‘‘Beni bütün gün aramışlar ama telefonum çekmediği için ulaşamamışlar. Uluslararası Para Fonu (IMF) Birinci Başkan Yardımcısı Stanley Fischer, akşam yemeğinde Melen Melencik'in Kalecik Karası'nı içmek istediğini bildirmiş. Onlar da Ankara'da fellik fellik şarap aramışlar ama tükendiği için bulamamışlar. Ankara Hilton'a telefon ederek beş şişe Kalecik Karası göndermelerini rica ettim. Bu kriz de böylece çözüldü!’ Anekdotu anlatan Cem Çetintaş, Melen Şarapları'nın bugünkü patronu. Türkiye'nin en eski şarap ve rakı imalatçısı olan Çetintaş ailesi, 400 yıllık bir fabrikada, dört asır önceki yöntemlerle ürettikleri Melen Şarabı'nı şimdi dünyanın birçok ülkesine satıyor. Melen, son beş yılda o denli ünlendi ki, Fischer'in önceki hafta yaptığı Türkiye ziyareti sırasında bu şarabı tercih etmesi boşuna değil. Marmara'nın batı ucundaki Hoşköy-Mürefte-Şarköy hattı, rakıyla şarabın Türkiye'deki beşiği sayılır. Bu içkilerin bölgedeki serüveni antik çağa uzanıyor, Roma, Bizans ve Osmanlı'dan beri sürüyor. 1924'teki mübadele sonrasında üretimde görülen düşüş bu serüveni bir dönem kesintiye uğratmış ama Çetintaş ailesinin çabaları-yla
film kaldığı yerden devam etmiş.
Çetintaş ailesinin Trakya'daki serüveni 500 yıl öncesine kadar uzanıyor. Osmanlı, tamamıyla Rum nüfustan oluşan bölgedeki bir köye Türk beylerini yerleştirmeye karar verince, Konya civarında yaşayan Çetintaş ailesi Melen'e getiriliyor. Şimdiki adı Güzelköy olan Melen, bölgedeki en eski Türk yerleşimlerinden biri. Asırlık çınar ağaçları, köprüleri, eski evleri, taş sokaklarıyla yüzyıllar öncesini günümüze taşıyan Melen'de yerleşen bu aile Osmanlı'ya çok sayıda asker ve yönetici yetiştirmiş.
Ailenin en son askeri 1906'da gittiği savaştan 1916'da dönmüş. On yıllık askerlik döneminin iki yılı da Süveyş'te esir kampında geçen Ahmet Dede’ye bölgedeki Rumlar, gözlerinin güzelliği ve etkileyici bakışlarından ötürü Matios (sihirli göz) Ahmet derlermiş. Ahmet Bey, bağlara çok meraklıymış. Tabii rakı ve şarapla da arası fena değilmiş.
Melen'in çevresindeki köy ve kasabalarda Rumlar çoğunluktaymış. O zamanlar adı Hora olan Hoşköy'ün çarşısında Ahmet Bey'in babasının bir dükkanı varmış. Askerden sonra zahire işiyle uğraşan babasının yanında işe başlayan Ahmet Bey, bir müddet sonra çocukluk arkadaşı Şimo ile ortak iş yapmaya koyulmuş. Rum çocuğu Şimo, atalarının kurduğu fabrikada rakı ve şarap imal ediyormuş. Birinci Dünya Savaşı'nın sona erdiği ilk aylardan itibaren iki ortak işleri geliştirmeye, ürettikleri malları deniz yoluyla Fransa'ya kadar satmaya başlamış. Ama bu mutlu, huzurlu ve barış dolu günler fazla uzun sürmemiş. 20 Temmuz 1920'de başlayan Yunan işgali sonrasında yüzyıllardır barış ve huzur içinde yaşayan iki millet arasında huzursuzluk başgöstermiş. Hoşköy'ün üzerine karabasan gibi oturan bu karışık günlerde Ahmet Bey'in oğlu Hüseyin Bey dünyaya gelmiş.
PAPAZLAR SAKLADIBölgenin Rum halkı, Yunan askerlerinin, yüzyıllardır birlikte yaşadıkları Türk ahaliye yönelik tecavüzüne mani olmuş. Fakat tam o günlerde Çerkez Hayri isimli bir eşkiyanın elebaşısı olduğu bir çete Türk tüccarlara karşı yağma ve kıyıma girişmiş.
Ahmet Bey'in arkadaşı Şimo ile tepedeki manastırın başrahibi bir geceyarısı Ahmet Bey'in evine gelerek, ‘‘Çerkez Hayri buraya doğru geliyor, seni ve tüm aileni öldürecekler. Derhal toplanın gidiyoruz’’ demişler. Aile Kutsal Tepe Manastırı'na sığınmış, üç ay boyunca ihtiyaçlarını papazlar karşılamış. 1921'in son aylarında Yunan jandarması Çerkez Hayri ve çetesini tutuklayarak Selanik'e götürünce asayiş berkemal olmuş.
