OluÅŸturulma Tarihi: AÄŸustos 02, 2003 00:00
Bir zamanlar Batılı ‘dost ve müttefikler’imizin
film ve kitaplarında sadece ‘‘Korkunç Türk’’ kahramanlardık. Siyasi yönü ağır basan bu yafta, yüzyıllar boyunca ağır bir yük olarak asılı kaldı omuzlarımızda. 19. yüzyılda Osmanlı başkenti İstanbul'a yolu düşen Pierre Loti, Claude Farrere gibi şarkperest (oryantalist) dostlarımız, Korkunç Türk imajını bir miktar kırmaya çalıştı ama pek de başarılı oldukları söylenemezdi doğrusu. Ancak son yıllarda Batılı roman ve filmlerde, Türk kahramanlar giderek yaygınlaşmaya başladı. Üstelik bunların önemli bir kısmı, alışılageldiği gibi olumsuz kahramanlar da değildi. Modern Batılı yazarlar, modern Türk kahramanlarla çıkıyorlardı artık sahneye. Ne oluyordu, hakikaten globalleşiyor muyduk acaba? Biraz sonra okuyacağınız yazı, bu sorunun cevabını araştırıyor işte.Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanıyla bütün dünyada büyük bir ün kazanan Milan Kundera, Ölümsüzlük adlı kitabında Türklerden söz ettiğinde pek fazla önemsemedik. Alt tarafı, Profesör Avenarius, Kundera'nın kendisi için bıraktığı kitabı cebine koyup Paris caddelerinde gördüğü protestocu kalabalığa doğru yürümeye başlamıştı çünkü. Tahmin edebileceğiniz gibi, kalabalık Türklerden müteşekkildi ve Bulgaristan'da yaşayan soydaşlarına yapılan zulmü protesto ediyorlardı. Kundera'nın tesadüfen de olsa Türklerden söz etmesi, çok da ilgi çekici değildi elbette. Zaten yıllar önce de James Bond'un yaratıcısı İngiliz yazar Ian Fleming Moskova'dan Sevgilerle kitabında, Darko Kerim adlı bir tip yaratmış ve sanki kendisini Boğaz'daki yalısında misafir eden işadamı Názım Kalkavan'a olan gönül borcunu ödemişti. Pera Palas Oteli'ndeki günleri hálá gizemini koruyan Agatha Christie'nin Şark Ekspresinde Cinayet kitabında da vardı birkaç Türk karakter ama onlar hayli silikti zaten.Bunlar, 'münferit' şeylerdi. Yoksa, Batı'nın gözünde Türk, 'The Terrible Turk'tü öteden beri. Konuyla ilgili olarak Adam Sanat Dergisi'nde geniş bir dosya yayımlayan şair Roni Margulies'in de belirttiği gibi, Batı'daki Türk imajı, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'a girişiyle birlikte olumsuz bir nitelik kazanmaya başlamıştı. Gerçi daha önceden de, Roma'da annelerin çocuklarını 'Barbarlar geliyor' diye korkuttukları, söz konusu 'barbarlar'ın da Hun Türkleri olduğu geçmişti kayıtlara ama Doğu Roma'nın çöküşüyle farklı bir anlam kazanmıştı bu 'barbarlık' meselesi de. Batılı amcalar, her türden olumsuzluğun arkasında Türkleri aramak gibi tuhaf bir kolaylığa başvurmaya başlamışlardı. Oryantalizmin büyüsüyle, 19. yüzyıl boyunca soluğu İstanbul'da alan Piyer Loti gibi 'şarkperestler' bir yana bırakılırsa, söz konusu imaj, aradan geçen yüzyıllar boyunca olgunlaştırılmış ve 'Geceyarısı Expresi'yle zirvesine tırmanmıştı. Türk, Batı ve Batılı için 'Korkunç Türk'ü. Herhangi bir yerde adından söz edilmek gerektiğinde bu kavramla birlikte anılıyordu ve bu durum kimseyi pek fazla şaşırtmıyordu.NOTTING HILL’DEN AMELIE’YE ÜNLÜ FİLMLERDE İSTANBUL Ne var ki, son yıllarda Batılılar tarafından yapılan filmlerde, yazılan romanlarda 'Korkunç Türk' imgesinde belirgin bir kırılma yaşanmaya başlandı. Öncelikle, film ve romanlarda Türk kahramanlara daha fazla rastlanır oldu. Bunların arasında da olumsuz