlangıcı bulunmayan ándan sonu olmayan zamana kadar iktidar sana aittir. Soyundan gelecek olanların devrinde bütün álem rahat olsun, duaların tamamı senin nesline gitsin. Meş'alelerin cihanın her yerinde yansın, her tarafı aydınlatsın ve artık sofralar da donatılsın, zira bu davet senin davetin! Atalarının ve soyundan gelecek olanların iki cihanda da hayır ile anılmasının isbatı senin elinde! Devlet, güç ve iktidar sana Allah tarafından verildi; dünya varoldukça varolacak olan bütün zamanların ve devirlerin sahibi artık sensin. Sen bu zamanın Süleyman Peygamber gibi en güçlüsüsün, herşeyin kaynağısın ve insanlara da, cinlere de emretmek artık senin elinde!) Bedreddin, bu oluğun altında Ben, Şeyh Bedreddin'in solculuğuna her nedense bir türlü akıl erdirememiş ve Nazım Hikmet'in Şeyh'i neden solcu yapıp adına bir de destan düzdüğünü bir türlü anlayamamışımdır. Bedreddin'in ünlü eseri ‘‘Váridát’’ı gözden geçiren ve tasavvufu az da olsa bilen bir kişi, Şeyh'in ‘‘solcu’’ falan değil, bizde ‘‘Batıni’’ diye bilinen ve Batı'nın ‘‘Heretik’’ dediği zümreden olduğunu hemen farkeder. Şeyh Bedreddin'le ilgili olarak bugün pek bilinmeyen bir başka husus daha var: Mezarının ákıbeti, daha doğrusu ölümünden beş küsur asır sonra kemiklerinin bir duvarın dibine gömülmesiyle neticelenen hüzünlü öyküsü... Türk tarihinin bu en tartışmalı din álimi, 1420'de hakkında ‘‘malı haram, kanı heláldir’’ fetvasının verilmesinden sonra bugün Yunanistan'ın sınırları içerisinde bulunan Serez'de idam edilmişti. Naaşı oradaki tekkesinin bahçesine gömüldü ve beş asır boyunca Serez’de kaldı. Lozan Anlaşması'ndan sonra uygulanan zorunlu göç sırasında Serez'li Türkler mezarı açtılar ve Istanbul'a Bedrettin'in kemikleriyle beraber geldiler. Çinko bir kutudaki kemikler 16 yıl boyunca Sultan Ahmed Camii'nde bir dolapta saklandı, oradan Topkapı Sarayı'na gönderildi ve yirmi yıl da sarayda bekledi. Simavna Kadısı'nın oğlu, ikinci mezarına ancak 1961'de kavuşabildi. Kemikler, Bakanlar Kurulu'nun 23 Ekim 1961'de aldığı 5/1840 sayılı kararla Cağaloğlu'ndaki Sultan Mahmut Türbesi'ne dini törenle defnedildi. Ama türbenin içine yahut bahçedeki bir láhde değil, binanın dışına, dış duvarın hemen yanına gömüldü. Bedrettin'in üzerinde şimdi bir taş veya o yerin mezar olduğunu gösteren tek bir işaret bile yok. Ama gömülü olduğu toprağın birkaç metre ilerisindeki açık hava kahvesinin müşterileri ve Sultan Mahmut Türbesi'nin ziyaretçileri, her gün Şeyh'in üzerinde gezinmedeler. Havaalanının adı Afrika’da değişir Geçen hafta Esenboğa havaalanının adının aslında ‘‘İsen Buga’’, İsen Buga'nın da Timur'un kumandanlarından biri olduğunu yazmamdan sonra yüzlerce e-mail aldım. Bir-ikisi dışında hepsi aynıydı: Havaalanının isminin değiştirilmemesini istiyorlardı. Şahsi fikrimi yeniden söyleyeyim: Ben, Esenboğa havaalanının adının İsmet İnönü yapılmasına taraftar değilim; zira ister havaalanına, ister limana, isterse de daracık bir çıkmaz sokağa ait olsun, yerleşmiş bir adın değiştirilmesine karşıyım. Hele her aklımıza estiğinde mekánların eski isimlerini atıp yeni yeni adlar verdiğimiz ve daha da önemlisi, sabık bir cumhurbaşkanının kemiklerini çöpçülere taşıttığımız bir devirde... ‘‘Amerikalılar New York havaalanına 'JFK' (John Fitzgerald Kennedy), Fransızlar da Paris'in havameydanına 'Charles de Gaulle' adını verdiler. Biz de Ankara'nın havaalanına niye İsmet İnönü'nün adını vermeyelim ki?’’ diyenlere küçük bir hatırlatma: Doğrudur, ama New York ve Paris'teki bu meydanların her ikisi de sonradan inşa edilmişlerdir, o şehirlerin ikinci veya üçüncü havaalanlarıdır ve New York'ta ‘‘La Guardia’’, Paris'te de ‘‘Orly’’ gibi daha eski meydanlar hálá faaliyettedir ve isim değiştirmek bugün bazı Afrika ve üçüncü dünya ülkelerine mahsustur.. Dolayısıyla İsmet İnönü'nün adını Ankara'da ileride inşa edilecek yeni bir havaalanına vermemiz daha makuldür ve bize bundan böyle yakışanı da bu şekilde davranmaktır. TİMUR'LA İLGİLİ KAYNAKLAR: Birçok okuyucum, Timurîler Devleti'nin tarihiyle ilgili olarak geçen hafta isimlerini verdiğim kaynakları nereden temin edebileceklerini sordular. Nizameddîn-i Şámî'nin ‘‘Zafername’’si Tarih Kurumu'ndan, Devletşáh'ın ‘‘Tezkîre’’si de Maarif Klasikleri'nden çok yıllar önce yayınlanmıştır ama Timur hakkındaki en önemli eserlerden olan Hondmîr'in ‘‘Habibu's-Siyer’’i Türkçe'ye maalesef çevrilmemiştir. Aslı Farsça'dır ve İngilizce tercümesi Harvard Üniversitesi tarafından basılmıştır.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!