Karışıklıklar mübadeleye kadar sürmüş. 1923'te başlayan mübadele sırasında bölgedeki Rumlar Yunanistan'a göç etmiş. Ortak Şimo ve ailesi, fabrikayı olduğu gibi Ahmet Bey'e devretmiş. Ahmet Bey, bağların bozulması, Şimo'dan ve Rum şarap ustalarından kalan boşluk gibi nedenlerle çok bocalamış. Sonra toparlanmış, rakı üretiminin Reji İdaresi’ne (Tekel) geçmesiyle birlikte sadece şarap üretmeye başlamışlar.
MANASTIRI ALDILARSoyadı kanunu çıkınca Çetintaş soyadını alan Ahmet Bey, oğlu Hüseyin'i iyi bir eğitim görmesi için İstanbul'a göndermiş. Liseyi Boğaziçi Lisesi'nde tamamlayan genç Çetintaş İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne başlamış. O tarihlerde İktisat Fakültesi'nde Hitler Almanyası'ndan kaçan Yahudi profesörleri ders vermekteymiş. Hüseyin Çetintaş'ın bu hocalarla dostluğu uzun yıllar devam etmiş. Babası başka bir iş tutmasını istemiş ama Hüseyin'in gözü şarabın güneşle cilveleşen kırmızısından başka birşey görmemekteymiş Sonunda güç bela babasını ikna edip işin bir ucundan tutmuş.
Askerden döndüğü günlerde Maliye İdaresi, Hoşköy'deki Kutsal Tepe Manastırı'nı ihale yoluyla satışa çıkarmış. Aile, bütün imkanlarını kullanarak manastırı ve çevresindeki bağları satın almış. Çünkü bu manastır onların hayatlarının bir sureti, soylarının devam etmesini sağlayan mucizenin geriye kalan tek tanığıymış. Hüseyin Bey, 1964 yılında Evreşeli Ayşe Hanım'la evlenmiş. İyi eğitimli, zarif Ayşe Hanım'la Hüseyin Bey'in Cem ve Yıldız isminde iki çocuğu olmuş. Cem, tıpkı babası gibi kılıç balığı avlayıp şarap yapmaya meraklı olduğu için gıda üzerine eğitim görmüş. Hálá bitirdiği Trakya Üniversitesi Gıda Bilimi ve Teknolojisi Bölümü'nde fermentasyon teknolojisi üzerine dersler veriyor. Tekirdağ Bağcılık Araştırma Enstitüsü'yle birlikte bölgeye uyumlu üzüm cinsi üzerine adaptasyon çalışmalarına katılıyor.
MANASTIR ŞARAP TURU DURAĞI OLACAK1990'dan itibaren işlerin başına geçen Cem Çetintaş bir yandan eski üzüm türlerini yeniden canlandırma, bölge toprağına uyumlu üzüm arama gibi çalışmalar yürütüyor diğer yandan da şarap üzerine araştırmalar yapıyor. Eski ustalarla konuşuyor, mahzenlerindeki 100-200 yıllık şarapları Fransa'ya gönderip tahlil ettiriyor. Teknolojiyi yeterince kullandıklarını söyleyerek, ‘‘Teknoloji ağırlıklı üretim, şarabı yaşayan bir organizma olmaktan çıkarıp konserveleştiriyor. Şarap yapmak gazoz yapmaya benzemez’’ diyor. Aile Hoşköy'deki Kutsal Tepe Manastırı'nı (fotoğrafta görünen bina) restore ederek şarap turları için bir istasyon yaratmak üzere çalışıyor. 1921'de çetelerden kaçarken sığındıkları bu manastırın Çetintaş'ların hayatındaki yeri çok önemli.
MARKA AMBLEMİ BATIKTAN ÇIKTICem Çetintaş fırsat buldukça deniz dibi araştırmacılarıyla birlikte dalıyor, batık gemilerin iskeletleri arasında şarabın Marmara'daki izlerini sürüyor. Marmara Adası yakınlarındaki bir antik çağ batığına daldıklarında dipten büyük bir anfora çıkarıyor. Anforanın üzerindeki mühür dikkatini çekiyor. Daha sonra Hoşköy civarından çıkan çeşitli çanak çömlek, anfora, küp gibi malzemelerin üzerinde de aynı amblemi görünce anlıyor ki bu amblem bin yıllar öncesindeki bir marka! Melen şarapları üzerinde gördüğümüz amblem işte böyle ortaya çıkıyor.