tipler vardı ama öyle kör gözüm parmağına türden şeyler değildi artık. Bu kırılmanın başlangıcı için kesin bir tarih vermek imkánsız ama okumak veya çalışmak amacıyla dünyanın dört bir yanına dağılan Türklerin hayli etkisi olduğunu söylemek kehánet olmasa gerek. Ayrıca, AB sürecinde atılan olumlu adımlar, giderek yaygınlaşan turizm, 17 Ağustos 1999 depremi dolayısıyla Türkiye'ye yönelen sempati bu kırılmanın kaydadeğer satırbaşları sayılabilir.'Notting Hill' filminde Hugh Grant, bütün sevimliliğini kuşanıp Julia Roberts'a Türkiye ile ilgili bir gezi kitabı satmak isterken söz gelişi, artık yerleşmiş bir olgudan söz eder gibiydi. O dünya güzeli 'Amelie' filminde Audrey Tatou, uzun kirpiklerini kırpıştırarak Sultanahmet Camii üzerinde uçuşan güvercinlerle birlikte sevgilisini hayal ederken ısıtıvermişti içimizi işte. Hele 'Dirty Pretty Things' isimli yeni filminde Şenay adında mülteci bir Türk kızını canlandırması, bu sıcaklığı daha bir yükseltmişti. SEVİMLİ KEDİ EDWARD'IN BALIKPAZARI YILLARIDoğrusu bu ya, romanlarda da pek farklı değil artık durum. İngiliz, Alman, Fransız, Amerikan veya İtalyan yazarların kaleme aldığı kitaplarda, sık sık Türkiye'den söz edilmesi vaka-yı ádiye olarak karşılanıyor artık. Türkçe isimler taşıyan roman kahramanları, tamamı Türkiye'de geçen romanlar da bir süre sonra aynı şekilde olağan karşılanacak muhtemelen. Öyle ki,
Oğlak Maceraperest Kitaplar, iki önemli İngiliz yazarının, Julian Rathbone'un ve Barbara Nadel'in 'Türkiye'de geçen' polisiyelerini külliyat olarak yayımlıyor ve bu pek fazla şaşırtmıyor kimseyi. Umberto Eco'nun, o nefis romanı 'Baudolino'da, ünlü tarihçi kimliğinin yanısıra, romanın temel kahramanlarından da biri olan Niketas'a, ‘‘Türkler asla böyle bir şey yapmazdı. Onlarla ilişkilerimiz çok iyi. Kendimizi asıl Hıristiyanlardan korumamız gerekiyormuş’’ dedirtmesi de öyle. Üstadın bu sözleri, Apo dolayısıyla Türklerin İtalyan mallarını boykota yeltendiği yıllarda yazdığını hatırlatmadan da geçemeyeceğiz...Ayrıca, Amin Maalouf'un Afrikalı Leo kadar, Semerkant'ı da son derece olumlu izlenimler taşıyor. Hele, Lübnan asıllı yazarın Ölümcül Kimlikler'de yaptığı değerlendirmeler, Osmanlı tarihi veya Türkiye coğrafyası için yepyeni ufuklar müjdeliyor her anlamda. Peki ya Fransız asıllı Kanadalı yazar Chrystine Brouillet'in 'Dokuz Canlı Edward' kitabında anlattığı sevimli kedinin Balıkpazarı başta olmak üzere
Galatasaray sokaklarını ve sahibi Mehmet'i büyük bir hasretle anmasına ne demeli? Brouillet gibi Fransız olan ve 23 yaşından sonra ABD'de yerleÅŸip Yale Ãœniversitesi'nde edebiyat dersleri veren Catherine Cusset ise Begüm BeyoÄŸlu isimli bir karakter yaratıyor, Kadınca Bir Hayat romanında. Gerçi Begüm BeyoÄŸlu, romancımızın ifadesiyle, 'Ankara'nın bir gecekondusunda yetiÅŸmiÅŸ ve kavga etmeyi öğrenmiÅŸti' ama artık o kadar da olacaktı herhalde.