Oğuz’un abisi dinoOğuz (7) ailenin en küçüğü. Tıpkı büyük büyük dedesi gibi bağlarda, şişelerin, eski zaman preslerinin, kan kırmızı, altın sarısı şarapların arasında büyüyor. Arkadaşı Dino Oğuz'dan altı ay daha büyük. Küçükken birbirlerinden yiyecek çalar, başkalarının sevgisini kıskanırlarmış. Hatta köpek Dino Oğuz'un oyuncaklarını bile kıskanmış, çalıp çalıp evin bahçesine gömüyormuş. Oyuncakların topraktan çıkarıldığı gün küsmüş. O günden sonra Oğuz ne zaman kulübesine girse, bezli poposuna dişlerini geçirip onu dışarı atıyormuş. Bu çekişmeler bitmek bilmeyince uzaklaştırmışlar ikisini. Yıldız Hanım, ‘‘Bir gün baktım Oğuz da tıpkı Dino gibi diliyle su içmeye çalışıyor’’diye anlatıyor Oğuz'un tepkisini. Ama artık Oğuz Dino'nun bir köpek olduğunu biliyor. Ama Dino kendisini hala Oğuz'un abisi zannediyor. Geçenlerde Oğuz'un resim defterindeki figürlerden birini yalayarak yok etmiş mesela.
Dört toplum iki çatışma projesiYıldız Çetintaş tarih okumuş. Eski kültürler, sanat tarihi, sosyoloji, yiyecek içecek tarihi üzerine okuyup araştırmayı seviyor. Evlenmiş ayrılmış, Oğuz'la birlikte baba evine dönmüş. Tekirdağ'da bir lisede tarih dersleri veriyor. Ayrıca Avrupa Birliği Akdeniz Fonu'nun desteklediği tarih öğretmenlerinin eğitimi üzerine ortaklaşa yürütülen bir projede çalışıyor. ‘‘Dört Toplum-İki Çatışma’’ başlıklı bu projeye Türkiye-Yunanistan, İsrail-Filistin ekipleri katılmış. Projenin amacı, sözkonusu toplumlar arasında süren çatışmanın tarihten kaynaklanan önyargılarını ortaya çıkarmak ve bunun aşılması için çaba sarfetmek. Projeye her ülkeden 12 öğretmen katılmış ve Yunan ve Türk ekibi bu uygulamada çok başarılı olmuş.
Tek bağın üzümüMelen şarabı tıpkı yüzyıllar öncesinde olduğu gibi lumizin meşesinden yapılan fıçılarda saklanıyor. Gerçi üzümün suyunu çıplak ayaklı genç kızlar çiğneyerek çıkarmıyor ama kullanılan pres bile asırlık. ‘‘Bilim ve teknoloji gelişti, dünya değişti, peşpeşe keşifler ve buluşlar yapıldı ama insanın özü, estetiğin kuralları ve lezzet hep aynı kaldı’’ diyen Cem Çetintaş ‘‘müzelik' fabrikada yarattıkları mucizeyi üç kuşaktır sıkı sıkıya tutundukları prensiplere bağlıyor: ‘‘Belli bir bölgenin üzümünü, belli bir metotla, belli bir fabrikada üretmek. Değişik ve farklı bölgelerin üzümünü bir araya getirerek şarap üretmiyoruz. Yaptığımız, aynı bölgenin hatta aynı bağın üzümünden şarap çıkarmaktır. Melen Melencik Kalecik Karası, sadece bir tek bağın üzümünden yapılan Türkiye'deki tek şaraptır. O yüzden de böylesine kıymetlidir. Diğer şaraplarımızda da bu kuralı uyguluyoruz.’’
Cem'in kızkardeşi Yıldız Hanım da söze giriyor ve şarap ve zeytinyağı üretmenin sanat üretimi gibi zorlu ve hassas bir iş olduğunu söylüyor: ‘‘Aynı cins bağ fidesi, yani üzüm cinsi her zaman, her yerde aynı lezzeti ve kaliteyi vermez. Toprak, rüzgar, güneşin üstünde gezindiği saatler etkiler. Bakın, biraz ilerimizde belki üç bin yıldır şarap üretilen Uçmakdere köyü var. Bu köy dünyanın en güzel vadisine kurulmuş bir cennettir. Ulu dağların gölgesinden denize açıldığı için güneşin vadide geçirdiği vakit sınırlıdır. Toprağı çok farklıdır. İçinden buz gibi sular akar. Buradan öylesine bir üzüm çıkar ki bin yıllardır aynıdır. Bu küçücük vadiden gelen mahsülde bile biz farklı uygulama yapıyoruz. Kuzeye bakan yamaçlardan ayrı bir şarap, güneye bakan yamaçlardan ayrı bir lezzet çıkarıyoruz.’’