Ä°YÄ° KÄ° DOÄžDUN TÃœRKAlman yazar Jakob Arjouni'nin, Ä°yi ki DoÄŸdun Türk, romanında yarattığı özel dedektif Kemal Kayankaya tipi ise sadece Almanya'da deÄŸil, Türkiye'de de hayli bilinen bir karakter artık. Almanya'ya giden bir işçi ailesinin çocuÄŸu olan ama Alman bir ailenin yanına evlatlık verildiÄŸi için Almanların bütün hususiyetlerini de bünyesinde taşıyan Kayankaya'nın maceraları, ünlü kadın yönetmen Doris Dörrie tarafından sinemaya da aktarılmıştı üstelik. Ä°talyan yazar Cristina Comencini'nin, Ä°talya'da Bir Türk Sevdim, adlı romanında yer alan Mehmet karakteri de Ä°talyanları kendisine hayran bırakacak bir siyasal bilince ve fizyonomiye sahip. Aynı zamanda film yönetmeni olan ve Susanna Tamaro'nun, YüreÄŸinin Götürdüğü Yere Git adlı kitabını sinemaya uyarlayan Comencini'nin, kendi kitabını da filme çekeceÄŸi ve Mehmet karakterine hayranlık duyanların sayısını artıracağı belirtiliyor. Yirmi yıldır Türkiye'de yaÅŸayan Gisele'in Türkiye'de Türkçe, Fransa'da Fransızca yayımlanan, Ä°stanbul'dan Pencereler isimli romanını, sözünü etmeye çalıştığımız türün son örneÄŸi olarak deÄŸerlendirmek de mümkün. Tamamıyla Ä°stanbul'da geçen ve kahramanlarının neredeyse tamamı Türk olan Ä°stanbul'dan Pencereler, Türklere yönelik yeni bakış açısından somut ipuçları da taşıyor.Büyük ihtimalle, bizim bilmediÄŸimiz köşelerinde Batı'daki büyük kitapçıların, bu habere dahil edilebilecek daha pek çok kitap yer alıyordur. GloballeÅŸme veya küreselleÅŸmenin kültürel cephesinin vaat ettiÄŸi de böyle bir ÅŸey deÄŸil miydi zaten?RAŞİT ÇAVAÅž (OÄŸlak Maceraperest Kitapları Yayın Yönetmeni)Hata yapıyorlar ama o kadar da önemli deÄŸilJulian Rathbone, 60'lı yıllarda Türkiye'de öğretmenlik yapmış bir yazar. Dolayısıyla ülkemizi hayli iyi tanıyor. Ä°nsanlarımızı da iyi tanıdığı belli. Ãœlkenin hemen bütün turistik bölgelerini gezdiÄŸi, GüneydoÄŸu Anadolu'da, ikinci romanda yer alan Kürtler arasında ya da Antakya, Kayseri, Göreme'de bulunduÄŸu kesin. Türk siyasi hayatını -en azından gözlemlediÄŸi yıllarda- çok iyi kavramış. ÖrneÄŸin ilk romanda, dizinin iyi karakteri olan polis Nur Alp iÅŸe karışmasa, neredeyse dönemin baÅŸbakanı (Ä°smet Ä°nönü olmalı) bir suikasta kurban gidecektir. Suikast için seçilen yer ise çok ilginç: Ankara'daki eski Kızılay binasının damındaki ünlü ve üç boyutlu 'Kızılay' ambleminin içi. BeÅŸinci romanındaki Ä°zmir Kordonboyu'nu, ara sokakları ya da yakın sayfiye yerlerini ise ancak deÄŸme Ä°zmirli bir romancı yazabilirdi.BÄ°R Ä°STANBUL ROMANCISIBarbara Nadel'e gelince. O aslında bir Ä°stanbul romancısı. BeÅŸ romanının hepsi de (üçü yayımlandı henüz Türkçe'de) Ä°stanbul sınırları içinde geçiyor. Bir Türk polis hafiyesi var: Çetin Ä°kmen. Yazar, Türkiye'ye geliyor, dolaşıyor, insanlarla konuÅŸuyor. Bazen lüks otellerde bazen Sirkeci otellerinde kalıyor. Ä°lk romanı Balat'taki Yahudi mahallesinde geçen fazlasıyla vahÅŸi bir öldürülmenin arkasındaki olayları çözüyor. Ä°kincisinde, gene uyuÅŸturucu ve tecavüz iliÅŸkileri yazıyor. Olay, yazarın insanlarını ve mekánı çok iyi bildiÄŸi Ayasofya civarı ile zengin muhitlerinde geçiyor. Ãœlkemiz eÄŸlence hayatını çok iyi gözlemlediÄŸinin bir baÅŸka kanıtı da 'Arabesk' adlı son romanı. Ä°brahim Tatlıses izlenimi veren türkücünün BeyoÄŸlu'nda karıştığı bir cinayet olayını çözüyor kahramanı.Türk yazarı olmadıkları için hata yapıyorlar mı? Kaçınılmaz olarak evet. Ama, bu tür küçük hatalar gözardı edilebilir ÅŸeyler ve hikáyenin akışını bozmuyor. ÖrneÄŸin, bazen ad ve soyadlar Kıbrıslı vatandaÅŸlarımızınkine benziyor. Ya da hiç Ermeni kökenli polis memuru olmadığı halde, Yahudi ve Ermeni kökenli vatandaÅŸlarımızın polislikte ya da adli tıpta yükselebildiklerine dair hoÅŸluklar da yapıyorlar.Â
button